Haberler

Gökten Üç Rapor Düştü - Hepsi Kafamıza!

Tarih: 18 Temmuz 2007 Kaynak: Açık Radyo Yazan: Ömer Madra
Bu yazının kaleme alındığı günlerde üç şey oluyor. Daha doğrusu, yakından tanık olduğumuz üç süreç işlemeye devam ediyor. Bunlardan birincisi, öldürücü sıcak dalgalarının çeşitli Avrupa ülkelerini ve Türkiye’yi kasıp kavurması, tarumar etmesi, ormanların yanmasına, insanların ölmesine yol açması. Aynı anda çeşitli Avrupa ve özellikle Asya ülkelerinde ölümcül yağışların, sellerin ve heyelanların insanlarla hayvanları silip süpürmesi, binlercesini, hatta milyonlarcasını yerlerinden yurtlarından etmesi. Üçüncü olarak, başta Afrika, Avustralya ve Amerika (ABD) olmak üzere, birçok kıtanın birçok bölgesinde susuzluk ve kuraklığın pençesine gitgide daha fazla düşülmesi, buralarda insanların umutsuzca yağmur dualarına çıkması, Sudan’ın Darfur bölgesindeki gibi kimi durumlarda ise düpedüz soykırıma varan toplu imha hareketlerine gidilmesi...

Hemen hemen aynı günlerde önümüzde beliren, hatta neredeyse “gözümüze sokulan” üç adet de önemli uluslararası rapor var elimizde: Avrupalı, Asyalı, Amerikalı, Okyanusyalı, Kızılderili, zenci, Türk, Eskimo, Kürt, Arap, kadın, erkek, çoluk, çocuk, ihtiyar, genç, sağlam, sakat, pek fark etmiyor – hepimiz için hayatî önem taşıyan, bayağı ürkütücü ve iç karartıcı sonuçları olabilecek üç araştırma raporu.

Birincisi diyor ki; “Dünya ve insan medeniyeti pek yakında korkunç bir tehlikeye düşmek üzere! İklim yakında kontrolden çıkıyor ve bir daha da kontrol edilemeyecek!” İnsan kaynaklı iklim değişikliği denilen bu muazzam çevre felaketinden gezegeni kurtarmak için dünya çapında bir “kurtarma harekâtı”ndan başkası da işe yaramayacak maalesef. İnsanların petrol, doğal gaz ve kömür yakmalarından kaynaklanan karbondioksit ve diğer sera gazı salımlarının iklimi doğal olmayan yollardan “zorlaması” ona bir “takla” attırabilir ve bu da Kuzey Kutbu’nda Grönland’ın, Güney Kutbu’nda Antarktika’nın devasa buz örtülerinde bir yıkıma ya da “âfet”e sebep olabilir. Eskiden de dünya ikliminde böylesine dramatik “taklalar” olduğu biliniyor. Ama bunların hiçbiri karmaşık insan toplumlarının ve medeniyetin gelişmesinden sonra meydana gelmiş değil – yeni olan bu. Ve böyle değişikliklerin şimdi, yani günümüzde olması halinde, insan toplumlarının ve medeniyetin ayakta kalması pek olası gözükmüyor.

Şöyle deniyor raporda: “Uygarlık, neredeyse 12 bin yıldır süren olağanüstü istikrarlı bir iklim dönemi olan Holosen çağında gelişti ve çok kapsamlı bir altyapı inşa etti. Bu dönem şimdi sona ermek üzere... İnsanlık, yeraltındaki geri kalan fosil yakıt rezervlerini [petrolü, kömürü ve doğal gazı] yakma lüksüne sahip değil artık. Böyle yaparsa, dramatik bir iklim değişikliği olacağı garanti. Bu da, üzerinde uygarlığın geliştiği ve o geniş altyapıyı kurduğu gezegenden bir başkasını ortaya çıkarmak anlamına gelir... Sonuç olarak neredeyse kesinkes söyleyebiliriz ki, gezegeni kurtarmak için geçerli olabilecek tek strateji, sera gazlarını havadan çekip çıkartmanın bir yolunu bulmaktır.” Raporun yazarları sera gazlarını atmosferden çekip çıkaracak önlemlerin derhal alınmaması halinde dünyanın sadece 10 yılı kaldığını, yoksa zaten bambaşka bir gezegenden bahsediyor olacağımızı belirtiyorlar.

