Haberler

Avrupa Kentlerindeki Kamusal Alanlar

Tarih: 27 Haziran 2007 Kaynak: Nordisk Journal of Architecture Yazan: Ali Madanipour Çeviren: İrem Çağıl

Trafalgar Meydanı - Londra, Kaynak: betterpublicbuildings.gov.uk

Kentin kamusal alanları kent otoritelerinin, özel sektör üreticilerinin ve yapılı çevre profesyonellerinin gündeminin en üst sırasını işgal etmektedir. Bir zamanlar bu kamusal alanlar gelişme sonrası artık mekanlar olarak kabul edilmekteyken, şimdi kentlerin dönüşümdeki anahtar rolleri nedeniyle çok önemsenir hale gelmişlerdir. Bu makale bu yükselişin ardındaki nedenleri anlamayı ve kentlerdeki kamusal alanlar hakkında bir araştırma ve tartışma platformu oluşturmayı amaçlamaktadır. Makale konu hakkında Avrupa’daki kentsel kamusal alanların yüzleştiği mücadeleler ve tehditleri de içeren bazı ana temaları ve meseleleri işaret etmeden önce, kamusal alanları analiz ederken ele alınması gereken kuramsal çerçeve tartışmalarıyla başlayacaktır.

Kentsel Alanlara Çok Boyutlu, Dinamik Bir Bakış
Yapılı çevreler hakkında yapılan çalışmalarda en sık yapılan ayrım nesneler ve insanlar arasındadır. Mimarlık öğrencileri, örneğin, toplumsal çevreden ziyade fiziksel çevreyle, insanlar ve ilişkilerden ziyade yapılı çevreleri oluşturan nesnelerle ilgili oldukları konusunda ısrarcı olabilirler. Fiziksel ve sosyal arasındaki bu sınıflandırma, çok açık olmasına rağmen insanlar ve nesneler arasındaki çizgiyi fazla keskin bir şekilde çizer. Ne var ki, insanlara referans vermeden nesnelerle ilgili çalışma yapmak imkansız olabilir. Fiziksel bir çevreyle ilgili çalışmalar yaptığımız zaman biz de, nesnelerin kendiliğinden olan nitelikleriyle ilgili çalışmalar yapan ama o nesnelere onu icat eden ya da kullanan insanların yüklediği işlevsel ya da sembolik anlamlandırmaları gözardı eden bilim adamları gibi, nesnelerin insanlarla olan ilişkisini ihmal ederiz. Bu tür bir araştıma biçimi binaları ve mekanları ölçümleyebilir ve onların biçimlerini ve orantılarını tanımlayabilir; ancak bundan ötesi de vardır. Bu anlaşılabilir nötr tanımlamaya atfedilen bir anlamlandırma katmanı daima vardır. Her zaman bu nesneleri icat eden ve kullanan bireylere ve topluma bir referans olacaktır. Nesneler sadece, insani bir uzlaşma sonucu onlara bir anlam ve değer atfedildiği zaman anlaşılabilir bir bağlam içinde ele alınabilecektir (Searle, 1995). Bu nesnelerin insanlardan bağımsız bir şekilde varolamayacakları anlamına gelmez ama vurgulanmak istenen de nesneleri algılama biçimimizin daima kaçınılmaz olarak insan merkezli olacağıdır.

Buna zıt olarak, kentsel sosyoloji konusunda çalışanlar, örneğin, insanlar arası ilişkilere odaklandıkları konusunda ısrarcı olabilirler; onlar için nesneler ve binalar bu anlamda araştırma sorularının dışında bırakılacak ya da marjinalleştirilecektir. Bazı şehir plancıları bunu süreç ve ürün arasındaki bir ayrım olarak kabul edeceklerdir ve dikkatlerini ürün üzerinde değil, süreç üzerinde yoğunlaştıracaklardır. Bu yaklaşım da aynı şekilde fiziksel ve toplumsal hayatlar arasındaki çizgiyi fazla keskin bir şekilde çizmek olacaktır. İnsanlar arası ilişkiler sıkça nesneler üzerinden deneyimlenmekte, fiziksel çevre içinde vuku bulmakta ve toplumsal ilişkilerin içindeki maddesel boyuttan kurtulamamaktadır. Bu yüzden, şehrin fiziksel ve toplumsal görünüşleri arasında bir ayırım yapabiliriz ama onları birbirleriyle ilişkili ve birbirlerine bağımlı olarak ele almamız; başka bir deyişle, şehri toplumsal-mekansal bir fenomen olarak algılamamız gerekmektedir. Bir bakıma, kentsel mekanın fiziksel ve toplumsal görünüşleri arasında bütüncül bir ayrım düşüncesi, bedenin ve zihnin tamamen ayrı olduğunu öne süren Kartezyen dualizm ile karşılaştırılabilir (Descartes, 1968). Ne var ki Descartes’dan sonraki pek çok felsefeci ve bilim adamı bu ayrımı tatmin edici bulmamış ve bu iki fenomenin bir arada işlediğini öne sürmüşlerdir (ör: Greenfield, 2000).

Eğer kamusal alan çalışmaları fiziksel çevreyi, örneğin toplumsal ve psikolojik anlamları gibi, insani yönleriyle ele alan bir araştırma biçimi ise, bu fiziksel çevrenin nasıl kavramlaştırılacağını bulmak çok önemlidir. Kamusal alan araştırmamızda biz “mekan” kavramını sanki karakteristik özelliklerini ortaya çıkararak analiz edeceğimiz bir varlıkmış gibi ele alacağız. Ne var ki, mekanı kendiliğinden varolan bir kavram olmaktan ziyade, mekanın karakteristik özelliklerinin onunla ilişki içinde olan nesneler ve insanlar üzerinden nasıl okunabileceğini de görebiliyoruz. Örneğin, bir şehir meydanının boyutu aynı zamanda onu çevreleyen binalar arasındaki ilişkiler ağı, yüksekliklerin genişlikle orantısı, gözlemcinin konumu, gözlemcilerin daha önceki deneyimleri vs. olarak da ifade edilebilir. Bu, mekanın doğası hakkındaki klasik tartışmada kısmen görünür hale gelmektedir: mekan bağımsız bir nesne olarak mı varolmaktadır yoksa basitçe nesneler arası ilişkilerin bir yansıması mıdır? Antik matematikçi Euclid ve onu takip eden Descartes, mekan kavramını ölçülebilir, bölümlere ayrılmış ve çeşitli biçimleri ve ölçekleri olan sonsuz bir varlık olarak kavramsallaştırmıştır (Descartes, 1968:56). Bu katı mekan nosyonuna tepki olarak, diğer düşünürler göreceli mekan kavramını, mekanın nesneler arasındaki ilişkilerden daha fazla bir şey olamayacağı düşüncesi üzerinden üretmişlerdir. Leibnitz’in de ifade ettiği gibi mekan, aynı anda aynı zamanda bir arada varolan şeylerin bir düzenidir (Leibnitz, 1979:89). Mekanın somut ve göreceli nosyonları arasındaki dikotomi Newton ve Einstein tarafından örneklendirilmiştir ve o zamandan beri bilim ve teknolojinin pek çok alanında kullanılmıştır. Einstein’in de öne sürdüğü gibi, mekana dair bu iki tanım da, ışık hızında olmasa da gündelik yaşamın hızında, insan zihninin basit bir tahayyülü olabilir (Jammer, 1955)

