Haberler

İstanbul'u sahiplenmek

Tarih: 31 Ağustos 2010 Kaynak: Referans Yazan: Seyfettin Gürsel
Doğma İstanbullu değilim ama büyüme İstanbulluyum. Onunla 11 yaşında tanıştım. Öğretmen ebeveynlerin çocuğu olarak Gaziantep'te doğmuşum. Balıkesir'e tayin nedeniyle aile bu kentten ayrıldığında 2.5 yaşındaydım. Gaziantep'i hiç hatırlamıyorum. Çocukluğum Balıkesir'de geçti. Bu kentin anıtlarının da toplumsal mekânlarının da hafızamda iz bıraktığını söyleyemem. Oysa, Galatasaray Lisesi'nin sınavına girmek için babamla Bandırma'dan vapurla İstanbul'a gelirken kent ışıklarının yarattığı heyecan hafızamda halen kazılı duruyor.

İstanbul'un büyüsü
Sonrası tutkulu bir ilişkinin öyküsüdür. Daha ilk adımda İstanbul'un büyüsüne kapıldım. Henüz yeni yetme gençken hafta sonları surlara ve İstanbul'un eski semtlerine saatlerce süren soliter ‘tetkik' gezileri düzenlerdim. Tarih tutkumu, Batı ve Doğu'nun kesiştiği iki büyük uygarlığa, Bizans'a ve Osmanlı'ya başkentlik yapmış, bu özelliğiyle yerli Rum halkın yanı sıra, Anadolu'dan, Balkanlar'dan, hatta uzak İspanya'dan farklı kökenlerden yerleşimciler sayesinde, Fransa Kültür Bakanı Frédéric Mitterand'ın deyimiyle ‘kültürler kavşağı' İstanbul'un cazibesine borçluyum.
Kentsel mekânları nispeten erken keşfettim. Ama anıtsal yapıları anlamlandıran, mimari görkemlerini somut zamana ve beşeri düzleme yerleştiren, kısacası kente ruhunu veren toplumsal tarihi daha sonra, adım adım keşfettim. Keşfetmeye de devam ediyorum. İslam İstanbulu'na aileden aşinalığım zaten vardı. Akhisarlı dedem önce Fatih Medresesi'nde, sonra da Mekteb-i Hukuk'ta okumuş. Büyük Fatih yangınından sonra sığındıkları Vatan Caddesi'ndeki imareti büyük annemden dinlemiştim. Ortodoks İslam'ın dışında kalan Bektaşiliğin, Mevleviliğin, tekke ve tarikatların farkına varmam ise zaman aldı.

Kozmopolit ruh
Kısa süre önce okuduğum doğma büyüme Fenerli Rum Ari Çokana'nın ‘Fener' adlı kitabından, çok değil 30-40 sene öncesine kadar bu semtin Rum sakinlerinin Bizans'a kadar uzanan bir tarihle iç içe yaşamakta olduklarını şaşkınlıkla öğrendim. Yine kısa süre önce Musevi Cemaati Başkanı Sami Herman ile bir sohbet sırasında Bizans döneminde, yani İspanya'dan göçten bir hayli önce, Bulgaristan'dan gelip Balat'a yerleşen Yahudi topluluğunun inşa ettikleri ilginç bir sinagogun varlığından haberim oldu.
İstanbul, önce yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'nun artçı sarsıntılarının, ardından da 1945'lerden itibaren yaşanan ‘zorunlu azınlık' göçlerinin sonucunda kozmopolit karakterini, bir bakıma kadim tarihinin yarattığı ruhunu büyük ölçüde yitirdi. Gidenler geri gelmeyeceğinden bu ruhu eski canlılığına kavuşturmak olanaksız. Ama yine de geriye kalanları muhafaza etmek, İstanbul'un son yarım yüzyılda uğradığı hoyratça yıkımlara rağmen hâlâ varlığını sürdürebilen büyük küçük, bilinen bilinmeyen çok sayıda tarihsel yapılarına ve mekânlarına sahip çıkmak mümkün. Bunun için kaynak ama daha çok da istek, irade ve akıl gerekiyor.

Avrupa Kültür Başkenti fırsatı
Kaynak konusu eskisi kadar kâbus değil. Kamu borç yükü, aynı zamanda da reel faizler çok düştü. İstanbul için para bulunur. İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti (AKB) faaliyetleri çerçevesinde AKB Ajansı'nın sergi, konser gibi faaliyetlerin dışında gerçekleştirmekte olduğu restorasyon, müze, kültür merkezi projelerinin (toplam 163 proje) bütçesi 200 milyon TL kadar. Bu Türkiye için büyük para değil. Geriye istek, irade ve akıl kalıyor. Bu yıl İstanbul'un Avrupa Kültür Başkenti olması, bu isteği yaratmak, iradeyi zorlamak, aklı da oluşturmak için iyi bir fırsat olabilir.
AKB Ajansı tarafından geliştirilen, koordine edilen ve kamu kaynaklarıyla desteklenen müze, kültür merkezi gibi kalıcı işlerin devamı gerekiyor. İstanbullular bu işlerin pek farkında değiller. Ben de ancak ajansın faaliyetleriyle ilgili bilgilendirme toplantısı sayesinde yapılan işlerin farkına vardım.

