Haberler

Postopolis'te Lebbeus Woods'la Söyleşi

Tarih: 28 Haziran 2007 Kaynak: Subtopia Yazan: Bryan Finoki Çeviren: Melis Göker



Postopolis, dünyanın 4 ayrı bölgesinden 4 ayrı mimarlık blogunun 5 gün boyunca New York’ta ortaklaşa düzenlediği bir etkinlikler dizisi, bir bloglama maratonuydu. Postopolis’e Subtopia, BLDGBLOG, City of Sound ve İnhabitat blogları katıldı. Los Angeles’taki BLDGBLOG’dan Geoff Manaugh’un, Londra’daki City of Sound blogundan Dan Hill’in, New York'taki Inhabitat’tan Jill Fehrenbacher ve San Francisco'daki Subtopia’dan Bryan Finoki’nin katıldığı Postopolis’te çeşitli söyleşiler, toplantılar, slayt gösterileri de düzenlendi. Bu etkinliğin ana fikrilerinden birisi ise bloglarda yapılanların kamusal alana çıkarılarak insanlarla kaynaşması ve blogların mimari bir dil oluşturmakta ne denli önemli olduğunun gösterilmesiydi.

Postopolis’e çok farklı disiplinler birçok katılımcı oldu. Etkinliğin 5. gününde ise ünlü tasarımcı Lebbeus Woods ile bir söyleşi gerçekleştirdi.

Geoff Manaugh: Sizin çalışmanızın bu denli hayranı olmamın nedenlerinden biri konusunun deprem ya da yerkürenin hareketleri olması – yerküreyle ilgili olması fikri. Zaman zaman çalışmalarınızda ortaya çıkan ürünler Einstein’ın Mezarı gibi dünya yüzeyine basmayan yapılar olabiliyor, tasarladığınız strüktürler dünyanın dışında, birçok farklı senaryo ve her senaryoyla farklılaşmaya müsait binalar olabiliyor. Acaba bu konuyla ve sizi neyin etkilediğiyle ilgili olarak bizi aydınlatabilir misiniz? Mimari bir kütle nasıl dengesiz ve dünyevi bir yapı oluşturabiliyor?

Lebbeus Woods: Sanırım benim hayatım düzensiz. Ben bir asker çocuğuyum. ABD’nin farklı yerlerinde sürekli oradan oraya taşınarak büyüdüm. Hakikaten, bu yaşam tarzı tasarımlara o veya bu şekilde yansıyor. Ayrıca, 1940’da doğdum ve şu an 21. yüzyıldayız, bu süre zarfında bilhassa sosyal, kültürel alanda ve bilim alanında ciddi değişimler yaşandı. Ben bütün bu değişimlere tanık oldum ve biliyorum ki kültürümüzde sık sık karşımıza gözardı edilmeyecek bir düzensizlik çıkıyor. Bir bakıma deprem veya savaş bunun en belirgin örneği, öyle değil mi? Bu nedenle bana göre, düzensizlikle uğraşma merakım aslında bizim yani insanlığın şu anki vaziyetiyle uğraşma merakımdır. Devam edeceğim ancak yeteri kadar zamanımız olmayacak.



Bryan Finoki: Benim sorum, aslında merak ettiğim konu aynı zamanda, mimarinin politik yönden evrimi ve politik mekan yaratma düşüncelerinizle ilgili. Bu konuda Roma İmparatorluğu’ndan bu yana ne derece yol aldık veya yol aldık mı? Sizin “Savaş ve Mimarlık” adlı kitabınızdan yola çıkarak sizce günümüzde mimarlığın farklı bir politik işlevi var mı, terörle mücadele yöntemlerine mimarlığın katkısı nedir? Mimarlık ve “Törerle Mücadele”yi birbirine nasıl bağlıyorsunuz ve bu durum mekanın doğasını nasıl etkiliyor?

