Haberler

Kyoto Başka Bahara Kaldı

Tarih: 15 Ağustos 2008 Kaynak: Açık Radyo
Ömer Madra: Meclis tatile girdi ve Kyoto Protokolü, hükümet tarafından da belirtilen arzulara irağmen tatile girmeden ele alınamadı ve böylece bir başka bahara kalmış oldu galiba?

Semra Cerit Mazlum: Evet yeni yasama yılına kaldı Kyoto Protokolü’nün Meclis genel kurulunda görüşülmesi. Tasarı hazırlandıktan sonra Meclis’e geldiğinde 3 komisyonda da, Dışişleri Komisyonu’nda tali komisyon olarak da Çevre Komisyonu ve AB Uyum Komisyonu’nda görüşüldü. Bu görüşmelerin ardından genel kurula oldukça arka sıralardan, yaklaşık 160. sıradan inebildi tasarı. Fakat daha sonra yapılan bir değişikle ön sıralara gelebilmişti, görüşülmesi büyük bir ihtimal olarak ortaya çıkmıştı bu durumda. Fakat Meclis’in tatile girmesiyle birlikte tasarının görüşülmesi ve kabul edilmesi, Ekim’de açılacak yeni yasama yılına kalmış oldu. Aslında bu uyarıyı yapmıştı Çevre Komisyonu Başkanı, bu yasama yılında çıkarılması için Meclis’in daha aktif davranması konusunda, gerekli uyarıyı yapmıştı. Fakat Meclis tasarıyı öne almak yerine gündemde bekleyen öteki yasalarla birlikte yeni döneme bırakmış oldu.

ÖM: Böylece utangaç bir takip olduğundan bahsedilebilir, sanki böyle romantik komedi ya da macera ve esrarengiz bir dizi tadında bir hali var bu Kyoto maceramızın. “Hayırlısı neyse o olsun” diyelim.

SCM: Görüşmeler sırasında, aslında devletin içindeki, kamu kurumları arasındaki görüş farklılıkları, Meclis’le kamu kurumları arasında da ortaya çıkmış görünüyor. Bunu da şundan anlıyoruz; Meclis komisyonlarındaki görüşmelerin raporları Meclis Genel Kurulu’na gelen tasarıyla birlikte Meclis’in internet sayfasında yayınlandı. Yani her 3 komisyonda da Kyoto’nun onay kararı hakkında yapılan görüşmelerin ayrıntıları bu raporlarda mevcut. Raporlardan aslında bu parçalanmışlığı, bölünmüşlüğü, görüş birliği olmaması durumunu görebilmek mümkün. Her üç komisyonda da komisyon üyesi milletvekilleri, genel olarak Kyoto’nun onaylanmasını olumlu bulduklarını belirtmiş olmakla birlikte, bazı çekincelerini, kaygı duydukları bazı noktaları da dile getiriyorlar. Genellikle uluslararası çevre anlaşmaları onay için komisyonlara geldiğinde, genel kurula geldiğinde çok ayrıntılı tartışmalar olmadığını, daha çok tasarıyı hazırlayan kurumların, bakanlıkların hazırladıkları gerekçeler üzerinden kabul kararının verildiğini, Meclis’in çok detaylı tartışmalara girmediğini biliyoruz, dolayısıyla raporlar da çok kısa oluyor. Sadece onaylanmasının uygun bulunduğuna dair görüş bildiriyor Meclis, fakat Kyoto ile ilgili görüşmeler bundan farklılık arz ediyor; her üç komisyonda da benzer endişeler, benzer belirsizlikler dile getirilmiş durumda, bu da çarpıcı bir gelişme aslında. Bu, iklim değişikliğinin ülke ekonomisiyle, kalkınma politikalarıyla, topyekun ülke politikalarıyla ilişkili olmasının da bir sonucu. İklim değişikliğinin bütün sektörlere etkisi olacak, ülkenin bundan sonra nasıl kalkınacağının, kalkınma yolunun, izlenen politikaların gözden geçirilmesini gerektirecek bir sorun olmasından da kaynaklanan bir yanı var. Fakat aynı zamanda siyasi olarak da belirgin bir bakış açısının oluşamamış olduğunu gösteriyor bize. Geçen sene seçimler öncesinde, parti programlarını iklim değişikliği ve çevre politikaları açısından değerlendirmiştik; oradaki yüzeysellik komisyon görüşmelerine ve dolayısıyla komisyon raporlarına da yansımış durumda.

