26 Mart 2007 günü AKM binasının önü sanatçılar, sivil toplum kuruluşları, aktivist-ler tarafından kuşatıldı. Bu kez toplanma nedeni bizatihi AKM binasının kendisiydi. Sanat ve siyaset pratiklerimize tanıklık etmiş bu bina, hastalıklı zihniyetlerin çabaları sonucunda, eylemin öznesi konumunda bulmuştu kendini.
AKM binasının yıkımının altında yatan, asıl proje, Türkiye'nin en kıymetli arazisi konumundaki Harbiye'den Taksim'e uzanan aksın pazarlanması... Kıymetli topraklar üzerinde, sanat gibi çok da önemli olmayan bir üretim söz konusu. Üstelik bunun şehre getirişi ne? Rantabl bir alanın değerlemesi için ne yapmak gerek? Acar zihniyet bu akıldışı bakışı ile kollan sıvadı; sanatı şehrin merkezi adına gerekli görmeyerek, şehrin merkezine kongre turizmini ve alışveriş pratiklerini getirmeyi uygun gördü.
Bu Merkez Nereye Bağlı?
Kongre vadisi olarak tasarlanan aksın üzerindeki Muhsin Ertuğrul Sahnesi, Atatürk Kültür Merkezi gibi yapıların yok edilmesi fikri yaşadığımız kapitalist düzenin gündelik hayatımızdaki yansımasıdır. Sanatın konumunun, gündelik hayattan uzaklaştırılması, hükümetin buluşu değil elbette. Eklemlendiğimiz endüstriyel-kapitalist politikalarda 'sanat', 'mal'a dönüştürülür. Mal en önemli değiş tokuş maddelerinden biri olduğundan, ticari çıkarlar neredeyse her şehrin üretimini etkiler ve pazarlık; emlakçılardan yöneticilere, kamu hakları savunucularına kadar birçok düzeyde cereyan eder. Bu bağlamda, yaşantıladığımız krizli günler, aniden beliren kötü bir sürpriz değil.
AKM fenomenine "bina köhneydi zaten, mimarisini pek beğenmiyorum", "içerik, asıl o dolsun", "içinde doğru dürüst bir şey üretilmiyordu, çok amaçlı merkez fikri fena değil" gibi, dar odaklarla yaklaşmak, güdük bir bakışı barındırır. Gerçek, bütün çıplaklığıyla kendini göstermekte ve bize sormaktadır. Şehrin merkezinde sanat mı olmalı yoksa? Cevap kesin bir dille; şehrin kalbinde sanatın olması gerekliliğidir.
Son günler 'merkez' sözcüğü etrafında şekillenirken, bu merkezin nereye bağlı olduğu konusunda net tanımlar gelmiyor. Şehir sözcüğünü; mimari kuramlar, şehir sosyolojisi gibi disiplinlerle düşünerek tanımlamayı deneyebiliriz. Bunu başarmak zorundayız çünkü dünyanın sayılı megapollerinden birinde yaşıyoruz.
Sevgiliyle İlk Buluşma Noktası
Mimarlık tarihçisi Spiro Kotof'u anımsıyorum. Kostof, 'yıkım'ın faşist düşüncenin taktiği olduğunu bulgulamıştı. Kendi deyimiyle "Öldürmek iyileştirmek değildir. Yıkmak sevgiyi beslemenin asla akıllıca bir yolu değildir" cümleleri bize tanıdık geliyordur sanırım. Geçmişle bağları kökten kopartacak olan yapıları yıkma işlemi Mussoli-ni'nin temel politikasıydı. İnsanların belleğinin silinmesine karar vermişti dikta rejimi. Anılar olmamalıydı, yeni yapılar yeni zihniyeti temsil etmeliydi... Şehrin bir parçasına müdahale etmek, fiilen o şehrin içinde yaşayan bireylerin kimliğine müdahale etmektir.
AKM binası da şehrin belleğidir. Sevgili ile ilk buluşulunan ya da ayrılman noktadır. İlk konser dinlediğimiz yapıdır. İlk sahne deneyimi yaşanır. Sanatçıların son yolculuklarına uğurlandıkları ya da her gün önünde dolmuş kuyruğu beklenen alandır. Yapının şehir kimliliğinin bir parçası olduğunu ve fonksiyonuyla değerlendirildiğinde başka bir alternatifin olmadığını kabul etmeliyiz. Galataport, Haydarpaşa, şimdilerde Taksim ve civarı. Adım adım sökülen bellek, bizim. Yıkım tartışmalarında taraf olmak, itiraz etmek, sosyal bir sorumluluktan ziyade kendimizle kurduğumuz ya da kurmaya çalıştığımız ilişkinin de ipuçlarını barındırmakta.
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamış
Bütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!