LW: Bence, günümüz mimarlığını profesyonel anlamda ve uygulama olarak değerlendirdiğimizde Roma İmparatorluğu’ndan çok da farklı değil. Hala asıl olan, gücü, otoriteyi ve sosyal hayatın hiyerarşisini anlatan anıtsal yapılar inşa etmek. Bir müzeden bahsediyor olsak bile buradaki amaç elit kesimin çeşitli sanatsal çalışmaları toplayarak bunları çok özel bir binaya, belki kendi başına bir sanat eseri olabilecek bir binaya yerleştirmesi. Bu nedenle, bana kalırsa biz hala o zamanlardayız ve o mantalitedeyiz. Mimari yayınlara bir bakın. Her ne kadar bütün mimarlar diye genelleyemesek de insanların bakış açısı bu.

Neyse ki, bugün burada olmamın sebeplerinden biri bu bloglar – özellikle sizin bloglarınız – ancak, genel olarak internet başka bir bakış açısına göre mimarinin genişlediği bir yer ve bu nedenle internet çok büyük önem taşıyor. Yapıların veya mahallelerin, şehirlerin ve diğerlerinin güvenliğinden bahsettiniz. Evet bu mimarlığın içine çekilmeye zorlandığı durumlardan bir tanesi. Ve böylelikle nasıl daha açık ve ortak alanlar yaratabileceğimiz yerine nasıl güç ve para sahipleri için daha korunaklı binalar tasarlayabileceğimizi düşünmeye başlıyorlar. Güzel, iyi görünen ve en önemli özelliği de iyi görünmek olan binaları tasarlamak onların işi oluyor.

Dan Hill: Dengesizlik veya önceden tahmin edilemezlikle zanaatsal bakış açısına geri dönüğümüzde ve sizin tariflediğiniz profesyonel mimarlığa baktığımızda esas tasarımcının aslında fikirlerini çar çur ettiği ve mimarların farklı disiplinleri bünyesinde barındıran birer yöneticiye dönüştüğü üzerine birçok tartışma geliştirebiliyoruz. Artık uzmanlıklar yok, mesela hiç akustik mühendisi yok. Sizin Viyena ve Paris’te ip ve kablo strüktürler üzerine verdiğiniz dersleri okuduğumda sizin konstrüksiyon için ortaya bir dizi kural koyduğunuzu gördüm. Fakat uygulama ile ilgili hiçbir detaya girmemişsiniz. Ve böylelikle uygulama detaylarına şantiyede, belki de mimar olmayan kimseler tarafından karar verilmesine izin veriyorsunuz. Bu peki sizin dengesizlik kavramınızı hayata geçirmenizi etkilemiyor mu?

LW:
Evet fikir bu. Başka bir deyişle bence mimarlığın rolü – elbette her zaman değil çünkü hala anıtsal veya etkileyici binalar tasarlanıyor fakat eğer mimarlık farklı bir istikamete gidebilirse – değişmeli ve mimarlık insanlarla farklı bir tarzda ilişki kurmalı. Yani artık “Hey şuna bak, ne kadar etkileyici değil mi” cümlesinden farklı bir yaklaşım oluşturmak gerekiyor. Mimarlık artık insanlarla, izleyici izlenen ilişkisinden farklı, daha interaktif bir ilişki kurmalı. Herkes tasarım sürecine katılabilmeli.

60’larda, alt sınıftan insanlara yetki vermeye istekli bir dönemi de gördüm. Alt sınıftan insanlar oldukça kötü koşullarda yaşıyorlardı. Mimarlar da hadi gidelim ve koşulları düzeltmek için çaba harcayalım diye düşündüler. Ve buna “tasarım avukatlığı” adını verdiler. Siz çok gençsiniz ve muhtemelen bu terimi hatırlamıyorsunuzdur ama 60’larda ve 70’lerin başlarında bu terimle ilgili çokça yazılıp çizildi. Böylelikle mimar toplumun avukatlığına soyundu. İnsanlarla çeşitli toplantılar gerçekleştirmeye başladılar. Bu toplantılara gelmek isteyen, aramıza katılmak isteyen herkes gelebiliyordu. Bu toplantılarda onların mimari fikirlerini eksiz kağıtlarına aktarmalarına yardımcı olunmaya çalışıldı. Bu oldukça güzel bir çabaydı ama başarısız oldu. Niye? Çünkü halk tasarım terimleriyle düşünemez. Çünkü bunun eğitimine sahip ve hazır değildirler. Bu dönemden arta kalan birkaç tuğla bina var fakat bu girişimler asla mimaride bir hareket haline gelmedi.