ÖM: Net bir tavır alınmadığı çok açıkça ortada, insan Oğuz Atay’ın Ne Evet Ne Hayır hikâyesini hatırlamadan edemiyor.

SCM: Evet, bu komisyon raporlarında kullanılan dil tam da dediğiniz gibi Oğuz Atay’ın Ne Evet Ne Hayır hikâyesindeki tavıra denk geliyor. Genel bir olumluluk, olumlu görüş beyanına rağmen, o olumlu görüşü zayıflatan açıklamalar düşülmüş raporlara. Örneğin komisyon üyesi milletvekillerinden bazıları şunu söylüyor; “Kyoto Protokolü’ne taraf olunmasının ülke ekonomisi ve kalkınma üzerinde muhtemel negatif etkileri bilinmemektedir, ülke ekonomisine maliyeti bilinmemektedir.” Bunun yanında Kyoto’ya taraf olmak konusunda Türkiye’de yeterince ayrıntılı bir şekilde tartışılıp tartışılmadığı, Türkiye’nin bu onay kararına, Kyoto’ya katılmaya hazırlıklı olup olmadığının belirsiz olduğu, bu konuda bilinmezliklerin olduğu gibi endişeleri dile getiriyorlar.

ÖM: O zaman bir de bir Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani adlı romanını da hatırlamak mümkün. Yani ne idüğü belirsiz, in midir cin midir bu Kyoto, bizi nereden vurur belli değil. Edirne’de uçan bir adam varmış minare boyu zıplıyor, belki Kyoto da öyle bir şeydir.

SCM: Meclisin bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadığını, bu bilgiyi edinmek konusunda da gerekli çabayı göstermediğini işaret ettiği gibi, aynı zamanda kurumsal hazırlığın da gecikmiş olduğunu, bu gecikmişliğin Meclis tarafından da tespit edildiğini gösteriyor. Halbuki 2004’te Türkiye sözleşmeye taraf olduktan sonra, hazırlıklar bir ölçüde yavaş da olsa başlamıştı. Bu süre içerisinde, taraf olmak durumunda uyum sürecine dahil olacak ilgili kurumların bu yönde gerek maliyetler konusunda yeni politika araçları geliştirmesi konusunda hazırlık yapmaları gerekiyordu. Meclis bu eksikliği test ederek, aslında bir ölçüde hükümet üzerinde denetim yetkisini de kullanmış oluyor. Bu açıdan da öteki denetim raporlarına göre belki Kyoto ile ilgili görüşmeler sırasında yapılan değerlendirmeler daha fazla denetim işlemine denk gelmiş oluyor. Ayrıca ilginç bir rakam var bu raporlarda, yine asıl komisyon olan Dışişleri Komisyonu”ndaki görüşmeler sırasında milletvekillerinin soruları üzerine kurumlardan şöyle bir açıklama geliyor Kyoto protokolüne taraf olmanın maliyeti ya da bu konudaki tahminler hakkında. Hükümetin yaptığı bazı çalışmalarda, toplam maliyetin 58 milyar Euro olarak hesaplandığı ve bu rakamın da ¼’ünün özel sektör tarafından karşılanacağı yönünde bir bilgi var bu raporda. Bu şimdiye kadar tartışılan öteki miktarlardan oldukça farklı bir rakam.

ÖM: Türkiye’nin iklim konusunda bundan sonraki uluslararası görüşmelerdeki durumu da bu ikircikli ve tereddütlü tavrı dolayısıyla tehlikeye düşmüş oluyor. Daha doğrusu belirsizlik durumu büsbütün devam ediyor. Polonya’da Poznan’da yapılacak olan görüşmelerde eli zayıflamış olmayacak mı Türkiye’nin?

SCM: Eli zayıf kalmaya devam edecek. Bu içerideki gecikme, aslında Türkiye’nin sürmekte olan uluslararası görüşme sürecine katılmak açısından da gecikmesine neden oluyor. Yani tek taraflı, yalnızca içeride olup biten bir eksiklik olarak karşımıza çıkmıyor, tasarının Meclis’e gelmesi sırasında yapılan açıklamalarla örtüşmeyen bir tutum sergilenmiş oldu. Asıl amaç Poznan’da yapılacak görüşmelere daha sonra da Kopenhag’daki görüşmelere taraf ülke olarak, yani söz hakkı olan, önerilerde bulunabilen, değerlendirmeler yapabilen ve müzakereleri bir ölçüde kendi istediği yönde yönlendirme becerisi elde etmiş bir ülke olarak katılmaktı.

