Haberler

Yeni Anayasada Çevre Konusu

Tarih: 31 Ağustos 2007 Kaynak: Açık Radyo Yazan: Ömer Madra
Ömer Madra: İklim kargaşasının dünya çapında hüküm sürdüğü görülüyor, orman yangınları bir yandan, seller bir yandan, fırtınalar bir yandan. Küresel iklim değişikliğinin pek çok belirtileri var.

Semra Cerit Mazlum:
Her geçen gün yeni örnekleriyle karşılaşıyoruz bunların.

ÖM: Bugün, sivil anayasa hazırlıkları yapılırken, çevrenin ve iklim konularına nasıl yaklaşılacak diye konuşalım.

SCM:
Sivil anayasada çevre konusu bundan sonra ele almamız gereken önemli konulardan birisi olacak gibi görünüyor. AKP’nin, seçim öncesi vaadlerine uygun bir şekilde sivil anayasa ile ilgili çalışmaları ivedilikle ele alacağına dair izlenimler var. Bu doğrultuda da hükümetin isteğiyle hazırlanmış olan bir taslak metin olduğu, bu taslak metnin Başbakan’a sunulmuş olduğu ve komisyon olarak bu metin üzerinde çalışmalar sürdürüleceği de basına yansıyan haberler arasında yer alıyor. Açıklanmamış olduğu için, bu taslak metnin içeriğini bütünüyle bilmiyoruz, fakat bazı maddeleriyle ilgili olarak, güncel siyasal konularla ilgili bazı hükümler ve değişiklikler konusunda bazı haberler yansıyor medyaya. Fakat bu haberler içerisinde çevre ile ilgili bir bilgiye rastlayamıyoruz, çevrenin yeni anayasada, sivil anayasada nasıl yer alacağı hakkında henüz bir fikrimiz yok; fakat bu konunun öncelikle ve önemle ele alınması gerekiyor. Yeni anayasanın niteliği ile ilgili olarak yapılan bazı tartışmalarda çevre ile ilgili de bazı öneriler yer alıyor. Çevrenin anayasada nasıl yer alacağı konusunda değil, tam tersi öneriler bunlar. Örneğin bazı uzmanlar, gazeteciler sade, kısa bir anayasa yapılmasını önerirlerken, şu andaki anayasanın bazı konuları gereğinden fazla ele aldığı, anayasa düzenlemesi olmaması gereken bazı konuların da anayasada yer aldığı ve bunun gereksiz bir uzunluğa yol açtığı şeklinde eleştiriler yöneltirlerken, bu eleştirilerin arasında çevreye de yer veriyorlar. Örneğin çevrenin anayasada yerinin olmasının gereksiz olduğunu düşünen bazı yorumcular var.

ÖM: Öyle mi? Çok ilginç çünkü uzunlukla konuların önemi arasında nasıl bir bağlantı kurulduğunu anlamadım. Mesela egemenlik konusuna da bir kelime ile yer verirsiniz, demokrasi, çoğulcu demokrasi esasına da. Bir de tabiatın korunmasının da gelecek kuşaklar için en önemli hak olduğunu belirtip, “bundan daha önemli bir mesele yoktur” dersiniz.

Avi Haligua:
Veya yaşam hakkına vurgu yapan bir madde konulması da belki bu sorunu çözmek için kullanılabilir. Yaşam hakkının sağlanması için çevrenin belli bir standartta olması gerektiği bir gerçeklik çünkü.

ÖM: Bu işi uzatmaz, tersine kısaltır, uzun uzun laf salatası olmadan, “tabiat olmadan, iklim bağlamı olmadan hayat olamaz” derseniz biter gider.