Yukarıdaki ifadeler, çevreci kuruluşlara mensup birtakım eylemcilere, “yeşil” aktivistlere filan ait değil. Bu sözler, ABD’nin önde gelen üniversite ve kuruluşlarına mensup en saygın bilimcilerinin, dünyanın en saygın bilim dergilerinden birinde 80’in üzerinde bilimsel makaleye atıf yaparak yayımladıkları 29 sayfalık, “kilometre taşı” niteliğinde bir rapordan alındı. (James Hansen, et. al, “Climate Change and Trace Gases,” Philosophical Transactions of the Royal Society, online, 18 Mayıs 2007)

İkinci raporda daha “bölgelesel” bir bakış var; burada Türkiye’nin de içinde yer aldığı Akdeniz bölgesine ilişkin hayli karamsar bir senaryoya rastlanıyor. (Hani, Fransa’nın sağcı yeni Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin Türkiye’ye AB üyeliği yerine rüşvet olarak “öncülük” etmesini önerdiği Akdeniz bölgesinden söz ediyoruz.)

Amerikan Jeofizik Birliği’nin saygın “Jeofizik Araştırma Mektupları” adlı dergisinde, ABD, İtalya ve Çin’in önde gelen üniversite ve kuruluşlarına mensup dört bilim adamı tarafından kaleme alınan araştırmada, küresel ısınma yüzünden Akdeniz bölgesinin bu yüzyıl içinde kavrulacağı belirtiliyor. Raporun projeksiyonlarına göre, Akdeniz küresel ısınmadan en çok etkilenen bölge olacak. Sera gazı salımlarında bugünkü eğilimlerin devam etmesi halinde, 2003 yılında Fransa, İtalya ve İspanya’da 35 bin insanın gereksiz yere hayatını yitirmesine yol açan olağanüstü sıcak dalgaları, bu yüzyılın “olağan” yani “normal” olayları haline geliyor. Standart senaryo, yüzyıl sonunda atmosferdeki karbondioksit oranının yüzde 123, öldürücü sıcaklıktaki günlerin sayısının da yüzde 200 ilâ yüzde 500 artacağını öngörüyor. Sera gazı salımlarını ciddi oranda kısacak önlemlerin derhal yürürlüğe sokulmaması halinde, örneğin Türkiye, Yunanistan ve Cezayir’de ortalama sıcaklıkların 7 derece kadar artacağını, yani ortalığın tam anlamıyla cehenneme döneceğini belirtiyor yazarlar. Yani, örneğin Isparta’da “ölüm sıcakları”nın sayısının yılda 40 gün kadar artarak 62’ye, yani iki ayın üstüne çıkacağı hesaplanıyor! Akdeniz, iklim değişikliğine en fazla duyarlık gösteren ve dünyanın birçok diğer bölgelerine kıyasla daha fazla ısınan bölge.

Burada, yine iki gözlemde bulunmak mümkün: Söz konusu model ve senaryolar çevre eylemcilerine ya da çok satılan dehşet romanları yazarlarına ait değiller; önde gelen iklimbilimcilerin imzasını taşıyorlar. İkincisi, derhal ve köklü önlemler alınmaması halinde insan-hayvan sağlığının, tarımın ve ekonomik istikrarın tehdit altında olduğu, rapordan çıkan doğal sonuçlar. (Noah S. Diffenbaugh et al. “Heat Stress Intensification in the Mediterranean Climate Change Hotspot,” Geophysical Research Letters, online, 15 Haziran 2007)

Birleşmiş Milletler Örgütü’nün çevre ile ilgili en önemli kuruluşu olan BM Çevre Programı’nın (UNEP) Haziran 2007’de dünyaya yayınladığı son rapora bakılacak olursa, iklim değişikliği ve –bu sebeple– kaynaklar üzerinde girişilecek mücadele, dünyayı alev alev tutuşturmaya yetecek ölçekte temel bir güvenlik tehdidi oluşturuyor. UNEP Başkanı Steiner, küresel ısınmanın Hint Okyanusu’nda deniz seviyelerinin yükselmesinden Afrika’nın Sahel bölgesinin baştan başa çölleşmesine kadar, dünyanın dört bir yanında yeni çatışma ve hatta savaşlara yol açacağını net bir dille açıklıyor. Örneğin, son dört yıl içinde 200 bin ilâ 450 bin kişinin savaş ve hastalık yüzünden ölmesine, en az 2,5 milyon kişinin yerinden yurdundan olmasına yol açan Darfur krizinde iklim değişikliğinin birinci derecede rolü olduğu net olarak ortaya çıkmış durumda. Küresel ısınma yüzünden Sudan ve Afrika Boynuzu denen bölgeyi kasıp kavuran kuraklık yağmurların son çeyrek yüzyılda yüzde 40 azalmasına yol açmış, azalan toprak ve su kaynakları da Arap göçebelerle Afrikalı yerleşikler arasında korkunç kanlı çatışmaların sebebi olmuş. Raporun yazarları, eğer insanlar hızla duruma “uyanmazlar”sa, Darfur’da ortaya çıkan olayların dünyanın diğer yörelerinde de ortaya çıkmasının ve yeryüzünün alev alev yanmasının neredeyse mutlak bir ihtimal olduğunu ortaya koyuyor.

