Haberler

“Sinan Üzerine Saçmasapan”a Naçizâne bir Cevap

Tarih: 14 Ağustos 2007 Yazan: Selen Morkoç


Kaynak: sinanasaygi.com.tr

Eskiden Uğur Tanyeli’nin yazılarını okuduğumda güzel bir tokat yemiş gibi olurdum. Bir süredir belki de artık başlamak üzere olan erişkinliğin (geçkinlik de olabilir) can sıkıcı deneyimi yüzünden bir derin düşünme ardından büyüyen karşı düşünceler oluyor kafamda dolanan. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan, okumaktan yine çok zevk aldığım köşe yazısında kendisini ters yolda giden birisi olarak anlatırken karşısında gördüğü diğer herkesi “aynı yönde gidenler” olarak tanımlamış. Oysa onlar kendi aralarında oldukça ayrılardır sanırım. Hatta belki de bazılarının - örneğin benim - o yolun yakınında bile olmadığım söylenebilir. Bu konuda konuşmayı sürdürmem üzerine birisi “sana ne oluyor, sen kimsin kardeşim?” diyebilir. Ben uzak bir coğrafya ve kültürde tarihsel mimaride anlam üzerine doktora yapmaya çalışırken bir türlü karar kılamadığı tarihsel nesnesi ansal tesadüfler ve fikir alışverişleri sonucunda Sinan’a dönüşmüş, sonra da Sinan üzerine yeni bir üst - anlatı yazmamak için doktora danışmanıyla kıyasıya mücadele ederek nihayete erebilmiş körpe bir doktora mezunuyum. Evet, konumun bir kısmı Sinan fenomeniydi ama mimarisi değildi. Artık mezun bir amatörüm. Amatörlüğümü sürdürdüğüm sürece de üretkenliğimi disipline etmeden yürütebilecek ekmek param olsun diye çabalayacak kapitalist dünyanın (modası geçmiş) emek işçilerinden biriyim. Burada yazıyorum çünkü kendimi ters yönde gidenlerden çok Uğur Tanyeli’ye yakın hissetmeme karşılık yine de muhafazakârlık üzerine yazdıklarımdan vazgeçebilmiş değilim.

Öncelikle her fikir belirten kişinin yeni çıkan kitabına mesafeli duracağına ya da okusalar dahi anlamayacaklarına dair olmazsa olmaz bir kanaati var Tanyeli’nin. Fakat örneğin benim özelimde bu doğru değil. Her belli bir dönemin mimarlık pratiği üzerine yazılacak kitabın kronolojik-bütünsel ve evrensel çıkarımların bir toplamı olmayacağını, hele de Uğur Tanyeli’nin son kitabının bundan çok uzak olduğunu sadece ismine bakarak öngörüyorum. “Mimarlığın Aktörleri” bir yirminci yüzyıl mimarlık veya mimar antolojisinden çok sinematografik bir bakış açısına işaret ediyordur sanıyorum; aktörler belli bir zamanda ve mekanda rol alıyorlar ve mimarlığın toplumsal işlevinde ajan rolü görüyorlar ama hiçbiri --Sinan gibi-- bir üst-anlatı değil. Sinan’ın kitaba dahil edilmesinin tamamen amaç ve beklenti dışı olduğunu da anlamak zor değil.

Ne Sinan ya da Osmanlı fanatiği ne de modernite düşmanı olmamama rağmen beni son günlerde bu gazete röportajından sonra ortaya çıkan tepkiler ve olaylar bir toplam olarak yine de rahatsız ediyor. Sorun üzerine röportaj yapılan kitabın dönemi ya da ele aldığı özneler olmaktan çok böyle bir konuda neden Sinan’ın bir anda ön plana çıktığında yatıyor. Neden birileri hala Sinan kutsal demek zorunda? Neden Sinan kutsal demeden Sinan yine de kendini zamanımıza hasbelkader duyurabilmiş bir tarihsel kişiliktir diyebilmek bu kadar zor? Tanyeli’nin dün buna verdiği cevaplar geçmiş hakkındaki iyimser varsayımlarımızın geçmişin belgelerine olan cahilliğimizden kaynaklandığı üzerine odaklanıyordu. Hatta devşirmelerin yetersiz Osmanlıca bilgileri varsayımından hünerli bir retorikle bugünün tarihçisinin Osmanlıca bilgisinin kıtlığına geçen Tanyeli, bu durumda akademya üzerine umut yitirmenin haklı olacağını söylüyordu.

Ben onun kadar kötümser değilim. Osmanlıca bilmemek konusunda hermeneutiğin Avrupa’da insan bilimlerine yayılmasının öncüsü Gadamer’in çevirinin dahi bir metnin anlamlarını koruyacağına dair belki biraz naif inancını paylaşıyorum. Öyle olmasaydı kimse çeviri okumazdı bugün ve dil konusunda zorlanmak geçmişe sağır olmak için sebep değildir. Yine de bu Osmanlıca öğrenmeye çabalamamak için bir gerekçe değil tabi. Hatta Osmanlıca öğrenmenin aşamalarının bir metnin kendini tamamen bize açmasına öyle kolay vesile olamadığını tecrübeyle gördüm. Zaten Gadamer de çeviri üzerine iyimser yazsa bile çeviride yiten ya da dönüşüme uğrayan anlamlara ve bunun her okumada sancılı bir süreç olacağına dikkatimizi ayrıca çekiyordu. Osmanlıca ilgisinin bugün belki de beraberce yükselen İslam empatisinin/önyargılarının etkisiyle eskiden olduğundan daha popülerleştiğini söylemek durumundayım. İlgi duyanlar için herkese açık kurs modüllerinin olduğu bir kaç web sitesinden birinin adresini ekliyorum.1