ÖM: Bunu net olarak Enerji Bakanı da söylemişti zaten hatırladığım kadarıyla.

SCM: Çevre Bakanı da Dışişleri Komisyonu’na geldiğinde yaptığı açıklamada bunu bir kere daha dile getirmişti. Hükümet Sözcüsü de Meclis gündemine gönderilmesi sırasında benzer bir açıklama yapmıştı. Bu durumda onay kararı Meclis tatile girmeden genel kuruldan geçememiş olduğu için, yürürlüğe girme işlemi de gecikmiş oluyor. Çünkü ülkeler kendi ratifikasyon sürecini tamamladıktan sonra bu işlemi BM’ye gönderiyorlar. Bunun ardından 3 ay sonra yürürlüğe giriyor, uluslararası hukuk açısından bağlayıcı hale geliyor.

ÖM: Yani Türkiye bu fırsatı kaçırmış oluyor, asıl önemlisi belki de Kyoto’nun yerini alması beklenen ve asıl büyük kıyametin üzerinde koptuğu Kopenhag görüşmeleri, belki de Kopenhag Protokolü adını alacak yeni anlaşmada da yine açıkta kalması ve dışarıdan izlemesi gibi bir tehlike de doğuyor Türkiye’nin.

SCM: Önümüzdeki yasama yılı içerisinde tasarının Meclis’ten geçmemesi durumunda, -böyle bir ihtimalin yok olduğunu söylemek de mümkün değil, çünkü meclisin gündeminde bir senedir bekleyen başka uluslararası çevre anlaşmaları da var, komisyonlardan geçmiş, genel kurula gelmiş fakat onaylanmamış, yani genel kuruldan geçmemiş uluslararası anlaşmalar var. Kyoto’nun bu anlaşmalardan farklı bir özellik arz ettiğini ve meclis açıldığında öncelikle görüşüleceğini tahmin edebiliriz fakat başka örnekler de var, onu hatırlamak lazım- bu komisyon raporları, komisyon görüşmeleri sırasında dile getirilen tartışmalar da birden anlamsız hale geliyor. Kyoto’ya katılmanın maliyetinin ne olacağı sorusu bütün 3 komisyonun da sorduğu soru geçerliliğini yitiriyor. Çünkü bu sorunun Kopenhag’da ortaya çıkacak olan yeni anlaşmaya göre sorulması gerekiyor. Orada ne tür maliyetler ortaya çıkabilir ve Türkiye o rejimin içinde, yeni anlaşmanın içerisinde kendisine nasıl yer bulabilir? Belki daha fazla onun üzerinde durmak gerekiyordu bu görüşmeler sırasında. Uzun erimli olmamak durumu aslında komisyon görüşmelerine de yansımış durumda.

ÖM: Çok kısa vadeli bir bakış var. Öte yandan bir de Kyoto Protokolü’ne imza atmaya hazırlanıyor Türkiye, ama bu arada da arkadaşımız, bağımsız araştırmacı, gazeteci Özgür Gürbüz’ün tespit ettiğine göre, 1992-2006 arasındaki envanter çalışması da yayımlanmış ve 331,8 milyon tona ulaşmış durumda 2006 sonunda Türkiye’nin emisyonları. Bu da adam başına, -nüfusu 70 milyon kabul edersek- 4.5 tonu ve aşmış 4.7 tona ulaşmış demek, dünya ortalamasını, Çin ve Hindistan’ı da geçmiş durumda.

SCM: Gelişmekte olan ülkeler ortalamasını geçmiş durumda. Emisyonlardaki bu sürekli artış, aslında devam etmekte olan görüşme sürecinde de Türkiye’nin elini bir ölçüde bağlıyor. 2008 yılı başında Kopenhag’daki görüşmeler için Türkiye’nin göndermiş olduğu ülke görüşünde şöyle bir ifadesi var; “emisyonların artış hızı dikkate alındığında, kısa vadede Türkiye’nin emisyon azaltması gibi bir yol izlemesi mümkün gözükmüyor”. Tabii bunu gelişmekte olan ülke statüsü elde etmek amacıyla, o gerekçeyle bu ülke görüşüne yansıtmış durumda bu metni hazırlayanlar, fakat aynı zamanda önlemleri, emisyon düşürme faaliyetlerini ötelemek, giderek daha fazla içinden çıkılmaz ve düşürülemez hale getiriyor ve bir kısır döngüye sokuyor.