SCM:
Tartışmalar çevre konusunun anayasada ele alınış biçimi açısından değil, aksine bazı konuların anayasada yer almasına gerek olmadığı şeklinde yapılıyor, bunların yasalar yoluyla da düzenlenebileceği tartışılıyor ve bunların arasında örnek gösterilen konulardan bir tanesi de çevre. Çevrenin anayasada ne uzunlukta, hangi içerikte düzenlenmesi gerektiği yolunda değil yapılan tartışma, modern bir devletin temel görevlerinden birisi olan çevre konusunun, mutlaka devletin işleyişini, kurumlarını düzenleyen bir anayasada da yer alması gerekiyor. Yurttaşlarla devlet arasındaki, yurttaşların kendi aralarındaki ilişkileri düzenleyen bir çağdaş metin olarak anayasanın, hem yurttaşlarla ve devlet arasındaki ilişkinin çevre boyutunu da mutlaka düzenlemesi, gündeme getirmesi gerekiyor. Dolayısıyla tartışma, çevrenin yeni anayasaya girip girmemesinden ziyade, nasıl gireceği yönünde olmalı bence.

AH: Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Rize’de yaptığı bir konuşmada büyük adımlar atacaklarını, en önemli adımlarının da kuraklık ve enerji alanında olacağını açıklaması umut vaadedici olabilir mi bu anlamda?

SCM: Bu açıklama galiba hükümetin organizasyonuyla ilgili, yeni hükümetin kurulması yeni cumhurbaşkanına kalmış olduğu için, basındaki bakanlar kurulunun bileşimiyle ilgili haberlerden bu yönde yeniliklere gidileceğini öğreniyoruz. Özellikle kuraklık ve su konusunda, bakanlık örgütlenmelerinde bir yenileşme söz konusu olacak. Bunları da değerlendirmemiz mümkün, ama galiba Başbakan’ın sözünü ettiği büyük adımların arasında, anayasada çevrenin yeriyle ilgili bir şey yok.

Bunun yanında, yeni anayasayla ilgili metinle ilgili basına yansıyan tartışmalarda çevre çok fazla öne çıkmamış olsa bile benim bulabildiğim iki tane bilgi var bu konuda. Bunlardan bir tanesi, doğrudan çevrenin nasıl ele alınacağı ile ilgili, bir tanesi de kıyıların düzenlenmesiyle ilgili. Küresel iklim değişikliği sorununu gündeme getirerek sorulan sorular üzerine verilen yanıtlardan öğrenebildiğimiz kadarıyla, kıyılarla ilgili düzenlemede değişiklik yapılacak. Kıyıların devletin tasarrufu altında olduğu hükmü korunarak, kıyılardan ve sahil şeritlerinden yararlanmada kamu yararının öncelikli olarak gözetileceği hükmü konulacak. Bunun da akarsuların özelleştirilmesi olarak kamuoyuna yansıyan, yani suların işletilmesinin, özellikle şirketler eliyle yürütülmesine izin verecek düzenlemeye yol açmak üzere yapıldığı ifade ediliyor.

ÖM: Yeni dönemdeki yeni kabinede de yer alıp almayacağını bilmediğimiz eski kabinedeki enerji bakanı, açıkça susuzluk ve kuraklık sorununa karşı, nehirlerin, akarsuların özelleştirilmesini savunmuştu tıpkı enerji sorunundan çıkmak için nükleeri de savunduğu gibi. Fakat bu, tartışılması ve hatta karşı durulması şiddetle gereken bir temel hak meselesi. Onun için sizin anayasada yer almasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamanız dikkate değer.

AH:
Basına sızan haberlerden öğrenebildiğimiz kadarıyla, anayasanın perspektifine genel olarak bakarsak, beklenilenin çok gerisinde olduğu söylenebilecek bir anayasa metni söz konusu. Milletvekilliği dokunulmazlığının dahi tam kaldırılmadığı, büyük bir değişikliği öngörmeyen bir anayasa gibi. Bu da ümit kırıcı geldi bana.

SCM: Genel hükümler çerçevesinde böyle bir değerlendirme yapabiliriz. Çevre ile ilgili olarak böyle bir geriye gidişin söz konusu olmaması gerekiyor. Basına yansıyan kısıtlı bilgiden yola çıkarak, maalesef, öyle bir sonucun da ortaya çıkabileceği kaygısı taşıyorum ben.