Şehrin tanımları normatif kuramsal ve disipliner çerçeveler içinde saklıdır. Bir tekil şahsın bakış açısını sorgulayan kuramsal yaklaşımlar ve disiplinler vardır. Ekonomik analiz, çevre psikolojisi ve felsefi sorgulamalar bu tarz bir paradigmanın üzerine kurulmuştur. Buna zıt olarak, kentsel mekanı grup dinamikleri filtresinden geçirerek analiz eden kent sosyolojisi ve kentsel coğrafya gibi disiplinler de vardır. Madalyonun iki yüzünde de tartışmaları uç noktalara taşıyanlar vardır: kimine göre toplum diye bir şey yoktur (Britanya Eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın meşhur sözleri) ya da birey diye bir şey yoktur (bireyleri toplumsal yapının önemsiz temsilcileri olarak gören yapısalcılar) gibi. Elbette bu iki görme biçimini birbirleriyle karşılıklı etkileşim içinde algılamak da mümkündür; bireyler hem kendi yetileri ve eylemlerinden sorumludur hem de onların üzerinde doğrudan etkisi olan ya da onlardan doğrudan etkilenen toplumsal ve uzamsal bağlamların içindedir (Bourdieu,2000; Giddens, 1984). Bu sebepten kentsel mekanlar, kimsenin seçimler yapmak ya da bu seçimlerin oluşma sürecine alternatifler oluşturmak anlamında sorumlu olmaması nedeniyle, insani süreçler içinde yaratılmamaktadır. Tek başına, bağlam dışı ve toplumsal ve tarihsel konumun ötesindeki bireyler tarafından da oluşturulmamaktadır. Kentsel mekanları sorgulamak bu belirsiz süreçler ve bireysel katılım, insan faaliyetleri ve toplumsal bağlamlar arasındaki etkileşimi algılayınca daha da sofistike bir hal almaktadır. Kentsel mekan algımız, bu sebepten, analizimize uyguladığımız kuramsal çerçeveye; bu çerçeveler de disipliner eğilimimize, toplumsal gruplarımız ve terbiyemize, kültürel değerlerimize ve normlarımıza bağlıdır. Kentsel mekanın mimarlar ve şehir plancıları tarafından ele alınış biçimi, bu sebepten, konunun fiziğin zamansız yasaları içinde ele alınışı gibi tamamen bilimsel bir araştırma olmayacaktır; onun yerine belirli bir kitle tarafından geliştirilen ve kullanılan haliyle mekanın yorumlanışı olacaktır (Lefebvre, 1991). Ayrıca, bu araştırmacının belirli bir konumdan yaptığı yorumdur. Bu tabii ki, bahsedilen değişik konumların birbirine çok yabancı olup bu kişilerin birbirini anlayamayacağı ya da yorumları hakkında bir uzlaşma sağlayamayacağı anlamına da gelmez. (Williams, 2002).

Belirli bir bağlamın içinde olmak, bir sürece katılan kişilerin bakış açıları arasında bir başka ayrım biçimine de yol açar. Fenomenolojistlerin de tartıştığı gibi, bu durum dünyayı tekil bir bakış açısıyla yorumlamak, gözlemcinin konumundan görmek anlamına gelir. Bu konumun doğal sonucu relativizm, yani bütün gözlemcilerin gerçeğe eşit mesafede olması anlamına gelir ve esasen hiçkimse bu konumda değildir. Kimileri için bu dünya hakkındaki nesnel bilginin reddi demek iken, kimileri için de üçüncü bir şahsın bakış açısını talep ederek birinci şahsın bakış açısını ihmal etmek anlamına gelir. Üçüncü şahsın bakış açısı bilimin bakış açısıdır, dışarıdan bakarak birinci şahsın bakış açısının içerebileceği zihinsel durumları ve duygusal ifadeleri göz önünde bulunduran bir tutumdur. Bu nesnel bakış açısı bireylerin ve grupların kararlarındaki faydacı eylemleri, toplumun politik ve ekonomik iskeletini ve kentsel mekanın her bölümünün nasıl üretildiğini, dönüştüğünü ve belirli bir şekilde nasıl kullanıldığını açıklayabilir. Bu bakış açısı gözlemcinin bu eylemleri parasal getirileri ve politik gücü maksimize etmeyi hedefleyen faydacı amaçlara göre sorgulamasına imkan tanır. Bu, ne var ki, insan eylemlerinin anlamlı davranışlarını açıklamakta çok seyrek başarılı olur; kentsel mekanın estetik ve kültürel boyutları da ele alınmalıdır. Bu nedenle inançları ve eylemleri, nesneleri ve mekanları hem birinci hem de üçüncü şahsın bakış açısıyla görebilmek, işlevsel ve faydacı kullanımları, ifadesel ve kültürel görünüşleri öznel ve nesnel boyutlarıyla ele alabilmek için çok önemlidir. (Lefebvre,1991; Madanipour,1996).

Kentsel mekanı analiz ederken, örneğin dinamik bir bakış açısına sahip olabilmek için, bir avantajlı noktadan diğerine hareket edebilme kapasitesine sahip olmak çok önemlidir. Dışarıdan gözleme klasik örnekler, bir alan üzerinde çalışmak için kullanılan büyük ölçekli haritalar ya da uydu fotoğraflarıdır. Bunlar bilgiyi elde etmek ve gelecekteki eylemleri planlayabilmek için çok önemli araçlardır ama aynı zamanda bu mekanlarda yaşayan ve belki de oraya sıkı bir şekilde eklemlenen insanların gerçek yaşamlarını göstermeyen, kağıt üzerindeki önemsiz çizgilerdir. Bir mimar ya da şehir plancısı harita üzerindeki bazı çizgileri belirli bir mekandaki bazı fonksiyonlara daha uygun olması amacıyla değiştirmeye karar verebilir ama bu orada yaşayan insanlar için çok sevdikleri bir alanı kaybetmek anlamına gelebilir. Bir yere hem kuşbakışından hem de yer seviyesinden, hem öznel ve duygusal olduğu kadar nesnel ve profesyonel bakış açılarından bakmak önemlidir. Bu bir mekanı sayılar ve figürlerle olduğu kadar hikayeler ve hatıralarla, dışarıdan olduğu kadar içeriden analiz etmek anlamına gelir. Bir mekanı pazardaki değişim değeriyle olduğu kadar o mekanı uzun süredir tüketen insanlar için olan kullanım değeriyle analiz etmek gerekmektedir. Kentsel mekanı analiz etmek için kullanılan kuramsal çerçeve bu sebepten, bakış açılarının çoğulluğu kadar içerdiği meselelerin karmaşasını da göz önünde bulunduran dinamik ve çok boyutlu bir yaklaşıma ihtiyaç duymaktadır.