Tamam, bu konuyu çok fazla uzatmak istemiyorum fakat bu konudaki fikrim, eğer insanları tasarım süreçlerine katmak istiyorsak bunu yaparken ellerine doğru araçları vermeliyiz. Yani oyunun kurallarını öğretmeliyiz. Poker oynayabilmek için karşınızdaki insana oyunun kurallarını öğretmeniz gerekir. Poker oynamaya kağıtları dağıtarak başlayamazsınız. Yani onlara temel bazı kuralları ve teknikleri öğretmelisiniz. Bir sonraki aşamada onlara çeşitli örnekler gösterebilirsiniz. Ve eğer bu kuralları uygularsanız böyle bir sonuca veya şöyle bir sonuca varacaksıznız diyerek kafalarındaki imajı netleştirebilirsiniz.
Böylelikle onlara ilerleme şansı veriyorsunuz. Son 4 – 5 yılda gerçekleştirdiğim projelerin bir kısmı bu şekilde ortaya çıktı. Şu anda bunlar ne kadar 60’lardaki tasarım avukatı projelerinden daha iyi olsalar da henüz tam olarak moment kazanmadılar. Bir Amerikalı olarak ben herkesin kendine göre bir yöntem seçebileceğini düşünüyorum. Bunun tepeden inme bir şekilde dayatılabileceğine inanmıyorum. İnsanlar bunu istedikleri için yapmalılar.

GM: Sizin mimarlık dışında, sahne tasarımı, sinema ve hatta karikatür alanlarında da çok sayıda çalışmanız var. Çalışmalarınız sanatın her alanında karşımıza çıkıyor. Peki sizce tasarımlarınızın doğrultusu nedir? Çeşitli öğrencilerle çalıştınız, editörlüğünü yaptığınız çeşitli yayınlar var, mimarlığı aşan fikirleriniz ve senaryolarınız var. Mesela kutup araştırma istasyonları veya hareketli şehirler gibi. Tüm bunlar mimarlık camiası dışındaki insanların hayal gücünü canlandırıyor. Peki bize çalışmalarınızla bunu nasıl başarabildiğinizi anlatır mısınız? Özellikle de bizi izleyenler arasında yer alan mimarlardan mimarlık camiası dışındaki kesimleri de etklilemek isteyenler olabilir.

LW:
Öncelikle eğer söylediğiniz şey doğruysa ki bir dereceye kadar doğru olduğunu düşünüyorum, çok heyecanlandım. İronik olan şu ki ben daima mimarlara yöneldim. Hiçbir zaman çalışmalarımı sanat çevresinden veya diğer çevreleren insanlara yöneltmedim, her zaman mimarlarla konuşup mimarlığın ne olduğunu birlikte tartışarak ortaya koymaya çalıştım. Çünkü bana göre bu mimarların sorumluluğunda. Mutlu oldum çünkü maalesef mimarların büyük çoğunluğu uyuyor. Belki umurlarında değil. Fakat eğer diğerlerinin umrundaysa bu beni heyecanlandırır. Mimarlığa yönelirken felsefi, ahlak anlayışları veya politik görüşleri sorgulayan bir tarza yöneliyorum. Benim sibernetik üzerine olan ilgim 50’lerde ve erken 60’larda doğdu. Peki bu konuda yalnız mıyım? Evet, bu meselenin bir tarafı.

Bir diğer tarafı ise bana, görsel iletişim üzerine çalışmalara devam etmek gerektiğini söyleyen bir his. Çünkü dünyaya dair birçok bilgi burada yoğruluyor. En basiti, gözlerimiz olduğu için çok şanslıyız çünkü böylelikle görsel iletişim kurabiliyoruz. Ben hem felsefi açıdan hem de görsel açıdan çalışarak bunları birleştirmeye çalışıyorum. Hala bunun için uğraşıyorum. Bu benim kendi fikirlerimi tamamlamadığım anlamına gelmiyor fakat eğer insanlar bunu bir ürün krallığı olarak görür ve bunun ruhunu kavrayabilirse oldukça heyecanlanırım. Tabii eğer soru buysa.