ÖM: Ama bu anayasa meselesi nasıl olsa kamuoyuna açık bir şekilde yapılacaktır değil mi?

AH:
Metni göreceğiz bir gün.

SCM: Tabii taslak metin üzerinde hükümetin, yani AKP’nin kendi iç tartışmasının sonlanmasını takiben, metnin bütün STK’lara, kamu kuruşlarına, üniversitelere, ilgili kesimlere gönderileceği bilgisi basına yansıdı biliyorsunuz.

ÖM: Çünkü bu anayasa, bütün Türkiye toplumunun anayasası.

AH:
Tartışmaların daha açık olması anayasanın gelişimi açısından daha iyi olmaz mı?

SCM: Sivil anayasa iddiasıyla ortaya çıkan bu girişimin, bu niteliği taşıyacak şekilde yürütülmesi gerekiyor, yalnızca sonuç değil süreç de önemli. Ortaya çıkan anayasanın 82 anayasasından farklı olması değil yalnızca sorun, yapılma biçimi, yani toplumla birlikte yürütülmüş olması anayasayı sivil yapacak olan gereklerden birisi. Herhalde taslak şekillendikten sonra, hükümetin incelemesinden sonra bu yönde girişimler olacak.

Galiba çağcıl yaklaşımlara ters düşen, suya özelleştirme yolunda bir düzenleme niyeti de var. Suyun bir temel insan hakkı olduğu yönünde uluslararası alanda tartışmalar yürütülüyor. Suyu bir temel insan hakkı olarak düşündüğümüzde, özelleştirme bu hakkın kullanılmasını güçleştirecek olan bir uygulama olarak ortaya çıkaracaktır.

ÖM: Bu, tam anlamıyla suyun ekonomik bir maddi kaynak olarak görülmesi.

SCM:
Değişim değeri olan bir kaynak haline getiriyor.

ÖM: Bir de Başbakan Erdoğan’ın, “su ve enerjide önemli yatırımlar yapacağız, kuraklık ve enerji alanında adımlar atacağız” sözleri ilginç. Şimdi Hasankeyf’i sular altında bırakmak üzere bir proje var ve Atlas dergisi ile Doğa Derneği, kamuoyunun dikkatini son bir kez daha, belki Ilısu barajının suları altında kalacak olan Hasankeyf’e çekmek için, İstanbul’dan Batman’a , 29 Ağustos’ta başlayacak olan 35 saatlik bir tren yolculuğu düzenliyor. Bu da hükümetin Başbakan’ın meselelere nasıl baktığını gösteren bir şey.

SCM:
Atılacak çok büyük adımların genellikle korumadan yana değil kullanmadan yana olduğunu anlatıyor bu söylediğiniz bize, ikisini birleştirdiğimizde böyle bir sonuç çıkıyor. Hükümetin akarsulardan yararlanma oranını arttırmak yönünde çalışmaları olduğunu biliyoruz, dolayısıyla bu koruma kaygılarının göz ardı edilerek yürütülebileceği şeklinde bir endişeye de yol açıyor. Fakat hem yaşanmakta olan sorun, hem çağcıl çevre anlayışı bu ikisinin birlikte yürütülmesi gerektiğini söylüyor. Politika belgelerinde koruma-kullanma dengesinin kurulacağını ifade ediyor hükümet. Örneğin dokuzuncu kalkınma planında böyle söyleniyor. Fakat koruma-kullanma arasındaki ilişkide, kullanma tarafının temelde daha ağır bastığını görüyoruz politika yapıcılar nezdinde. Sivil toplumun da görevi, korumayı en azından kullanmayla dengeli hale getirebilecek uyarıları yapmak.