Yapılı çevre için herhalde en iyi örnek, mekan ve yer nosyonları arasındaki dikotomi olarak kısmen ifade edildiği biçimiyle, modernistler ve onları eleştirenler arasındaki tartışmalardı. Mekan çeşitli işlevsel ihtiyaçlar için biçimlendirilebilen soyut bir varlıkken, yer kavramı değerlerle donatılmış ve toplumsal ve psikolojik anlamlar ve ilişkilerle ifade edilmiştir. Mekan ve yer dikotomisi ayrıca toplum ve topluluk, üzerinde uzlaşmaya varılan ve tarih içinde evrim geçiren arasındaki ayrımı da yansıtır. Bu kavramlar, toplumun soyut mekanı ya da topluluğun göreceli mekanının; kentsel mekanlar şebekesi içindeki işlevsel bir mekan ya da toplumsal ve psikolojik ağlardaki belirli bir lokasyonun çelişen yorumlarını yansıtır. Bir kamusal alan çalışması için bahsi geçen dikotomilerin uygulanması, varsayımlarımızın ve belirli bir mekanın bu yorumlamaların çoklu katmanlarından oluştuğunun bilincinde olmak demektir: kimileri kamusal alanı sadece kentsel mekanların bir parçası olarak ele alır, kimileri de bu alan bir topluluk için anlamlı olan bir herhangi bir yerdir.

Bütün eylemler ve olaylar uzamsal ve zamansaldır: bir zamanda ve bir mekanda gerçekleşirler ve benzer şekilde uzamsal ve zamansal çevreyle biçimlenirler. Halbuki, zaman ya da mekana vurgu yapmak suretiyle birinin yerine diğerine dikkat yoğunlaştırarak tartışma eğilimi daima olmuştur. Kent fenomenini araştırmada disipliner eğilimler etkin olmuş görünmektedir: Bazıları öznenin uzamsal boyutlarını gözardı ederek tamamen araştırmanın tarihsel görünümleri üzerine odaklanmıştır. Bu, toplumsal fenomenleri zamansal bir şemaya göre yorumlayan Marksist teoriler ve diğerlerini besleyen Hegelci analizin başat özelliği olmuştur. Bu düşünce biçimine göre, olaylar ancak çizgisel bir evrim yorumuna uyuyorsa anlam kazanmaktadır. Diğerleri esas olarak öznenin zamansallığı yerine uzamsallığına odaklanmışlardır. Mimari, şehir plancılığı ya da coğrafya gibi uzamsal sanat ve bilimler özlerini uzamsallık olarak tanımlamışlardır. Bu yaklaşım bir yandan analizin iskeletini anındalık olarak açımlamış ve zamansalcıların desteklediği çizgisel analiz biçimine meydan okumuştur. Fakat diğer yandan uzamsallık üzerine çok fazla vurgu yapmak donmuş anlara bakmak, şeyleri dönüşüm süreçleri içinde görememek anlamına gelebilir. Bir bina ya da kentsel mekan durağan, zamansal değişimin çeşitli etkilerinin öznesi olmaktan uzak, zamansız ve değişmeyen bir nesneye dönüşebilir. Bazıları zaman ve mekanı metafiziğin önemsiz meseleleri olarak ele almıştır; onlara göre zaman ve mekan elle tutulur somut varlıklar değildir ve süre ve mesafeyi yansıtmaktan uzaktırlar. Daha soyut bir düzeyde, zaman ve mekan dünya deneyimimizin biçimlendiği, binalarımızın ve kentsel mekanlarımızın içinde oluştuğu ve dönüştüğü çatılardır. Daha somut bir düzeyde, bütün binalar ve kentsel mekanlar, onları inşa eden ve kullanan insanlarla birlikte, süre ve mesafenin konusu olan maddi nesnelerdir. Kentsel mekanı zaman ve mekan kavramlarına ikili bir referans oluşturarak analiz edebiliriz: zaman içindeki evrimi ve dönüşümüyle ve mekan içindeki ilişkiler ve konumlarla. Zamansal ve uzamsal disiplinlerde bunlardan birine, diğerini gözardı ederek yoğunlaşma eğilimi vardır ve yeniden yorumlama yapmak gerekir: zamansız bir uzamsal araştırma çok durağandır ve mekansız bir zamansal araştıma çok çizgiseldir; dinamik bir bakış açısının ikisini bir araya getirmesi gerekir.

Ayrıca, kamusal alanı tanımlayan “kamusal” teriminin anlamını da açıklığa kavuşturmak gereklidir. Kelimenin sözlük karşılıkları çoğunlukla özel anlamıyla çelişmektedir. Bir kamusal alan herkese açıktır; kamu otoriteleri tarafından tüm insanların kullanımı için oluşturulur ve yönetilir ve hem devlete hem topluma hizmet eder. Ne var ki, toplum aynı zamanda özel mülkiyetin, ailelerin, bireylerin ve pazarın oluşturduğu bir bütünlüktür ve belli bir belirsizliği içerir. Diğer bir belirsizlik de kamunun yapısındadır: herbirinin farklı tip karakteristiği ve talepleri olan bir çok topluluktan oluşan karmaşık bir toplumda tekil bir kamu anlayışı nasıl olabilir? Toplumun yapısındaki erkek egemenliğine karşı duran feminist eleştiri, toplumun içindeki diğer farklılık biçimleri gibi, kamuya dair tarihsel ve geleneksel tanımlara meydan okumuştur. Kamusal alan kişiler arası mı yoksa kişisel olmayan ilişkilerin mi alanıdır? Kentin kamusal alanları sıkça farklı anlamları içerir ve çeşitli kişiler için farklı roller oynar ve kamusal alanların “kamusallığı” özel alanları nasıl tanımladığımızla ilintilidir. Kamusal alanların ortak özellikleri özel alanların arasında konuşlanmış birey ya da grup kontrolünün dışındaki yerler olmaları ve birbirinin içine geçmiş işlevsel ve sembolik amaçlar için karmaşık kentsel popülasyon tarafından kullanılmalarıdır. Bu alanlar ne kadar az kısıtlanırsa o kadar kamusallaşır; bu kısıtlamaların etrafında kentin kamusal alanlarının tanımlanacağı mücadeleler olmaktadır.

Dönüşümdeki Kamusal Alanlar
Dinamik ve çok boyutlu bakış açımız bizi kamusal alanları kente dair daha geniş bir bağlamda ve kentin geçirdiği değişimler içinden bir araştırma yapmaya yönlendirmektedir. Çağdaş kentler derin bir değişim geçirmektedirler (Sassen, 2002; UN, 2001; Short&Kim, 1999). Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu kent merkezlerinde yaşadığı için, kentler fikirlerin, ürünlerin ve servislerin dolaşıma girmesi için birincil yerleşkeler olmuşlardır (Toepfer, 1999). İki yüzyıl önce, kentler endüstri devriminin doğduğu yer olmuşlardır; işlevleri, nüfusları ve yapılı alanları bu temel değişimi düzenlemek üzere değişmiştir. Şimdi bu periyodun sonunda, Batılı kentler yeni bir kökten değişim sürecine şahit olmaktadır. Eskiden endüstrinin merkezi olan ülkeler küreselleşme bağlamında yönetim ve para dolaşımı rolünü üstlenirken, dünyada yeni bölgelerin endüstrileştiği yeni sınai düzenlemeler ortaya çıkmıştır. Eski sanayi biçimlerinin ortadan kalkması ve servis sektörünün bariz yükselişi bir kez daha kentlerin yapısını ve işlevini dönüşüme uğratmaktadır. Bir zamanlar dünyanın fabrikaları olan Batılı sanayi kentleri şimdi bir dönüşüm sürecinden geçmektedir: bazı kentler bu dönüşümden kötü etkilenmiştir, bazıları ise kent egemenliğindeki bir dünyada anahtar roller üstlenerek yeniliklerin ve kontrolün merkezleri olmuşlardır.