BF: Benim sıradaki sorum çizmekle ilgili. Sizin en çok beğendiğim çalışmanız bir çizim değil. Bu çalışma sizin Sorkin’in “Duvara Karşı (Against the Wall)” kitabında yer alan İsrail/Arap ikileminin mekansal ayrımı üzerine çalışmanızdı. Kitabın sonlarına doğru bahsettiğiniz ve “Duvar Oyunu” adını verdiğiniz oyun oldukça ilginçti. (Tam bu esnada Lebbeus bana döndü ve onaylayan bir tarzda gülümsedi. İkimiz de bu projeyi ortaya çıkarmış olmaktan dolayı mutluyduk.) Bu yazıyı bilmeyenler veya okumayanlar için hatılatayım, bu proje İsrailliler’i ve Araplar’ı ayıran güvenlik duvarıyla ilgiliydi. Oyunda, taraflardan biri sırası geldiğinde duvarın bir kısmını çıkarıyor, diğer taraf ise sırası geldiğinde çıkarılan parçayı yerine koyuyuordu. Bu oyundaki duvara çeşitli parçaları takıp çıkarmalar duvarın hala iki halk arasına yer alıyor olmasından iki tarafın da sorumlu olğunu gösteriyor. Peki ya duvar yıkılırsa. Zaten duvarın hala durmasını sağlayan da duvarın yıkılmasından duyulan korku.

Benim merak ettiğim;
a. Bu oyunu hazırlarken hiç çizim yaptınız mı? Bunun sormamın sebebi eğer yaptıysanız bu çizimleri merak ediyor olmam.
b. Belirli bir konsept üzerinden çalışmaya başlayarak çizimlere geçip oradan da bir fikir mi ürettiniz? Veya hangi aşamada çizim yapmaya başladınız?

LW:
Evet bu çalışma, çalışmalarımın arasında önemli bir yere sahip. Bu çalışmanın başlaması da oldukça garip oldu aslında. Mesela yarın Michael Sorkin buraya konuk olacak değil mi? (Ona kısaca Michael Sorkin’in gelemeyeceğini söyledik) Her neyse, birkaç sene önce Michael Sorkin’le sohbet ediyorduk ve bana İsrailli ve Arap mimarlarla, hatta mümkünse yazar ve eleştirmenlerle “Duvara Karşı” diye bir kitap hazırlamak istediğinden bahsetti. Ben de bu projeye dahil olmak istediğimi söyledim. O da harika başlayalım dedi. Ve düşünmeye başladım. Duvara karşıydım ama yapacağım her şey sanki sonunda duvarı destekleyecekti. Eğer duvara resim çizseydim veya duvarı yerleşim olarak yeniden düzenleseydim bu duvarın devamlılığını kabul etmek anlamına gelecekti. Sonunda duvarın yıkılması gerektiğine karar verdim. Ve duvarı nasıl yıkacağımı düşünürken bunun yaratıcı bir eylem ve eylem yaratma haline dönüştürülerek yapılabileceğini keşfettim. Ve oyun fikri gelişti çünkü hepimiz bunun sadece bir oyun olduğunun farkındaydık. Ama çoğumuz bunun ciddi bir oyun olduğunu da biliyorduk. Ve eğer bu eninde sonunda bir oyunsa kuralları anlamamız gerekiyordu.

Böylece kitapta kuralları düzenledim. Ve evet, ortada çeşitli çizimler var, hem de oldukça ilk seviye çizimler. Ve evet ne İsrailliler’in ne de Filistinliler’in bu oyunu oynamak isteyip istemeyeceğini düşünmedim, onların kafasında çok daha başka şeyler var. Bununla da yüzleşmek lazım.