Çevre konusunun anayasada nasıl yer alacağı tartışmasına baktığımızda, şu andaki anayasada, 82 anayasasında, çevrenin bir hak olarak düzenlendiğini görüyoruz. Anayasa’nın 56. maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı olduğunu, çevrenin geliştirilmesinin, çevre sağlığının korunmasının ve çevre kirlenmesinin önlenmesinin devletin ve yurttaşların ödevi olduğunu söylüyor. Dolayısıyla çevre bir hak olarak 82 anayasasına girmiş oluyor. Öteki haklardan farklı bir niteliği var çevre hakkının, uluslararası tartışmalardan da anayasa hukuku ve çevre ile ilgili tartışmalardan da bildiğimiz kadarıyla, haklar dizininde çevre hakkı temel haklardan, kişi haklarından, sosyal ve siyasal haklardan farklı bir yerde duruyor. Üçüncü kuşak haklar diyoruz bunlara, yeni haklar bunlar, dayanışma hakları olarak da nitelendiriliyor çevre hakkının içinde olduğu bu yeni grup haklar. Bunların özelliği, tek başına hak ya da ödev düzenlemesi yapmayıp, ödev ve hakkı birlikte düzenleyen haklar olması. Yani kişilere, yurttaşlara çevre konusunda hak iddia etme olanağı sunarken, aynı zamanda çevrenin korunmasından sorumlu tutuyor. Hem yurttaşlar hem devlet, çevre hakkının gerçekleştirilmesinde ödevliler. Bu düzenleme açısından değerlendirildiğinde, 82 anayasasının, bütün öteki niteliklerinin yanında, içinden çıktığı koşullar açısından bakıldığında çevre konusunda ilerici bir düzenleme yaptığını görüyoruz. 1970’ler sonrasında dünyada yapılan anayasalara bakıldığında hepsinin neredeyse çevre ile ilgili hükümler içerdiğini görüyoruz. Yapılan değişikliklerle de giriyor bu hükümler, dolayısıyla Türkiye’nin 82 anayasası da bu eğilimi takip etmiş ve çevreye haklar düzeni içerisinde yer vererek anayasal düzenleme konusu haline getirmiştir. Bu hakkın niteliği konusunda da tartışmalar sürüyor aslında, ya da çevrenin anayasada yer alışının sonuçları hakkında da tartışmalar sürüyor. Bazı yorumcular bunun normatif bir düzenleme olduğunu, yani bir sübjektif hak düzenlemesi yapıldığını söylüyorlar, bazı yorumcular da bunun bir hak olarak görülemeyeceğini, hükümete devlete görev veren bir düzenleme şekli olduğunu söylüyorlar. Yine, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı olduğunu söyleyen birinci fıkradan yola çıkarak, çevre hakkının anayasada yer aldığı şeklinde yorumlanamayacağı, daha fazla hakkın tanımını yaptığı şeklinde görüşler öne sürenler de var. Fakat, uygulamaya baktığımızda, bu geçen süre içerisinde anayasadaki bu hüküm, yargı kararlarıyla da bir hak şeklinde yorumlanmıştır. Hem Anayasa Mahkemesi’nin kararlarında hem Danıştay’ın kararlarında, 56. maddede yer alan bu düzenlemenin yurttaşlara çevre hakkı verdiği yorumları yapılmıştı. Dolayısıyla çevre hakkının Türk hukuk sistemi içerisinde anayasal düzeyde bir koruma ile yer aldığını söylememiz mümkün bu noktada.

ÖM: Diyelim ki Kuzey Kutbu’nda yaşayan İnuitlerin hakları açısından baktığımızda, bir numaralı hak olan yaşama hakkının çok ciddi şekilde tehlikeye düştüğünü söylemek mümkün. Bunun ötesinde de küresel iklim değişikliği yüzünden yoksul ülkeler daha çok zarar görüyor ve iklim değişikliğine ölçüsüzce katkıda bulunan zengin ülkeler milyarlarca dolar harcayıp kendilerini kuraklık ya da deniz seviyelerinin yükselmesi gibi risklere karşı daha kolay garantiye alabiliyorlar. Dolayısıyla bu hakkın yepyeni bir şekilde ele alınması gerekiyor. Zenginlerle güçlüler, bir de şu sırada yaşayan erginler bu işten kârlı çıkıyorlar, eğer adalet perspektifi ile bakılırsa yoksullar, marjinaller ve henüz dünyaya gelmemiş olan kuşakların sırtındaki yükler göz önüne alınırsa, bunları da garantiye alması gereken bir düzenleme gerekmez mi, anayasa gibi normatif önemli bir metinde.