Kentlerin rollerinde süregelen bu dönüşüm, bu kentlerde yaşayanlar ve yapılı çevre için kaçınılmaz sonuçlar doğurmuştur. Kurumların ve işlevlerin değişmesine bağlı olarak kentsel mekanlar ve kent yaşantıları da dönüşüme uğramıştır. Bu da bir biçimden diğerine problemsiz bir geçiş değildir. Diğer bütün kökten değişimler gibi, çağdaş kentlerin neredeyse tüm görünüşüne yönelik tehditler ve saldırılar ortaya çıkmıştır. Kamusal alanlar da bu tehditlerin en görünür olduğu bölgelerdir. (Sitte,1986; Sennett, 1984; Walzer, 1986; Miethe, 1995; Punter, 1990; Loukaitou-Sideris, 1993; Madanipour, 2003).

Bir çok teknolojik yenilik endüstri devrimini mümkün kılmış ve çok sayıda işçinin ve fabrikanın kent merkezlerinde yoğunlaşmasına neden olmuştur. O zamandan beri pek çok büyük dalgayla kentlerin biçimleri, bazı şehirlerin köylerin etrafında düşük yoğunluklarla yayılmasıyla dönüşüme uğramıştır. Banliyö trenleri ve metrolardan araba ve otobüslere kadar uzanan gelişmiş ulaşım teknolojileri ile iletişim ve enformasyon teknolojileri kentin bütün yönlere doğru yayılmasına neden olmuşlardır. Daha küçük yerleşkeler bile artık tek katlı binaların, iş merkezlerinin ve boş zaman komplekslerinin bir kombinasyonu olarak tahayyül edilebilmektedir. Bu, bir ya da daha fazla kamusal alanda yoğunlaşan girift bir yapının gözlemlendiği modern öncesi kentin yapısıyla tezat oluşturmaktadır. Antik agora ve forumlarda ya da ortaçağ pazar yerleri ve kilise meydanlarında kentteki pek çok büyük olay gerçekleştirilebiliyordu. Bunlar kentlerin kamusal alanlarını, pek çok aktivitenin gerçekleşebileceği alternatifsiz bir işleve sahip mekanlar haline getiriyordu; aynı zamanda bu alanlarda pazarlar kurulabiliyor, siyasi toplantılar yapılabiliyor ve kamusal seremoniler ve ritüeller gerçekleştirilebiliyordu. Ne var ki bu işlevsel biraradalık, kentlerin büyümeye başlamasıyla beraber yokolmaya başladı ve bu eylemlerin tek bir merkezde gerçekleştirilmezi fiziksel olarak imkansız bir hal aldı. İş ve iskan alanlarının ayrılmasıyla ve geniş bir kent alanına yayılma kaçınılmaz bir hal alınca, kent merkezinin ve kamusal alanların insanları bir araya getirme kapasitesi azalmaya başladı. Şimdi ekonomik, politik ve kültürel eylemleri tek bir mekanda aynı seviyede gerçekleştirmek imkansız bir hale gelmiştir. Bu herhalde modern zamanların kentin kamusal alanlarının tarihsel rolüne en büyük etkisidir. Beher işlevin doğasının değişmesi ya da başka bölgelere taşınması sonucu, kamusal alanların işlevleri de arka arkaya yokolmuştur. Pek çok Avrupa kentinde bir zamanlar tarihi olaylara şahit olmuş kamusal alanlar artık sadece boş vakitlerin değerlendirildiği yerlere dönüşmüştür.

Kamusal alanların en büyük kayıplarından birisi politik rolleri olmuştur. Bir zamanlar kamusal alanlar ve kamu içiçeyken, şimdi kamusal alanlarda pek seyrek kamusal olaylar gerçekleşmektedir. Antik Yunan demokrasisi, kent elitleri site devletinin sorunlarını tartışmak üzere kamusal alanlarda bir araya gelmeselerdi mümkün olamazdı. Günümüzde demokrasilerdeki gündelik fikir alışverişleri sıklıkla bu fiziksel, kentsel kamusal alanların dışında gerçekleşmektedir: politik kurumların içinde ve kitle iletişim araçları üzerinden ve sivil toplumun iletişim ve etkileşimin daha küçük araçlarıyla. Kamusal alandaki politik tartışmaların biçimi basılı ve elektronik medyanın ortaya çıkmasıyla dramatik bir şekilde değişmiştir. Televizyon ve gazetelerle, bir yandan da siyasi toplulukların daha geniş kitleler tarafından oluşturulmaya başlamasıyla, modern toplumun politik fikir alışverişleri artık tek bir fiziksel alanda yer almamaya başlamıştır. Örneğin kitle toplumu hakkındaki kaygılarını dile getiren Habermas (1989) ve Arendt (1958) gibi düşünürlerin bu genişlemeyi kamunun niteliği üzerindeki bazı olumsuz etkileri nedeniyle teessüfle karşılamasına rağmen, bu açılımın ileriye doğru atılmış bir adım olduğu şüphesizdir. Bugün özelleştirilmiş alışveriş merkezlerinin siyasi gösterilere izin vermemesinden şikayetçi olan bir çok kişi vardır. Prensip olarak bu yerinde bir itiraz olarak gözükse de, kamusal hayatın modern dönemdeki değişen gerçekliklerini, alışveriş merkezlerinin etkilerini göz önünde bulundurmaksızın gözardı etmektedir. Bununla beraber, kamusal alanlar hala ayaklanma dönemlerinde, geçmiş yıllarda Doğu Avrupa’daki komünizm karşıtı ayaklanmalarda ya da hemen her yerdeki siyasi yürüyüşlerde ya da protestolarda olduğu gibi önemli bir rol oynamaktadır. Bu alanların bir dönemki politik önemi kalmamış olsa da, kullanılabilirliklerini daha fazla kısıtlamak kamunun önemli özgürlüklerinden bir kısmını tehlikeye atabilir. Bu anlamda, kamusal alanlardaki eylemler kısıtlandıkça, bu alanların siyasi boyutları iyice tehdit altında olacaktır.