DH: Görsel iletişimden bahsediyorsunuz, çizimleriniz muhteşem ve biraz ekspresyonist. Çizimleriniz, girişimleriniz için dile getirdiklerinizi güçlendirir nitelikte. Junichiro Tanizaki’nin “Gölgelere Övgü (In Praise of Shadows)” ve Juhani Pallasmaa’nın “Tenin Gözleri(The Eyes of the Skin)” kitabını yeni bitirdim ve bu kitaplarda mimarinin duyularla ilgili bir şey olduğu ve mimarların sadece görme duyusunu değil diğer duyularını da kullanmaları gerektiği anlatılıyor. Ve Batı mimarisinde görme duyusunun baskın olarak yer aldığından... Peki siz hiç diğer duyularınızdan yararlanarak tasarım yaptınız mı? Mesela ses, müzik veya bir film sizin tasarımlarınızda etkileyici oldu mu?

LW:
Tam olarak değil. Son iki üç yıldır birkaç yerleştirme üzerinde çalışıyorum. 2002’de Paris’te güçlü ses efekti kullanan bir yerleştirme vardı. Ama kesinlikle haklısınız, bu bana göre değil. Oraya tam olarak uğramadım bile. Son dönemlerde film çekme fikrine geri döndüm. 1990’da “Alien 3” üzerine çalışmıştım. Yönetmen beni çağırıp bu işi teklif etmişti. Ben de bir süre LA’de ve Londra’da bu film üzerine çalıştım. Ve bu benim için bir eğitim oldu. Bu dönemde film endüstrisinde tasarımcı olarak çalışmak istemediğimi çünkü kötünün de kötüsü olduğumu farkettim. Ya sizin çalışmanızı alıp aynen kullanıyorlar ya da onu tanınmayacak hale getiriyorlar.

Bilirsiniz, mimarlar sürekli müşterileri işlerini takdir etmediği için şikayet ederler. Film setleri, yönetmenler, yapımcılar ve stüdyo çalışanları bu konuyu daha az kafaya takıyor. Bu yüzden de büyük bütçeli bir Hollywood filmi çekmeyi çok istiyorum. Hatta bir senaryo da yazdım. Sid Field’ın ünlü kitabını aldım, şu anda kitabın ismini hatırlamıyorum fakat gerçekten çok ünlü bir kitap. Her neyse, 1988’de tasarladığım “Underground Berlin” projemle ilgili bir senaryo yazdım. Filmin adı da “Underground Berlin”. Ve projeyi o dönem Hollywood’da bulunan tanıdıklarım vasıtasıyla bir yapımcıya gönderdim. O da senaryoyu birkaç kişiye gösterdi ve evet, bu projenin gerçekleşme şansı var ama bazı değişiklikler yapılması gerekiyor dedi.

Hollywood’da bir ürün üretmiyor, bir ilerleme yaratıyorsun. Her zaman esas mesele ilerleme. Yani bir senaryonun da bir gelişimi olması gerekiyor. Ona sanat olarak bakamıyorsun. Bunlar oldukça şaşırtıcı durumlar çünkü benim için çizim sadece fikirlerle ilgilidir, çizimle değil. Eğer böyle olmasaydı çizim yapmak oldukça sıkıcı olurdu. Çizim yapmak fikirlerin iletişime geçip yeni fikirler üretmesiyle ilgilidir. Çizim yaparak bir fikir bulun ve onu geliştirin. Filmleri de aynı şekilde kullanabilirsiniz. Eğer film iyi ise görselliğin nasıl sinemayı etkilediğini ve filmin bu dünyaya olumlu mu baktığını yoksa bu dünyaya dair bir şey mi söylediğini görebiliriz. Binalar da aynı böyledir.

GM: Siz bütün işinizin veya işinizin büyük bölümünün mimara dönük olduğunu söylüyorsunuz fakat benim merak ettiğim şey ilham bulmak için nerelere yöneldiğiniz. Yeni bir fikir aradığınızda mimariye ama bunun yanı sıra karikatür, film, roman, yapılı alanlar v.b. faktörlere de baktığınızı söylediniz. Peki tüm bunları bir eğitimci olarak çalışmalarınızda nasıl bir araya getiriyorsunuz? Ben bu bilgiyi yeni nesile veya herhangi bir öğrencinize nasıl aktadığınızı merak ediyorum.

