Dahası, turizm konusu, öyle bir tabu haline gelmiş ki, olumsuz bir şey söylediğinizde yaygaracı bir koro ile karşı karşıya kalıyorsunuz. Bu koronun ikide bir ileri sürdüğü gerekçeler özetle, turizmin, tarihi, kültürel, coğrafi zenginlikleri hem korumak, hem dünyanın her yanından insanla paylaşmak, hem de gelir kaynağı haline dönüştürmek gibi çok yönlü ve faydalı bir faaliyet olduğudur.
Şimdi Mardin, bu ‘çok yönlü kalkınma’nın alanı haline gelecek. Proje önce tarihi dokuyu bozan beton yapılaşmayı yıkacakmış, bu kısmı fena değil gibi. Buralarda oturanlara, razı olurlarsa TOKİ Diyarbakır Yolu üzerinde ev verecekmiş. Bu noktaya dikkatinizi çekerim. Bu durumlarda, şehrin veya seçilmiş bölgelerin, görünümünü, fiyakasını bozan aslında sadece kötü yapılaşma değil, oralarda oturanlardır.
O nedenle, bu tür dönüşüm projelerinde kurtarma operasyonları çift taraflı olur, o yerde yaşamayı hak etmediği düşünülenler bir yolla oralardan sürülür.
Hamasete savrulmak istemem, doğrusu tarihi, mimari değeri çok yüksek yerlerin, kötü şehirleşme süreci sonunda düpedüz talan edilip, acınacak hale düşmesine yakınmamak mümkün değil. Ancak, bu noktadan sonrası, şu meşhur ‘kentsel dönüşüm’ projelerinin iddia ettiği kadar sorunsuz değil. Her şeyden önce bu projeler ‘kentsel’ değil, tam tersine kent olmaktan çıkarma projeleri. Zira el attıkları alanları yaşanan yer olmaktan çıkarıyor, zoraki estetik kaygı, bir de turizm denen her yeri görme açgözlülüğünün sevk ettiği kalabalıkla birleşince son derece yapay, yaşama enerjisini, elektriğini yitirmiş bir ortam oluşuyor. ‘Büyük ötellerin gözdesi’ başlığı Mardin’in yaşayan bir şehir olmaktan, tüketime peşkeş çekilen tarih ve coğrafya haline gelmesinin işareti demek.
Bu, kuşkusuz, Mardin’e veya Türkiye’ye özgü bir durum değil, dünyanın her yerinde benzer şeyler yaşanıyor. O nedenle, yavaş yavaş gittiğiniz her yer sahnedeki coğrafya, tarih, iklim ne olursa olsun aynılaşıyor. Turizm denen faaliyet, sizi değişik sahnelere taşıyor, değişik yemekler yediriyor, ama katiyyen değişik hayatlarla tanıştırmıyor, çünkü siz gitmeden oradaki hayatı alabildiğine öldürüyor, o mekânı bir ‘tema parkı’ haline getiriyor.
İtiraf edeyim, katiyyen maceracı gezgin türünden bir değilim, dahası gittiğim yerde makul konforda kalınabilecek bir yer mutlaka olsun isterim. Ama turizm dediğimiz şey bunun ötesinde bir tüketim biçimi. Zamanında dünyanın müreffeh ülkelerinin orta sınıfını, şimdilerde alt-orta sınıfını da kapsayacak şekilde bir kalabalığı dünyayı altüst etmeye teşvik eden bir iş dalı. Bu anlamsız gezme faaliyetinin azdırdığı ulaşım ve özellikle hava ulaşımı ayağının çevreye verdiği zarar malum. Hedefi olan yerlerde, mesela deniz kıyılarında yarattığı her türden kirlilik bir yana, yaşama alanlarını nasıl görme tüketimine kurban ettiği konusu da üzerinde düşünülmeye değer.
Dünyanın görmeye değer sayısız ülkesi, bölgesi, kıyısı, dağı, tarihi eseri var, bunları tüketeceğim diye ortalığı birbirine katmanın âlemi yok. Başka hayatlarla tanışmak değil, her yeri görmek, her yemeği tatmak açgözlülüğüne şartlandığınız sürece, kızgın damdaki kedi gibi dünyayı dört dönseniz faydası yok, sonuçta evinden çıkmamış adamdan farksız olacaksınız. Turizm, mantığı gereği birinciyi değil, ikinciyi, yani açgözlülüğün tatmimini vaat ediyor.
İşin ekonomik boyutuna gelince, gerçekçi değil biliyorum, ama bu delice koşuşturmadan elde edilecek kazanç, bir yolunu bulup başka bir yoldan edinilmeli diyorum.
Konuyla İlgili Linkler
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!