ÖM: Türkiye’nin başka pek çok alanda da gösterdiği bir tavrın bir başka belki de en belirgin olarak göründüğü yerlerden biri de bu çevre meselesi oldu.

SCM: Erteleme politikası hüküm sürüyor çevre politikasında. Kyoto ile ilgili görüşmeler yanında bir an önce onay kararı verilmesinin açıklanan bir gerekçesi de, Türkiye’nin uluslararası iklim mücadelesine katılmasının BM Güvenlik Konseyi’ne adaylık sürecinde destek olacağı, Türkiye’nin buradaki adaylığının güçlendireceği yönündeydi. Fakat Güvenlik Konseyi geçici üyelikleri için Ekim’de seçim yapılacağından, meclis açıldığında Kyoto’nun onaylanması durumunda da oradaki iddiası açısından da Türkiye’ye pek bir faydası olmayacaktır bu gecikmiş onay kararının. Tabii şu anda Kyoto’ya katılmak açısından ve müzakerelerde elde etmeyi amaçladığı beceri ve güç açısından olumsuz olduğu gibi ulusal hazırlıklar açısından da sorunlu bir pozisyonda Türkiye. Türkiye Kyoto sistemine ne kadar geç girerse, bu sistemin gereklerini yerine getirmek ve bu konuda gerekli hazırlıkları yapmak konusunda da geç kalıyor. Taraf olma kararı bu dönem için Türkiye’ye belli bir yükümlülük getirmeyecek olabilir, fakat en önemli yararı Türkiye’nin o kurulmuş olan sisteminin içinde kendisine yer bulması ve gerekli kurumsal hazırlıkları yapmasıydı. Sürekli erteleme, aynı zamanda bu içerideki kurumsal hazırlığı da geciktiriyor. Meclis’in dile getirmiş olduğu bu hazırlıksızlık, belirsizlik durumu, daha da güçlenmiş olarak, daha da karmaşıklaşmış olarak sürmeye devam edecek önümüzdeki dönemde.

ÖM: Zaten bu gidişle Türkiye’de emisyon açısından AB ortalamalarını da yakalamaya doğru hızla gidiyor. Özgür Gürbüz’ün 4 Ağustos tarihinde yazdığı yazıda da belirttiği gibi, “bir yandan Kyoto’ya imza atarım, hem de yan gelir yatarım” şeklinde bir anlayışı var AKP hükümetinin, bir yandan kömür ve nükleer santrallere bol keseden teşvik dağıtıp, böyle kanunlar çıkarıp, güneşe, rüzgâra da üvey evlat muamelesi yapmayı ne kadar daha sürdüreceği belli değil. Bizzat çevre açısından da hiç pozitif olmayan bir durum var.

SCM: AB ülkeleriyle karşılaştırıldığında, Özgür Gürbüz’ün verdiği rakamları da dikkate aldığımızda, aslında yeni AB üyesi olmuş ülkelerle Türkiye benzer bir noktada duruyor kişi başına emisyonlar açısından. Batı Avrupa ülkeleri, eski AB üyeleri ile karşılaştırıldığında göreli olarak yarı yarıya kişi başına emisyonları. Fakat yeni üyelerle aynı düzeydeyiz, dolayısıyla AB ortalamasına buradan da yaklaşmış oluyor Türkiye.

ÖM: Azaltmak gibi bir tercihi kullandığına dair hiçbir işaret yok, maalesef yönetimin büyük şirketlerin doğrultusunda gitmek gibi çok net bir tavrı görülüyor maalesef.

SCM: Türkiye’nin iklim politikası, emisyonları azaltmak üzerine değil, daha fazla adaptasyon üzerine, iklim değişikliğinin getirmiş olduğu sonuçlarla yüzleşme ve o sorunları belli ölçülerde zararını azaltarak öteleme şeklinde. Türkiye’nin İklim politikasının bir emisyon politikası olduğunu söyleyemeyiz kesinlikle.

ÖM: Artık akıl almayacak kadar daralan bir zaman söz konusu, gerek en önemli iklim bilimcilerden Hansen’ın ABD’de Kongre önündeki tanıklığından gerekse de Stockholm Çevre Enstitüsü’nün yeni yayımladığı artık 100 ay kaldığına dair raporu, mesela 1 Aralık 2016’da artık geri döndürülemez noktanın aşılmış olabileceğine dair kuvvetli endişe verici raporlar birbiri ardına çıkıyor. Hatta Prof. Robert Watson’ın da Amerika’nın İklim Değişikliği Paneli’ne gönderdiği, -sonradan oradan Bush’un isteği ile uzaklaştırıldı- hesapla “4 derecelik bir artışa hazırlanmalıdır” gibi çok ağır sonuçlar çıkıyor.