Günümüz dünyasının tüm jeopolitik dinamiklerini etkileyen temel güvenlik sorunu da bu işte. Britanya Dışişleri Bakanı’nın yakın zaman önce BM Güvenlik Konseyi’nde söylediği gibi, “savaşları çıkaran şey... su kavgaları, değişen yağış rejimleri, tahıl üretimi ve toprak kullanımı üzerine çıkarılan kavgalar... Barış ve güvenliğe bunlardan daha büyük potansiyel tehdit olamaz.” (The Independent, 21 Haziran 2007).

Öte yandan, UNEP Başkanı’nın vurguladığı gibi, potansiyel çatışmaların olabileceği iki temel bölge Afrika’da Sahel bölgesi ve Doğu Asya. İkincisine biraz daha yakından bakıldığında, Himalayalar’daki buzul kütlelerinin küresel ısınma yüzünden eriyip tükenmesi sonucunda yarım milyar insan doğrudan, 250 milyon insan da dolaylı yoldan etkilenip açlık, susuzluk felaketi içine düşecek. Bu insanlara, büyük ölçüde sular altında kalacak Bangladeş’in milyonlarca iklim mültecisi de ayrıca eklenecek. Hindistan’ın onları dışarıda tutmak için inşa etmeye başladığı duvar işe yarayacak mı, bilinmez. BM İklim Değişikliği Panelinin, son raporunda oldukça iyimser bir hesapla öngördüğü yarım metrelik deniz yükselmesi bile 34 milyon insanı yersiz-yurtsuz yapacak. Peki, soru şu: Onları kim kendi “evine” kabul edecek?

İşin kötüsü, Darfur’daki çatışma sona erdikten sonra bile sorun çözülemiyor artık! Çünkü, geri dönüşü olmayan noktaya gelinmiş, eşik aşılmış durumda. Asıl mesele, durum daha da kötüleşmeden bunun önünün nasıl alınacağı noktasında düğümleniyor. (UNEP, “Environmental Degradation Triggering Tensions and Conflict in Sudan, 22 Haziran 2007)

Son olarak, BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) Başkanı Dr. Pachauri’nin geçenlerde acı acı çaldığı şu alarm çanını da eklemeliyiz herhalde: “Yükselen küresel sıcaklıklar, kuraklık ve selleri daha sık hale getirecek. Tahıl stokları tehlikeli derecede düşük seviyelere inmekte... Kuzey Afrika ülkeleri gibi ülkeler bunun için ağır bir bedel ödeyebilirler ve bu da bölge ekonomilerini altüst edebilir... Çin, Hindistan ve Brezilya gibi daha büyük ülkelere bakarsanız, üretimdeki düşüşle birlikte dünyanın belli bölgelerinde beslenme yetersizliği ve kıtlık gibi son derece ciddi tehlikeler ortaya çıkacak. Ama asıl büyük tehlike Afrika’nın yolunu gözlüyor...” (Reuters, 27 Haziran 2007).

Görüldüğü gibi, murad hepsinde aynı. Tehlike kapıda. Küresel Isınma da bir gerçek. Hatta hayatın temel gerçeği de diyebiliriz... Son derece hızlı ve etkin bir şekilde önlem almazsak, geri dönüşü olmayan noktaya gelmemiz olası görünüyor. Sorunun üç boyutu var: Teknolojik ayak, birincisi. Rüzgâr, güneş, jeotermal kaynaklar, gelgit dalgaları vb. gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının hızla devreye sokulmasının, karbon tutma ve depolama gibi “karbonsuzlaştırma” uygulamalarına geçilmesinin mevcut teknolojiler açısından pekâlâ mümkün olduğu birçok bilimsel raporda net olarak ortaya konuyor.