SCM:
İşin sosyal adalet boyutunu ulusal düzeyde güvence altına alan bir kaynak olarak anayasaya baktığımızda, yurttaşlar arasındaki çevresel adaleti de gözetiyor, bu şekilde yorumlanması mümkün. Uluslararası düzenlemelerde de sizin söylediğiniz konu çok önemli, bunun da bir şekilde ortaya çıkan uluslararası hukuk metinleri tarafından güvence altına alınması lazım. Az gelişmiş ülkelerin yıllardır dile getirdikleri temel taleplerden birisi bu; kendi sorumluluklarıyla katlanmak zorunda oldukları sorunlar arasındaki oransızlığı ve daha erken ve daha fazla gelişmiş olan zengin Batı ülkelerinin bu sorumlulukların gereğini yerine getirmelerini söylüyorlar. İklim anlaşmalarında bu kaygının da içerilmesi gerektiğini söylüyorlar. Brezilya’nın bir önerisi vardı örneğin, bir fon kurulması ve fazla emisyon bırakan ülkelerin cezalandırılması sonucu bu fonda biriken paraların az gelişmiş ülkelerde iklim sorunlarıyla başa çıkmada kullanılmak üzere tahsis edilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Daha yeni tartışmalarda da, teknoloji transferi ve maddi kaynaklar transferi konusunda, zengin ülkelerin sözleşme ve protokollerle verdikleri sözleri yerine getirmedikleri, öncelikle bu sözlerin tutulmasından sonra az gelişmiş ülkelerin de emisyon azaltma yükümlülüğü altına girmeyi kabul edebileceklerini söylüyorlar. Çok önemli bir tartışma konusu.

ÖM: Belki bu sivil anayasa tartışmalarından bir de sizinle bugün konuşacağımızı düşündüğümüz bir başka konuya da geçebiliriz. Çevre bakanlığı yanı sıra bir su bakanlığı ya da küresel iklimle ilgili bir koordinatör bakanlık oluşturulması da mümkün müdür acaba?

SCM:
Bu konuya geçmeden önce anayasa tartışması ile ilgili bir konuyu daha eklemek istiyorum. Bu taslağa hazırlayan anayasa hukuku profesörü Ergun Özbudun kendisine sorulan bir soru üzerine çevre ile ilgili şunu söylüyor; bunun çok önemli bir konu olduğunu, yükselen bir konu olduğunu, dolayısıyla anayasada da yer bulması gerektiğini, bunun yansıtılması gerektiğini söyledikten sonra şunu ekliyor; “Şu andaki anayasada bu konuda bir düzenleme var, ama genel bir hüküm bu. Sonuç doğuran olumlu bir katkı yapan bir düzenleme biçimi değil, zorlayıcı bir yanı yok, müeyyidesi yok şu andaki düzenlemenin. Dolayısıyla yeni bir düzenleme yapılacak” diyor. Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu da, “evet bu konu da yer almalı” diyor ve nasıl olacağı konusunda bir önerisi var onun da, “hükümete görev yükleyen bir düzenleme yapılabilir, program hüküm niteliğinde yer alabilir çevre bu yeni sivil anayasada” diyor. Fakat çevre hakkı şeklinde yer alması gerekliliğini ve bunun önemini dile getirmek istiyorum ben. Yalnızca program hüküm niteliğinde, yani “devlet, çevrenin korunması için gerekli önlemleri alır” gibi. Örneğin, bir düzenlemenin çevre hakkını güvenceleyen bir ele alış biçimi olmayacağını ve şu andaki anayasal düzenlemeden de bir geri gidiş anlamına geleceğini, dolayısıyla çevrenin bir hak şeklinde düzenlenmesi gerektiğini ve varolan biçiminin de iyileştirilerek, geliştirilerek bu yeni sivil anayasaya konulması gerektiğini belirtmemiz lazım.