LW:
Evet, bu soru iki yönlü. Öncelikle dürüst olmak gerekirse çalışmalara tam olarak neyin ilham verdiğini söyleyemem. Ama sanırım bu okumaktan kaynaklanıyor. Nietzsche’den, Schopenhauer’in metinlerinden, Jean-Paul Sartre’dan geliyor. Bunlar benim çalışmamı sağlıyor. Ben görsel şeylerden çok fazla etkilenmiyorum. Elbette Brueghel’den Goya’ya ve Picasso’ya kadar beni etkileyen ressamlar var fakat öyle çok ilham verici şey var ki tam olarak işte budur diyemiyorum. Beni asıl etkileyenler, metinler ve yazılar, düşünceler, dünya görüşleri.

Eğitim meselesine gelirsek, eğitimciler bir anlamda okullarında mahkum gibiler. Fakat ben çok şanslıydım, Cooper Union’da 20 yıldır ders veriyorum. İlk olarak John Hejduk ve şimdi de Anthony Vidler dekanlık görevinde ve her ikisi de bana belli oranda özgürlük tanıdı. Öğrencilerle, herhangi birisiyle çalışabileceğim gibi çalışabiliyorum. Sonuçta öğrenciler de insan, değil mi? (Bu basit gerçek hepimizi güldürdü.)Ayrıca öğrenci kelimesinden de nefret ediyorum. Bir ara bir grupla bir yerleştime projesi üzerine çalışıyorduk ve onlarla da aynı öğrencilerle çalıştığım gibi çalışıyordum. Bir soru ve bazı kurallar ortaya attım ve bu soruya cevaplayabilmek için çalışmaya başladık. Eğer öğretmen cevabı biliyorsa hiçbir şey öğrenemezsin. Önce kendinin bile cevaplayamacağı sorular sormalı ve birlikte bu sorulara cevap vermek için çalışmalısın. İşte benim için eğitim bu.



BF: Bence mimarlığın özü de bu. Mimarlık sorular sormalı, savaşmalı ve daima hemfikir olup söyleneni yapmaktansa deneysel olmalı. Ben de şu anda nelerle uğraştığınızı, ne gibi şeylerin sizi heyecanlandırdığını merak ediyorum. Ne gibi projelerle uğraşıyorsunuz veya bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz? Bu konudan bahsedebilir miyiz?

LW:
Bu zor bir soru. Ben az olsa da çok olsa da sürekli çalıştım. Bir ofisim var. Bazen çok yakın çalıştığım ortaklarım var. Oturup (genellikle çizim yaparken oturuyorum fakat son zamanlarda oturarak çizemeyeceğim kadar büyük çizimlerim de oldu) tek başıma çalışıyorum. Zamanımın büyük kısmını düşünerek geçiriyorum. Kendimi bir şeyler üretmek zorunda hissetmeden sadece düşünüyorum. Okuyorum, çiziyorum. Ve beni etkileyen birçok şey var.

Her zaman ilgimi çeken bir şeyler var, ilk işlerimden itibaren tüm çalışmalarıma bakarsanız beni insan yapımı peyzajların her zaman ilgilendirdiğini görebilirsiniz. Peyzajı düzenlemek. Bence mimarlık dünyanın kabuğunu düzenleme çabası. Dünyanın yüzeyini, parklarla, caddelerle, binalarla yeniden şekillendiriyoruz. Doğayı düzenliyoruz. Ve böylelikle yeni bir dünya, Terra Nova yaratıyoruz. Şu anda düşündüğüm ve yaptığım şey tam olarak da bu. Sürekli bunun için çiziyorum ve çizdiklerimin her geçen gün daha azı binalara dönüşüyor. Uzun süredir binaya benzer bir strüktür üzerinde çalışmadım.