İkinci ayak, ekonomi. Küresel ısınma ile mücadelenin ülkelere altından kalkılamayacak yükler getirdiği yolunda “şehir efsaneleri” yaratılmasına, bu konuda ne idüğü belirsiz bin bir türlü “fatura” çıkartılmasına karşın, özellikle ekonomist Nicholas Stern’in 2006 yılı sonlarında Britanya hükümeti adına hazırladığı 700 sayfalık kapsamlı rapordan sonra bu konuda tartışmaya artık “mahal kalmadığı” oldukça net bir şekilde ortaya çıkmış durumda.

(Rapor özeti için, bkz.: http://news.bbc.co.uk/2/shared/bsp/hi/pdfs/30_10_06_exec_sum.pdf )

Stern Raporu’nda iklim değişikliğinin en kötü sonuçlarını önlemek için her yıl dünya gayri safi hasılasının (GSH) sadece yüzde 1’inin yatırım olarak ayrılmasının yeterli olacağı hesaplanıyor. Bunu ayırmamanın ise dünya GSH’sinde yüzde 20’ye yakın bir kayba mal olacağı belirtiliyor. Özetle, ekonomik fizibilite pekâlâ gerçekçi. Yani, küresel iklim değişikliğine karşı top yekûn seferberlik için ödenebilir bir maliyet söz konusu – hâlâ!

Peki, ya siyasi eylemin bedeli? İşte büyük bilinmeyen, bu üçüncü “ayak”ta yatıyor. Söz konusu tedbirleri almakla öncelikle yükümlü olanlar, siyasi karar alıcılar. Aklı selim sahibi olan hiç kimsenin bu konuda en ufak şüphesi olamaz herhalde. Siyasi iradeyi harekete geçirecek yegâne araç, hepimizin gayet iyi bildiği – ama genellikle bilmezden gelmeyi tercih ettiği – gibi, kamuoyundan ibaret. Kamuoyu talepleri için bastırmadığı sürece siyasi mekanizmalardan karar alındığı dünya tarihinde ne zaman görülmüş ki? O zaman soruyu, Arizona Üniversitesi iklim bilimcilerinden Gregg Garfin’in yaptığı gibi, şöyle sormalıyız belki de: Kamuoyunda gerçekleşmesi gereken o büyük tartışma nerede? Her ne pahasına olursa olsun yeni kaynak arayışları, yeni büyüme stratejileri ve yeni kalkınma hamleleri peşinde mi koşulacak? Yoksa, büyümenin ve kaynakların sınırları üzerinde derinlemesine ve hem de hemen düşünme fırsatını elden kaçırmak üzere miyiz? (Bkz.: John Ibbitson, “The Dehydrated States of America,” Globe and Mail, 23 Haziran 2007) Derya Sazak Türkiye’de siyasilerin bu konudaki tercihleri hakkında şöyle yazıyordu:

“Tarım ve sulama, enerji politikalarının 21. yüzyılın tehditleri dikkate alınarak yeniden belirlenmesi gerekiyor. Siyasi partilerimiz, köylü ve çiftçinin sorunlarını ‘Mazot 1 YTL’ gibi popülist söylemle seçim kampanyasına dönüştürmek yerine., Al Gore’un ‘küresel ısınma’ tehdidini bayrak edinmesi gibi ‘Koyotocular’ı, ‘Yeşil Barışçılar’ı, ‘Doğal Hayatçılar’ı, ‘Temacılar’ı Meclis’e sokacak aday tercihleriyle, radikal ve inandırıcı adımlar atabilseydiler... Enerji uğruna nehirlerden vazgeçildi. Bereketli ovaların çevresindeki göletler kurutuldu. Su kuyusu kolaycılığıyla göller yok edildi. Afrika sıcağı geçer ama Türkiye böyle giderse ‘Afrika gibi’ susuzluğa ve açlığa mahkûm olur!” (“Afrika Sıcağı”, Milliyet, 24 Haziran 2007)

O halde, seçim sath-ı mailine iyice girmişken şunu sormanın tam zamanıdır: Her türlü ahval ve şerait altında büyüme ve kalkınma peşinde koşmaya devam edecek miyiz, yoksa bazı fedakârlıkları göze alıp hayat tarzımızı değiştirmeye razı olacak mıyız – nihayet?

Ve tabii şunu da: Vatandaşlar olarak bizler bu “nihaî” meseleyi tartışmaya ne zaman başlayacağız acaba?

YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Ağustos 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
1 2 3 4 5 6 7
8 9 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31        
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.