Örneğin sizin biraz önce de dile getirdiğiniz, kuşaklar arası adalet konusu bizim anayasamızda açıkça yer almıyor. Başka ülkelerin anayasalarındaki çevre ile ilgili düzenlemelere baktığımızda, bugünkü ve gelecek kuşakların çevre hakları şeklinde hükümlerin yer aldığını görüyoruz. Bizim anayasamızın da içkin olduğu söylenebilir, bu kuşaklar arası adalet nosyonunun açıkça dile getirilmesi önemli bir ilerleme olabilir çevrenin statüsü açısından.

Ayrıca düzenlendiği yer konusunda da belki bir yeniliğe gidilebilir, çünkü sosyal ekonomik haklar bölümünde yar alıyor çevre şu anda anayasada. Bu da yine 65. maddede yer alan sosyal ve ekonomik hakların kullanılmasına ilişkin, devletin bu konudaki ödevlerini, görevlerinin sınırlarını belirleyen madde ile sınırlanmış olabiliyor. Yani çevrenin korunması, geliştirilmesi konusunda, hükümet, devlet ödevli fakat mali kaynaklarla sınırlı olabiliyor bu ödevin gereğinin yerine getirilmesi. Dolayısıyla çevre hakkının bu sınırlamanın çerçevesinin dışına çıkılacak bir yere örneğin temel haklar bölümüne taşınması önemli bir ilerleme olabilir, ya da bu yeni haklar düzenindeki yeni gelişmeleri dikkate alarak üçüncü kuşak haklara da belki anayasada ayrıca yeni bir bölüm altında yer verilebilir. Bu önemli bir iyileşme olacaktır. 82 anayasası her ne kadar sivil anayasa olmasa bile, çevre hakkı STK’ların girişimleriyle 82 anayasasına girmiştir. Türkiye Çevre Sorunları Vakfı’nın bu konudaki çalışmaları kayda değer, onların katkısıyla anayasada yer aldığını biliyoruz. Dolayısıyla tam anlamıyla bir sivil anayasa girişiminin yürütüldüğü bugünlerde, gelişmiş olan STK örgütlenmesinin çevrenin anayasada yer alması konusunda daha aktif bir şekilde bu sürece dahil olması gerektiğini de söylemeliyiz.

ÖM: Durumun vahameti o düzeye ulaşmış ki artık bunun bir temel hak olduğu konusunda kimsenin şüphesi olmasa gerek. Hazır böyle bir anayasa değişikliği gibi bir imkân varken önümüzde, bunun kullanılması çok avantajlı olabilir.

SCM:
Tam anlamıyla sivil bir anayasa niteliği kazanabilir bu durumda. Toplumun en önemli sorunu olan, önceliği olan bir konunun bu şekilde statüsünün temel hak statüsüne yükseltilmesiyle toplumun kaygısına da yanıt vermiş olabilir hükümet ve anayasa yapıcı şu anda. Bu kaygının başka bir yanı da, hükümetin bu konuyu örgütsel düzeyde nasıl ele alacağı, kurumsal düzeyde nasıl ele alacağı. Yeni hükümet şekillenirken, bakanlıkların düzenlenmesinde farklılıklar olacağını, ilk günden bu yana, yani bakanlık tartışmasının ortaya çıktığı günden bu yana biliyoruz. Fakat çevre, su, enerji, kuraklık konusu bakanlar kurulunun oluşmasına da özel bir nitelik de kazandırdı, yeni bir tartışma boyutu, yeni bir içerik kazandırdı bakanlıklar konusunun ele alınışına.