Viyana 2005’te “System Wien” adlı bir proje vardı. Ortağım Christoph Kumpusch’la burada tanıştım. Bu projede mimarlığı bir enerji, enerji akümülatörü, enerjinin maddeleşmiş hali olarak düşünmeye çalıştık ve mimarlığa ve mekan yaratmaya bir kapsamdan ziyade bu açıdan bakmayı denedik. Burada vektörlerle, kontürlerle ve sonsuz mekanlarla ilgilenmedik. Bu bugüne dek sürdürdüğüm ve bazı çizimlerimde ve yazılarımda hala araştırdığım bir çalışma.

Şimdi sosyal olarak bir bölünme var ve bu bence hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir durum. Ve mimarlar da bununla ilgilenmeye başlamalılar. Bildiğiniz gibi Mike Davis çok güzel bir kitap yazdı ve herkesi bu duruma ilgi göstermeye çağardı. Hepimiz bundan haberdarız. Ben bunun farkına 1987’de Brezilya’ya gittiğimde ve São Paulo’daki favelaları gördüğümde vardım. Çok şaşırdım ve hatta eski kitaplarımdan birinde bununla ilgili bir yazım da var. Fakat bu yeni bir şey değil. Hala içimde yaşam enerjsi varken bir an önce bu kritik sorunla ilgilenmeye başlamam gerektiğini hissetmeye başladım. Çünkü bu gerçekten de mimari bir sorun.

Asıl mesele şu ki yaşadığımız çevre çok korkunç, çok çirkin. Bu ayan beyan ortada ve işte bu yüzden de biz mimarlar yaşam alanlarıyla ilgileniyoruz. Bu yüzden de bu sorunu nasıl çözebileceğimizi araştırmalıyız. Benim birkaç fikrim var. Belki de dışarıdan yapabileceğimiz şey onları gecekondularını içeriden değiştirebilmelerini sağlayabilecek şekilde güçlendirmek. Bizler gecekonduda yaşayanların çevrelerini değiştirebilecek şekilde bilgilenmelerini sağlamak için bazı yöntemler geliştirmeliyiz. Bu hazır çözümlerle yapılabilecek bir şey değil. İşte son zamanlarda bunu düşünüyorum.

BF: Ben de bir süredir gecekonduları düşünüyorum ve birkaç kere inceleme fırsatı da buldum. Bence mimarların öncelikle düşünmesi gereken şey şimdiye dek zaten kendileri tarafından verilmiş olan zararları görmek. Böylelikle bir şeyler yapabilmeye başlarlar belki. Eğer bunu yapmazlarsa sadece dışarıdan içeriyi iyi bir şeyler götürmekle kalırlar. Gecekondulular çoktan dünyanın gelecekteki mimarları haline geldiler. Bu gerçekten de ilginç bir durum. Ben de mimarların nasıl bu sürece dahil olabileceklerini öğrenmeleri gerektiğini düşünüyorum fakat aynı zamanda mimarların onlardan öğreneceği şeylerin de olduğu kanısındayım.

LW:
Evet doğru, bakmamız gereken nokta tam da burası. İşte buraya doğru gidilmeli. Bu kitaplarda veya çeşitli yaınlarda yer alabilir ama internet bambaşka. Ben sizlerin yaptığı işi çok yaratıcı, güçlü ve canlı buluyorum ve bunun bir parçası olmak istiyorum. İşte bu yüzden bugün burdayım ve sizleri kutluyorum. Çok teşekkür ederim.

Ve konuşma bitti. Peki gerçekten de bitti mi? Lebbeus’un fikirleri ve temaları ister istemez canlanıyor. Lebbeus’un işleri belki çok da mimarlığın içinden değil çünkü onun çalışmaları aslında devrimsel ve çıkacak olan sonuca değil sürece ve ilerlemeye yöneliyor. Belki de mimarlığın geleceği burada yatıyordur.

Lebbeus fikirlerin sunumundan çok bu fikirlerin değiş tokuş edilmesinden etkileniyor ve ne kadar elde ettiği sonuçlar bir çizim halinde oluyor olsa da bir gelişimi, büyümeyi ve mimari düşünceyi temsil ediyor. Bu kendnin ve yaptıklarının farkında olma hali tüm konuşmada hakimdi.

Konuyla İlgili Linkler
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Mayıs 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
            1
2 3 4 5 6 7 8
9 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.