Ne var ki, kamusal alanlara yönelik daha büyük bir tehdit siyasi değil ekonomik anlamdadır. Kentlerdeki güncel kökten değişim, liberalleşmeyi ve özelleşmeyi güçlü bir şekilde destekleyen küresel ekonomideki yapısal dönüşümler olmuştur. Bir dönem ekonomik gelişimin göstergesi olarak kabul edilen özel sektör şimdilerde bazı çevreler tarafından benzer bir gelişimin önündeki engel olarak görülmektedir. Ekonomik varlıkların ve eylemlerin özel sektör kuruluşlarının eline geçmesiyle birlikte bu engellerin ortadan kalkacağına ve ekonomik bir dinamizmin oluşacağına inanılmıştır. Halbuki bu yaygın strateji kamu mallarının tedarik edilmesine yönelik tehditler ve engelleri ortaya çıkarmıştır. Özel sektör bu alana katılımını ortadan kaldırırsa, gerekli kamusal ürünleri ve hizmetleri kim sağlayacaktır? Kentlerdeki kamusal alanlar bu kamu ürünlerinin ve hizmetlerinin arasındadır ve normal olarak özel sektör tarafından sunulmamaktadır çünkü özel girişimciye somut bir fayda sağlamamaktadır. Özel kuruluşlar kendi kentsel kalkınma planları içindeki kamusal alanlara yatırım yaptıkları zaman, eğilimleri bu alanlara erişimi, kontrolü elde tutabilmek amacıyla kısıtlamak olacaktır ve böylece kullanım ve bakım giderlerinden de tasarruf edilecektir. Niyet bu yarı-kamusal alanları kamunun kullanımına açmaktan ziyade, özel kullanımlar için geliştirmek yönündedir. Kentsel gelişim programları özel sektör tarafından daha fazla ele alındıkça her geçen gün daha fazla kamusal alan özelleşecektir. Fakat bir kent özel bölgelerin bir bütünü değildir; kamusal alanla serbestçe kullanılmaksızın kentlerdeki ekonomi ve toplum işlevsizleşecektir. Bir kentteki kamusal alanlar özel girişimcilerin kontrolü altına girerse, bir açık Pazar ekonomisindeki ürünlerin ve hizmetlerin hareketi tehlikeye girecektir. Ayrıca bir demokraside vatandaşların kent içindeki hareket özgürlüğünün de altı oyulacaktır. Kamu ve özel sektörler arasındaki dengeleri değiştirecek olan kamusal alan özelleştirilmeleri kent yaşamına karşı büyük bir tehdittir. Bu tarz bir özelleştirmenin aşırı sonuçları, ABD’deki gibi yüksek seviyede özelleşmiş ekonomilerde görülebilir. Ekonomik liberalizasyonun ve kamu ürünlerine yönelik tehditlerin kapsamı, toplumsal kaygıları olan yönetimlerin yerini ekonomik olarak liberalleşmiş yönetimlere bıraktığı Avrupa ülkelerinde de artmaktadır.

Uzamsal yayılmanın ve ekonomik liberalizasyonun bir araya gelmesinin bir toplumsal sonucu vardır: ayrımcılık. Pazar ekonomisinin olduğu kentler geliştikçe ve yayıldıkça toplumsal yapıları ülkenin ekonomi politikasıyla şekillenmiştir. Arazi fiyatları o araziyi kullanan insanların sosyo-ekonomik durumlarını yansıtmıştır. Yeniden yapılanan kentler zengin ve yoksul arasında daha derin uçurumlar üreterek bu uzun süreçli eğilimi kızıştırmışlardır. İyimserler için bu ekonomik değişimin kısa vadeli bir sonucu iken, diğerlerine göre kentlerin toplumsal düzenlerine yönelik ciddi bir tehdittir. Yükselen suç oranları bazı kamusal alanları içinde hoşça vakit geçirilecek yerler olmaktan çıkarıp çekinilecek yerler haline getirmiştir. Bir yandan toplumsal ayrımcılık ve kutuplaşma farklı olana yönelik bir korku doğurmuştur: fakirler istenmediklerini ve reddedildiklerini düşünürlerken zenginler kendilerini kırılgan ve tehdit altında hissederler. Kentlerde yabancıların barınacağı özel mekanlar yaratmak üst sınıfa ait etrafı çevrili ve korunaklı özel mahallelerin ve özelleştirilmiş kamusal alanların mantığının bir parçasıdır. Bu bazı problemleri azaltabilir ama diğerlerine karşı hoşgörülü olamayan bölünmüş ve yabancılaşmış ve hatta farklı bireylerin ya da grupların sorunlarından bihaber bir kentsel nüfusu içeren yeni sorunları yaratır. Bu sebepten dolayı kent sakinlerinin bir arada yaşama yetisi, birbirinin farkında olmak ve çevrenin gelişimi için beraberce çalışmak potansiyel olarak tehlikeler içeren bir biçimde erozyona uğrar. Kentin kamusal alanlarından kaçarlar, sadece kendilerini güvende hissettikleri yarı-kamusal alanları kullanırlar ve bu da sadece daha fazla bölünmeye ve toplumsal düzenin bozulmasına neden olacak bir kabileleşmeye yol açar.

19. yüzyılda doğanın hijyen ve estetik amaçlarla şehrin içine sokulması ve parkların ve bulvarların kullanıma açılmasıyla kent hayatının kalitesini yükseltmeye yönelik çabalar olmuştur. Bunun aksine, 20. yüzyılın sonlarında bu kamusal alanlarda bir yokolma ve dolayısıyla kent yaşantısında bir azalma görülmüştür. Bu kamusal harcamalardaki kısıtlama güvensiz ve iyi korunmamış parklar, kötü aydınlatılmış sokaklar ve çirkin şehir meydanları anlamına gelir. Kamusal alanlarda kısıtlamalara gitmek ve mevcut ya da yeni inşa edilmiş alanları özelleştirmek, kimilerinin öne sürdüğü gibi özel sermayenin kamusal bir kullanım yerine özel kullanımlara yönlendirilmesi anlamında bir çözümdür. Kimileri içinse sadece kentin içindeki vitrinlere özen gösterilmiş, civar ve marjinal alanlar ihmal edilmiştir. Kentteki kamusal alanlar yetersiz ödenek, özelleştirme, işlevsel bölünmeler ve anlamlı kullanımın yokolması yüzünden tehdit altında kalmıştır. Halbuki bir kent kamusal alanları olmadan bir kent değil, yalnızca bir bölümler topluluğudur. Bu konuda bir şeyler yapılması gerektiği için, kentsel tasarımcılar bir kampanya programı oluşturmuştur: kentsel tasarımın ana kaygılarından birisi kentsel yapıyı geliştirmek ve korumak, erimesine ve ortadan kalkmasına karşı çıkmak olmuştur. Avrupa kentlerinin kamusal varlıklarına sahip çıkan geleneği takip edilmesi gereken bir modeldir.


Concorde Meydanı - Paris, Kaynak: deviantart.com 

Kentlerin dönüşüm sürecinde kamusal alanların önemi

Dünyadaki diğer kentlerle karşılaştırıldığında, Avrupa kentlerinin toplumsal ve kültürel hayatın önemli parçalarından biri olan yüksek kalitede kamusal alanlarının olduğunu görürüz. Bu alanların mimarilerinin güzelliği ve zenginliği ve insanların yaşamlarındaki önemi çok iyi belgelenmiştir. Bu kamusal alanların özelleştirilmesi ya da bozulması bir çok Avrupa kentinde tahayyül bile edilemez. Çok iyi düzenlenmiş alanlar olarak kent sakinleri ve ziyaretçiler için haz kaynağıdırlar ve dünyanın diğer kentleri için izlenmesi gereken bir örnek teşkil etmektedirler. Avrupalıların bakış açısıyla ele alınırsa, bu kamusal alanlar çok değer verdikleri ve kimliklerini oluşturdukları kentlerinin dokusunun bir parçasıdır.