Yine basına yansıyan haberlerden, Çevre Bakanlığı ile Orman Bakanlığı’nın ayrılacağını ve buna ek olarak da kuraklık sorunu ve iklim değişikliği ile bağlantılı öteki konuları ele almak üzere yeni bir bakanlık yapılanmasına gidilebileceğini öğreniyoruz. Benim basından izleyebildiğim seçeneklerden bir tanesi, “şehirleşme ve su bakanlığı” adını taşıyan yeni bir bakanlık kurulması yönünde. Bu bakanlığın Çevre Bakanlığı ile de ilişkili olduğu söyleniyor ama ilişkinin çevre, şehirleşme ve yerel su bakanlığı şeklinde mi olacağı konusunda bir netlik oluşmadı. DSİ’nin Çevre Bakanlığı’na bağlanabileceği yönünde bazı haberler var, tabii, sonucu hükümet kurulmadan önce öğrenemeyeceğiz. Ancak şunu söyleyebiliriz, çevrenin bu sektörler arası niteliğini, küresel ısınmanın çevresel örgütlenmeye getirdiği yeni gerekleri dikkate alarak, belki hükümetin sorunu başka bir şekilde ele alması lazım. Bir koordinatör bakanlık şeklinde olabilir, bütün bu çevre ve küresel iklim değişikliğiyle ilgili olan konuları ve bu konularla görevli ve yetkili kurumları bir araya getiren, birlikte çalışmalarını, eşgüdümlü çalışmalarını sağlayacak bir bakanlık yapılanması. Bunun adı koordinatör bakanlık olabilir. Ekonomi ile ilgili olarak böyle bir planın olduğunu yine öğreniyoruz basından. Dolayısıyla bu kadar önemli bir konunun, tarımı, sanayiyi, evsel kullanımı, bugünü ve yarını ilgilendiren bu sorunun daha üst düzeyde ele alınmasını ve yönetilmesini sağlayacak bir üst örgütlenme söz konusu olabilmeli. Benim önerim aslında bir süper bakanlık kurulması bu konuda ve bu süper bakanlığın adının da ‘sürdürülebilir kalkınma bakanlığı’ olması. Konuları dışarıda bırakmayacak bir örgütlenme olabilir bu, yani su neden var da enerji neden yok, çevre koruması var da şehirleşme neden yok bu bakanlığın içinde gibi bir tartışmaya da gitmeden sürdürülebilir kalkınma bütün bunları kapsayan, iklim değişikliğini de kapsayan bir başlık olduğundan böyle bir bakanlık yapılanması belki hem eşgüdümcü hem icracı bir bakanlık niteliği taşıyabilecektir ve ilgili bütün kamu kurum ve kuruluşları, yani bağlı kuruluşlar, ilgili kuruluşlar bu bakanlığa bağlanarak ya da ilişkilendirilerek tek elden yürütülmesi sağlanabilecektir. Aynı zamanda da çevreye, suya, iklim değişikliğine bakanlar kurulu hiyerarşisi içinde daha ön sıralarda yer verilmesini de sağlayacak bir çözüm olabilir. Bildiğimiz gibi Çevre Bakanlığı bu hiyerarşinin en sonunda kalıyor, en önemsiz bakanlıklardan birisiymiş izlenimi uyanmasına yol açıyor, hem bakanlar arasında hem de toplumda. Dolayısıyla böyle bir süper bakanlık statüsü hem konunun önemini yansıtması açısından yararlı olabilir, hem de bakanlığın yetkilerinin arttırılarak, yapabilirliğini, yani müdahil olabilirliğini, kontrol edebilirliğini arttırıcı bir yeni seçenek olabilir. Başka ülkelerde de örnekleri var bunun, ‘sürdürülebilir kalkınma bakanlığı’ adını taşıyan bakanlıklar var başka ülkelerde. Fransa’da ‘ekoloji ve sürdürülebilir kalkınma bakanlığı’ var, Romanya’da var bu şekilde bir örgütlenme, İsveç’te vardı adını yeniden değiştirdiler. Başka örnekler de verebiliriz bunlara. Süper bakanlık olması ya da koordinatör bakanlık olması da yetkilerinin artması anlamına geleceğinden, şu andaki durumdan ileriye gidilmesini sağlayabilir.
Takvim
<<Mayıs 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
            1
2 3 4 5 6 7 8
9 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.