Tanyeli’ye göre Sinan’ı bir kişilik olarak yorumlamak imkansız. Ben buna katılmıyorum; Sinan’ı bir kişilik olarak yorumlamak mümkün, fakat onun geçen yüzyılın başından beri kurgulanan kişilik olmadığını (Tanyeli’nin çok beğendiğim Sinan mitolojisi argümanı) kabul etmek bazıları için çok zor. Psikoloji ve sosyoloji birer bilim olarak kurulmadan çok önceleri, en fazla da moderniteyi geç yaşayan kültürlerde insanların kendi duygularına ve düşüncelerine şimdiki kadar gram gram analiz ederek kafa yorduklarından şüpheliyim.2 Elbetteki Sinan nişanlısına “ben seni sevme teorisini senden daha fazla seviyorum, hadi ayrılalım artık” demiş sonra da platonik aşk üzerine sayfalar doldurmuş Kierkegaard kadar duygularına karşı analitik değildir.3 Sinan’ın aşklarını, korkularını, umutlarını bilmiyor olabiliriz, ama belki de her şeyin üstünde bir mahremiyet duygusu bütün bu sayılanlardan daha hakikiydi Sinan için. Adolf Loos’un dediği gibi döğme yaptırmak Paris’teki dandi için işlenmiş bir suçtur belki ama bir Papua yerlisi için yaşam gerçeğinin parçasıdır ve dolayısıyla suç değildir. İster zamanda uzak bir insan ister uzak bir kültürün insanı için olsun yasadığımız aynı yabancılık duygusu. Mahremiyet duygusu ya da inanç Sinan ya da başka bir Osmanlı mimarı için Papua yerlisinin döğmesi gibi işlemiş olabilir. Ya da Sokullu sadece zorba patronluk derdiyle kendisine bir katip tutmuş ve ona okutuyor olabilir kitaplarını. Bu yine de kendi toplumlarında ve tarih sahnesinde birer kişi olarak ortaya çıkmalarını engellemez ve bu ortaya çıkış onları birer birey yapar demiyorum.

Nedir o zaman hala Sinan için hazmedemediğimiz? Cumhuriyetten beri hazırlanan Mimar Sinan mimarisi monografilerinin karşısına bir de Tezkiretü’l - Bünyân’ı ve Tuhfetü’l-Mimârîn’i koymak lazım. Hatta sonra bir ayıklama yapmak da gerekebilir: atın bunlardan doğrulayamadığınız her Sinan varsayımını. Yakınlarda Amerika’da Sinan’ın otobiyografileri adıyla bu metinlerin bir karşılaştırmalı çevirisi yayınlandı.4 Bu metinlerin güya otobiyografi olduklarına inanmamız için bilginin ille de Amerika’dan mı geliyor olması lazım? Ne de olsa Topkapı sarayı müzesi arşivinin kapılarını her gelene eşit aralamazlar. Ben olsam bu metinlere birer otobiyografi derken çekinirdim; biyografik anlatı demek belki de daha doğru çünkü Sinan bunları başka birisine yazdırmış.

Yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum, buraya kadar sabrı olup okuyanlara diyecek bir sözüm var; ister içini altınla dolduralım ister olduğu gibi kalsın, Sinan bir boş kategori olmayı sürdürdüğü sürece onu ön - değer (default) alarak üzerinden bugünün meselelerini tartışan herkes muhafazakar. Tanyeli belki röportajda bunun kolay düşürülebilinecek bir tuzak olduğunu farketmemiştir.

Sinan’ı bir boş kategori olmaktan çıkarıp tarih sahnesine geçmişte yasamış, ölmüş, eski bir uygarlığa (artık o zaman ne manaya geliyorduysa) mimarların başı olarak hizmet etmiş, kente getirdiği suyu evinin önüne de çekmekte sakınca görmemiş, belki de en beğendiği caminin yakınlarında gömülmek icin türbesini ölmeden tasavvur etmiş, yaradılışı düzgün (yani yakışıklı ve parlak), en azından temsili olarak yirmi yaşlarından sonra sünni bir müslüman - elit erkek kişilik olarak teslim etmenin vaktidir. Bütün bunlara ek olarak Kanuni’yi ikna kabiliyetini üstüste anlatmasından bugünün terimiyle “karizmatik” olduğu kanaatini de çıkarıyorum ya da bu konuda yazamadığı bir sıkıntısı vardı. Sürekli kellesinin derdiyle yaşadığını ve çalıştığını da biyografik anlatılarından sezinlemek ihtimal dahilinde.

1 http://www.islamharfleri.com/kurs/index.html  
2 Bu bahsettiğim durumu bugün kırsal kesimde ya da kentin modernliğine fazla bulaşmamış insan topluluklarında da insan bilimlerine ilgili birisi hala gözlemleyebilir. Örneğin başlarına bir felaket geldiğinde oturup bir birey gibi üzülmezler belki ama felaketin tanrılardan ya da Uluru kayasından geldiğine inandıkları bir ritüelle kendilerince bir keder içinde savuştururlar dertlerini. Bunu yaparlarken de birey olamasalar bile birer kişidirler, sadece kitle değildirler.
3 Søren Kierkegaard, Fear and Trembling/Repetition, Princeton: Princeton University Press, 1983.
4 Çevirinin sahipleri Howard Crane ve Esra Akın, önsöz Gülru Necipoğlu’na ait.

YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.