Kamusal alanların dönüşümdeki kentler için önemi her geçen gün daha fazla onaylanmaktadır. Özellikle eski sanayi kentlerinin yeniden düzenlenmesinde geniş ölçekli kentsel çevreler geliştirilmiş ve bu çevredeki kamusal alanların gereksinimleri ve bakımı çok önemsenmiştir. Kamusal alanlara yönelik tehditlerin çok boyutlu olması yüzünden bu konuya olan yaklaşımlar yeni koşullara uyarlanmış ve ortaya çıkan zorluklar da çok boyutlu olmuştur. Biraz kentsel tasarımcıların kampanyaları biraz da yeniden oluşum sürecindeki kentlerin baskısı ve ihtiyaçları yüzünden, kamusal gelişim yapılı çevre profesyonelleri, kent otoriteleri, özel sektör gelişimcileri, araştırmacılar ve ilgili vatandaşların gündeminde baş sırayı almıştır. Her grubun kamusal çevrenin gelişimine yönelik farklı beklentileri vardır ve bu beklentiler kimi zaman gerilime ve çıkarlara yönelik rekabete neden olan çelişkiler doğurur.

Kamusal alanları geliştirmeye yönelik yeni ilginin arkasında yatan esas sebeplerden biri, küresel ekonomi içinde kentlerin tanıtımının önemidir. Ekonomi küreselleştikçe kaynaklar bir yerden diğerine daha rahat hareket edebilmektedir ve yerel yönetimler bu hareketli kaynaklardan fayda elde etmek istiyorlarsa kentlerini farklı ve cazip noktalar haline getirmek zorundadırlar. Bu kaynaklar aracılığıyla yerel ekonomi için iş olanaklarının yaratılabileceği düşünülmektedir. Kentler bu sebepten yatırımcıları çekebilmek , şirketleri kendi alanlarında konuşlanmaya yönlendirmek ve turistleri kendi anıtlarını ve kamusal alanlarını ziyaret etmeye teşvik edebilmek için birbirleriyle rekabet halindedirler. Kentler rekabet halindeki şirketler gibi hareket ettikleri için kentin kamu otoriteleri de görevlerini bu şirketin müdürüymüşçesine yerine getirirler ve ürünlerini, yani kentsel çevreyi geliştirmenin yollarını ararlar ve küresel pazarda bu ürünü tanıtmayı hedef alırlar. Binalar çoğunlukla özel sektör tarafından inşa edildiği için, kamu sektörü kentsel altyapı ve kamusal alanlar üzerine yoğunlaşmıştır. İş mantığına göre hareket etmek kamusal otoritelerin yakın dönemdeki tutumunda tam bir değişim olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerel otoriteler yapılı çevrenin oluşturulması ve onarılması görevini üstlenmiş, kitlesel iskanı oluşturmak için büyük ölçekli kamu hizmetleri sunmuş ve yıkıcı bir savaşın sonrasında kentlerini yenilemişlerdir. Yerel otoritelerin şimdiki rolleri üretici olmaktan çıkıp, özel sektörün kenti yeniden inşa etmesi için gereken altyapıyı oluşturarak gelişmeyi sağlamaya doğru kaymıştır. Bununla beraber, artık kentlerini tanıtmak ve pazarlamak zorundadırlar (Ashworth&Voogd, 1990; Smyth,1994). Kentler büyük uluslararası sportif ve kültürel etkinlikleri kullanarak, süperstar mimarlar tarafından tasarlanan ödüllü projeler geliştirerek ve kamusal alanlar için kayda değer insiyatiflere ve kamusal sanat projelerine yatırım yaparak, eski imajlarını yenilemeye yönelik bir pazar uygulamasına dahil olurlar. Avrupa’daki en iyi yeniden biçimlenme uygulamalarından biri, kentin kamusal alanlarına yatırım yapmanın kentin imajını yenilemek ve uluslararası anlamda çekici bir nokta haline getirmenin hedefli bir stratejinin parçası olduğu Barcelona olmuştur. üreticiler ürünlerini farklılaştırmak için birbirleriyle rekabet ederler: tüketiciler bir süpermarketin raflarını dolduran bir çok ürün arasında nasıl seçim yaparlar? Görsel olarak daha çekici paketler hazırlamak mutlaka seçeneklerden birisidir. Aynı zorluk kendi kentlerini diğerlerinden ayırmak için çekici görünüşler ve belirgin imajlar kullanmak isteyen kent otoritelerini de beklemektedir.

Geliştirilmiş kamusal alanlar ayrıca girişimciler için bir belirlilik ve güven kaynağıdır. Özel sektör yatırımcıları, kamu sektörünün kentin kamusal alanlarına yönelik masraf vaatlerini gördükten sonra bu alana yatırım yapmakta daha kararlı olacaklardır. Bu genelde emlak pazarının zayıf olduğu bölgelerde özel gelişimcilerin kentsel kalkınma planlarına dahil olmayı isteyebileceği bir durumdur. Kamunun gelişimi bölgenin geleceği için uzun vadeli vaatlere işaret ettiği için bu tarz risklere karşı bir güven duygusu yaratır. Aynı zamanda yeni bir bölgede konuşlanmayı düşünen şirketleri de caydırabilir: eğer çevre bakımsızlıktan harap durumdaysa ve bölgenin geleceğine dair bir güvence yoksa risk algısı yükselecek ve şirketler başka bir yere taşınmayı düşüneceklerdir. Üretim maliyetinin, işgücünün bulunabilirliğinin ve kamusal teşviklerin şirketlerin nerede konuşlanacağında daha önemli faktörler olduğu doğrudur, ama bu faktörler pek çok noktada bulunuyorsa çevre kalitesi gibi ilave faktörler de önemli olacaktır.

Bu sebepten dolayı, kamusal alanlara yatırım yapmak hem kamu sektörü hem de özel sektör birimleri için anlamlıdır: kentin uluslararası pazarda tanıtımını sağlar, özel sektörde güven yaratır, yatırıma değer kazandırır ve riskleri en aza indirir ve firmaların konuşlanması ve turistlerin ziyaretini teşvik etmek için çevresel kalkınmayı sağlar. Bunlar kaçınılmaz olarak ekonomik faktörlerdir ve kentin geleceği için önemlidir ama aynı zamanda kamusal hayatın toplumsal ve çevresel boyutları için ciddi sorunları da beraberinde getirir.