Akıllıca işler
Ayasofya'da, Topkapı Sarayı'nda, Galata Mevlevihanesi'nde restorasyon çalışmaları yapılıyor. Eski kütüphaneler, konaklar, okullar, kışlalar, saat kuleleri ihya ediliyor. Ama İstanbul'un kozmopolit ruhuna en uygun işlerin içinden ikisi, Kumkapı'daki Surp Vortvots Vorodman Kilisesi'nin kültür merkezi olarak restore ediliyor olması ile Hasköy'ün Yahudi cemaatini kaybetmesiyle depoya dönüşen Mayor Sinagogu'nun geri kazanılması dikkatimi çekti. Hoşuma giden diğer iki proje de Çatalca'da açılan Mübadil Müzesi ile Büyük Ada'da eylül ayında açılacak olan Adalar Müzesi. Adaların yakın geçmişe kadar kozmopolit İstanbul'un tipik bir mikrokozmosunu oluşturduğu düşünüldüğünde, bu müzenin İstanbul'u sahiplenmek adına ne kadar akıllıca bir iş olduğu açık.
İstanbulluların kentlerinin geçmişine ne kadar sahip çıkmak istedikleri konusunda çok iyimser değilim. Son beş yıldır neredeyse her hafta sonu Balıklı Rum'da yatmakta olan teyzemi ziyarete gidiyorum. Yol, Topkapı ile Yedikule arasındaki surların önünden geçiyor. Her defasında surları restore etme adına işlenen seri cinayetler sonucunda ortaya çıkmış olan sakilliğin iç sızlatan görüntülerine takılmadan edemiyorum. Cinayetin failleri için içimden sarf ettiğim sözleri burada tekrarlamak istemem.

Tabular yıkılıyor
Bizans ve Osmanlı mirası İstanbul ile pek tarihsel ve kültürel bağları bulunmayan günümüz İstanbul ahalisinin kahir ekseriyetinin surlar konusunda benimle aynı duyguları paylaştığını sanmıyorum. Yine de son zamanlarda tarihsel mirası korumaya yönelik kamusal duyarlılıkta bir artış gözlemlendiğini teslim etmek gerekir. Bu duyarlılık artışında, UNESCO'nun İstanbul'u ‘Dünya Kültür Mirası Listesi'nden çıkarma tehdidinin payı da olsa gerek. Ama bence son yıllarda giderek daha çok teneffüs etmeye başladığımız tabu yıkıcı havanın payı da önemli. Resmi tarihi sorgulamak, geçmişin utanç verici olaylarıyla yüzleşmek bir avuç ‘uçuk kaçık' aydının deli cesareti olmaktan çıktı, önemli ölçüde toplumsallaştı.
Bu özgür ortamda İstanbul'un tarihsel mirasına sahip çıkma isteğinin ve iradesinin giderek güçleneceğini umuyorum. İradeden kastım elbette siyasal otorite. İstanbul'un az çok ayakta kalabilmiş olan tüm tekkelerini, kiliselerini, sinagoglarını ihya etmek, buralarda sergiler, kültürel faaliyetler düzenlemek, lise ve üniversite öğrencilerini İstanbul'u toplumsal geçmişiyle birlikte tanımaya teşvik etmek, Ankara'nın ve elbette yerel yönetimlerin sorumluluğunda. Bu konuda hükümetin ve Büyükşehir Belediyesi'nin duruşunu cesaret verici bulduğumu belirteyim.

Yeni kurum ihtiyacı
Yine kabul etmek gerekir ki, kaynak, istek, irade bir araya getirildiğinde bile amaca en kısa zamanda ve en etkili şekilde ulaşılabileceğinin garantisi yok. Tarihsel yapıları restore etmek, kadim mabetleri ihya edip onlara yeni işlevler kazandırmak hiç de kolay bir iş değil. Fazla sayıda kamusal kurum arasında koordinasyon sağlamak gerekiyor. Çıkar çatışmalarını, hatta kurumlar arası husumetlerin üstesinden gelmek gerekiyor.
AKB Ajansı'nın bir yılık deneyimi bu işlerin ne kadar zor olduğunu ispatlamış durumda. UNESCO'nun Dünya Miras Komitesi'nin iki hafta önce Brezilya'da yaptığı toplantıda topun ağzına gelmiş olan İstanbul'a zaman kazandıran ‘İstanbul Tarihi Yarımada Yönetim Planı Çalışması'nı hazırlayan ABK Ajansı'nın koordinasyonda başarılı olabileceği anlaşılıyor. Naçizane önerim, ABK Ajansı'nın yıl sonunda bitecek süresini beklemeden bu kurumun İstanbul'u sahiplenmek için daha kapsamlı ve daha yetkili yeni bir koordinasyon kurumuna dönüştürülmesi.

Takvim
<<Haziran 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
    1 2 3 4 5
6 7 8 9 10 11 12
13 14 15 16 17 18 19
20 21 22 23 24 25 26
27 28 29 30      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.