Çok boyutlu yaklaşımımızın gerekliliklerinden bir tanesi de konuyu sadece kenti dönüştürebilecek güce sahip olanların değil aynı zamanda bu süreçten etkilenen ama sıkça yeterli güce sahip olamayan ve marjinalize edilenlerin de bakış açısıyla ele almaktır. Kamusal alanların düzenlenmesi konusundaki en büyük zorluk kent merkezleri ve civar yerleşkeler arasındaki ve popüler kamusal alanlarla marjinal olanlar arasındaki uzaklaşmadır. Kamusal alan geliştirme projeleri öncelikli olarak ekonomik kaygılarla geliştirilirse fonların büyük çoğunluğu kaçınılmaz olarak büyük programlara, ödüllü projelere ve şehir merkezi yerleşimlerine yönlenir. Kentin bir aynası olarak bu kamusal alanlar kentin hem kendi sakinleri için hem de dünyanın geri kalanı için genel imajını yaratan noktalardır. İngiliz kentsel “rönesansındaki” en önemli konulardan birisi kentin “Avrupalılaştırılmasının” desteklenmesi olmuştur. İdeal tipte bir kıta Avrupa’sı kenti, şehir merkezinin orada yaşayan orta sınıf tarafından çok iyi muhafaza edildiği, ziyaretçilerin güzel mimarisi ve harika kamusal anıtları için beğendiği bir yerdir. Buna zıt olarak Anglo-Amerikan orta sınıf ise kenti terketmiş ve kent dışında yaşamaya başlamışlardır ve bu kentsel çevrenin kalitesinde bir azalma yaratmıştır. Bu göçü durdurmak için kentsel rönesans plancıları kent yaşantısını desteklemeyi ve kenti ideal bir Avrupalı imajıyla yeniden yaratmayı amaçlamışlardır. Kent dışı yaşantının yaygın olduğu kentlerin merkezlerinin bir kez daha yaşanılabilir yerler olması umulmaktadır.

Bu süreç içinde kentin dezavantajlı bölgeleri sınırlardır. Kıta Avrupa’sı kentlerindeki banliyö mahalleleri ve Anglofon kentlerdeki iç mahalleler dezavantajlı ve çürüyen bölgelerdir. Ekonomik olarak dezavantajlı ve toplumsal olarak marjinalize edilmiş gruplardan oluşan bu mahalleler çeşitli yoksunluklardan ve marjinalleştirilmekten muzdariptirler. Kentin vitrinlerine gösterilen özen ve harcanan paralar kentin bu bölümlerine ulaşmamaktadır. Bu mahalleler farklı ve kırılgan bir nüfusun kendini kapatılmış hissettiği yerlerdir. Kamusal alanları kamu otoriteleri, özel sektör ve hatta orada yaşayanlar tarafından ihmal edilmiştir ve döküntüler ve vandalizm yüzünden harap olmuştur. Kentin bu bölgelerindeki kamusal alanlar başkalarını içeri almamak için mücadele veren grupların hakimiyetindedir. Buralarda vakit geçiren genç erkekler diğer grupları, özellikle yaşlıları ve çocukları korkutmaktadır. Sokak sarhoşları çocuklarını dışarıya çıkarmak isteyen anneleri korkutmaktadır. Bu mahallelerde yaşayan farklı hassas gruplar buraya arazi ve mülk pazarının mekanizmaları yüzünden gelmiştir çünkü düşük gelirli gruplar en düşük kiraların olduğu bölgeleri tercih etmektedir. Dezavantajlı kent nüfusunu kentin belirli bölgelerinde yoğunlaştıran diğer mekanizma ise toplu konut yönetiminin yerleştirme kanunlarıdır. Toplu konut programları Avrupa çapında geçerliliğini yitirdikçe, bu alanlar yaşanmak istenecek yerlerden çok kaçılan alanlar olmuştur. İşçi sınıfından olan sakinler bu alanları, daha iyi yaşam koşulları olan bölgelere taşınmak için terkettiğinden, göçmenler ve işsizler buralara yerleşmiş ve bir çok toplu konut mahallesi cazibesini yitirmiştir. Buralar dezavantajlı ve yerlerinden edilmişlerin yoğunlaştığı alanlar olmuştur. Toplu konut yerleştirme projeleri ve özel arazi ve mülk pazarının bir kombinasyonu pek çok kentte yoksunluğa neden olmuştur. Bu bölgelerde kamusal alanlar istenmeyen ve kimi zaman tehlikeli yerlere dönüşmüştür.

Kamu otoritelerini bekleyen bir başka sınav da bu mahallelere nasıl davranacakları konusundadır. Zorluk bu marjinal mahallelere kentin pahalı mekanlarına gösterilen oranda ilginin ve vaadin gerçekleştirilmesindedir. Bir kent yaşamak için güzel bir yerse, sadece birkaç bölgesi değil her yeri ya da çoğunluğu güzel olmalıdır. Merkez ve çevre bölgeler arasındaki ayrım her zaman olmuştur; ne var ki demokratik kent yönetimleri için zor olan fakir nüfusun büyük kısmının faydalanabilmesi için, kentin daha iyi durumda olan bölgelerine ya da ilginin yoğun olduğu merkezi kısımlara verilen önem kadar, marjinal kamusal alanları geliştirmek için çaba göstermek olmuştur. Kent otoritelerini bekleyen zorluk, tüm çabalarını diğer kısımları gözardı etmek pahasına kentin büyük kamusal alanlarında yoğunlaştırmak olmuştur ve bunun mantığı da bu tarz bir özelleştirme sonucu üretilecek refahın ve zenginliğin kaçınılmaz olarak kentin diğer bölümlerine de ulaşacağıdır. Bu mantık, ne var ki, neden marjinal mahallelerdeki kentsel çevrenin istenmeyen koşullarının gelecekte de devam etmesi gerektiği sorusuna açıklık getiremez.

Kamusal alanlardaki gelişmeler muhakkak daha fazla vatandaş için kentsel yaşamın kalitesini arttırır. Bu da gitgide daha fazla ayrımlaşan kentsel toplumları toplumsal birleşmeye doğru götüren bir yoldur. Kent nüfusunu oluşturan farklı toplumsal gruplar ortak kimliklerini ifade edebilecekleri ve keşfedebilecekleri kamusal alanlara erişemezse yer altına inebilirler ya da kültürel varoluşları ve ifadeleri için uygun bir mekanizma oluşturamamak yüzünden hayal kırıklığına uğrarlar. Farklı grupların sembollerine ve kendini ifade etme biçimlerine olanak tanıyan, farklı grupların aynı mekanı kullanmasına ve birbiriyle kaynaşmasına müsait ve kendilerinin ve diğerlerinin farkında olmalarını sağlayan kamusal alanlar, kentin esenliği için hayati öneme sahiptir. Kendilerini ve diğerlerini keşfetmeye yarayan bu kanalların eksikliğinde, bölünmüş toplumsal gruplar ayrı ve yabancılaşmış kalırlar ve bu bir takım yıkıcı sonuçlara neden olabilir. Kamu otoritelerini ve özel birimleri bekleyen zorluk, ekonomik gelişme adı altında, nüfusun dar bir kısmına hitap eden imajları ve sembolleri kullanıp kullanmayacaklarına karar vermektir. Bu mantık der ki, sadece nüfusun daha zengin kısmına hitap eden çevreleri oluşturursak, kentimizi daha zengin bir kent olarak tanıtabiliriz ve bundan hepimiz fayda sağlarız. Bu argümana karşılık olarak nüfusun diğer bölümlerinin bu amaçlara karşı hiçbir şey hissetmeyecekleri kültürel bir yabancılaşmanın oluşacağını söyleyebiliriz. Eğer diğerleri kendilerini dışlanmış ve bu semboller ve imajlarla alakasız hissederse bu kentsel imar planlarının başarısı tehlikeye düşecektir.

Kamusal alanlara özen göstermenin ekonomik mantığına ek olarak bazı politik boyutlar da vardır. Bir yandan siyasetçiler kentleri için birşeyler yaptıkları için mutlu olacaklardır çünkü kamusal alan gelişimleri en görünür olan kamu hizmetlerindendir. Bu siyasetçilerin yararlılıklarını ispat etmelerine yardımcı olur ve yeniden seçilme şanslarını arttırır. Diğer yandan kamusal alan planlarının iyi yönetime katkısı vardır ve kent otoriteleri bu şansı çok sık kullanmazlar. Pek çok kent sakininin bu kamusal alanlara meşru bir ilgisi vardır. Bir kamusal alan planı hakkında karar verme süreci mümkün olabildiğince kent sakinlerinin ve diğer hissedarların sesini içerirse, aksi takdirde hiçbir zaman bir araya gelemeyebilecek bu grupları bir araya getirebilir ve birimlerin ve grupların bir arada çalışabilecekleri bir süreci başlatabilir. Farklı gruplar arasında iş birliğini sağlayabilecek bir forum yaratma imkanı bu sebepten kamusal alan planlamalarının olumlu bir yanıdır. Diğer yapılı çevre planları aynısını yapabilir ama bir kamusal alanın, kullanıma açık olması ve geniş sayıda kent sakini için cazip bir yer olması nedeniyle daha fazla sayıda insanı bir araya getirme imkanı vardır.

Kamusal alan programlarının sonuçları kentin ekonomik beklentilerinde bir gelişimi sağlayabilir. Ne var ki, kent sakinlerinin ilgisi temel olarak kentsel çevrenin hem işlevsel hem de sembolik gelişimine yönelik olabilir. Avrupa’nın nüfus yoğunluğu fazla olan geleneksel kentlerinin çevresel kaynakları daha az harcadığı düşüncesiyle, çevre destekleme tartışmalarında daha yoğun bir kent planlaması desteklenmiştir. Bu kentlerin en belirgin özelliklerinden birisi apartman hayatını tamamlayan kaliteli kamusal alanları olmuştur. Bu bazı kamusal alan planlarının ispat ettiği gibi, desteklenebilir topluluklara olan talebe yönelik bir tepkidir. Zor olan, daha esnek gelişim modelleri oluşturmak için yerel bir girişimde bulunmanın, ekonomik gelişim hikayelerine önemsiz bir yol arkadaşı olmaktan daha önemli olduğunu kabul etmektir.

Sonuç
Kentsel mekan kavramı sıkça kenti fiziksel ya da toplumsal, soyut ya da göreceli, mekan ya da yer olarak; uzamsal ya da mekansal, bireyin ya da toplumun bakış açısıyla, birinci ya da üçüncü şahıs anlatıları üzerinden yorumlayan kısıtlı dikotomiler üzerinden analiz edilir. Halbuki bu dikotomileri aşmak gerekmektedir ve mekanın inşası, kullanılışı ve yorumlanışı sürecindeki görüşleri ve eylemleri ele alan çok boyutlu ve dinamik bir bakış açısı uyarlanmalıdır. Küreselleşmenin hız kazanması kentlerin kamusal alanlarına yönelik bazı tehdit ve zorluklara yol açan bir kentsel dönüşüm sürecini başlatmıştır. Kentler büyüdükçe ve daha geniş alana yayıldıkça kentin işlevleri birbirinden ayrılmıştır ve kamusal alanlar tarihi önemlerini kaybetmişlerdir: politik rolleri kriz dönemleriyle sınırlıdır ve toplumsal rolleri de boş vakit geçirilecek yerler olmaktan öteye gitmemiştir. Ekonomik liberalleşme ve toplumsal kutuplaşma ve parçalanma kamusal alanları mücadele alanlarına dönüştürmüştür. Bunun yansıması da reddedilme ve çöküş ya da özelleştirme ve dışlanma şeklinde olmuştur. Küresel pazarda birbirleriyle rekabet halinde olan kentlerin farklılıklarını ve cazibelerini arttıracak tanıtımlara ihtiyacı vardır ve özel sektörün o bölgeye yatırım yapması için güven ortamını oluşturmaları gerekmektedir. Bu da kısmen kamusal alanlara özen göstermekle mümkündür. Bu hem kamusal alanlara hem de azınlığın ekonomik mantığına ve estetik tercihlerine yeni ve özel bir ihtimam göstermekle mümkündür ve civar yerleşkelerin dışlanmasını ve kent sakinlerinin geri kalanlarının toplumsal ve çevresel ihtiyaçlarının göz ardı edilmemesini önemsemeyi gerektirir.

Kaynakça
Arendt, Hannah, 1958, The Human Condition, University of Chicago Press, Chicago
Ashworth,G.J. & VOOGD, H., 1990, Selling the City: Marketing approaches in public sector urban planning, Belhaven, London
Bourdieu,Pierre, 2000, Pascalian Meditations, Polity Press, Cambridge
Descartes, René, 1968, Discourse on Method and the Meditations, Penguin, London
Giddens, Anthony, 1984, The Constitution of Society: Outline of the theory of structuration, Polity Press, Cambridge
Greenfıeld, Susan, The Private Life of Brain, Allen Lance, The Penguin Press, London
Habermas, Jürgen, 1989, The Structural Transformation of Public Sphere, Polity Press, Cambridge
Lefebvre, Henri, 1991, The Production of Space, Blackwell, Oxford
Leibniz, Gottfried, 1979, The relational theory of space and time, içinde JJC Smart, 1979, der, Problems of Space and Time, Macmillan, New York, s. 89-98
Loukaitou-Sideris, A., 1993, ‘Privatization of public open space’ Town Planning Review, Sayı: 64, No.2, s. 139-67
Madanipour, A., 2003, Public and Private Spaces of the City, Routledge, London
Madanipour, A., 1996, Design of Urban Space, Wiley, Chichester
Miethe, Terance, 1995, Fear and Withdrawal from Urban Life Annals, AAPSS, No. 539, May, 1995, s. 14-27
Olds, Cris, 2001, Globalization and Urban Change, Oxford University Press, Oxford
Punter, J, 1990, ‘Privatization of Public Realm’ Planning Practice Research Vol.5, No.3.
Sassen, Saskia, 2002, ed, Global Networks, Linked Cities, Routledge, London
Searle, John, 1995, The Constitution of Social Reality, Penguin, London
Sennett, R., 1994, Flesh and Stone, Faber&Faber, London
Short, J.R. & KIM, Y.H:, 1999, Globalization and the City, Edison-Wesley Longman, Essex
Sitte, Camillo, 1986 (İlk olarak 1889), City Planning According to Artistic Principles, in George Collins and Christian Collins, Camillo Sitte: The Birth of Modern City Planning, Rizzoli, New York
Smyth, H., 1994, Marketing the City: The role of flagship developments in Urban regeneration, E&FN Spon, London
Toepfer, K., 1999, Editorial, Habitat Debate, Sayı: 5, No: 4 s. 2
UN, 2001, Cities in a Globalizing World: Global report on human settlements 2001, United Nations Center for Human Settlements, Earthscan, London
Walzer, M., 1986 ‘Pleasures and Costs of Urbanity’ Dissent, Public Space: a discussion on the shape of our cities, (Fall 1986), s. 470-75
Williams, Bernard, 2002, Truth and Truthfulness, Princeton University Press, Princeton
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Mayıs 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
            1
2 3 4 5 6 7 8
9 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.