SCM: Watson’ın uyarısı çok anlamlıydı ve bu tehlikeli gidişe bir kere daha, başka pek çok kuruluşun ve uzmanın yaptığı gibi dikkat çekiyordu ve korkma noktasına gelmek gerektiğini de hatırlatıyor bize. İngiliz hükümetine yaptığı önerilerde mitigasyon için ayrı bir hedef, adaptasyon için başka bir gerçekliği dikkate alarak politika geliştirmek veya hazırlık yapmak gerektiğini söylüyor. IPCC raporlarında söylediği, Stern raporunun da söylediği, geçtiğimiz günlerde Avustralya’da açıklanan Gartner raporunun da söylediği, başka uluslararası kuruluşların da söylediği gibi, sıcaklıkların sanayi öncesi döneme göre 2 dereceden fazla artmasını engellemek için, emisyonların atmosferde en azından 450-550 ppm arasında durdurulmsı gerekiyor. Bunun da bir an önce başlaması gerekiyor.

ÖM: Hansen ve arkadaşlarının, özellikle son makalesine ayrıntılı bakıldığında 350’ye geri dönmekten, 1980 ortalarındaki seviyeye geri dönmekten başka çare olmadığı da bir ayrı dehşet verici gerçek.

SCM: Bu 450-550 ppm’de kalabilmek, dolayısıyla 2 derecede kalabilmek de aslında yalnızca %50 ihtimal.

ÖM: Aslında Hansen diyor ki, “2 derecede kalmak felaketi imzalamak, garantilemek olur”. Yani “2 derece bizi katiyen kurtarmaz” diye bir araştırma sonucu açıklıyor. Bütün bu durumlara rağmen Türkiye’nin böylesine bir vurdumduymaz bir tavır içinde kalıyor olması insanı çok endişelendiriyor doğrusu.

SCM: Evet, küresel iklim değişikliği sorununu ve Türkiye’nin buradaki katkısını, ülkenin siyasi iklimine endekslemiş bir hava görülüyor hükümette, iktidarda oldukları süre boyunca Kyoto hep gündemdeydi, fakat Kyota’ya katılmamak ya da emisyonları azaltmamak yönünde bir yaklaşımı tercih etti ve ısrarla sürdürdü hükümet. Aynı zamanda emisyon azaltma konusundaki gecikme ortada dururken, uyum konusunda da gecikme var. Yalnızca, çiftçiye kuraklık konusunda destek olmak gibi parçacı yaklaşımlarla üstüne gidilmeye çalışılıyor sorunun. Örneğin 9. Kalkınma Planı’nda sözü edilen Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı konusunda bir hazırlık yok hâlâ. Bu dönem içerisinde hazırlanması ve belki yürürlüğe girmesi gerekiyor. Dünyada bir çok ülke, gelişmiş ülkeler de gelişme yolundaki ülkeler de, kendi ulusal eylem planlarını hazırladılar, açıkladılar, bu yönde hedeflere dönük olarak gerekli değişiklikleri, kurumsal ve politika değişikliklerini yapmaya başladılar, somut hedefler koydular, en azından yenilenebilir enerji konusunda. Türkiye hem eylem planını hazırlamıyor ve ulusal koşullara uygun bir politikadan söz ediliyor sürekli. O ulusal koşullarla sınırlı da olsa bir politika hazırlığının gerçekleşmediğini görüyoruz maalesef.

ÖM: Bir de dün yeni bir araştırmadan bahsetmiştiniz, ondan birazcık söz edebilir miyiz? BM’nin iklim değişikliğiyle ilgili en önemli kuruluşunun, IPCC’nin Türkiye’yi de içine alan, Akdeniz Havzası’yla ilgili özel bir raporu var galiba değil mi?

SCM: Evet, IPCC’nin ayrı bir raporu bu. Daha önceki yıllarda genel kurulda yapılan görüşmelerde, iklim değişikliğinin su kaynakları üzerindeki etkisinin tespit edilmesi, ortaya konulması amacıyla bir özel raporun hazırlanması gündeme gelmişti. Bu bir ayrı rapor olarak ortaya çıkmadı, fakat bir teknik rapor mahiyetinde bir çalışma ortaya koydu IPCC. Uzun süreden beri hazırlıkları devam ediyordu, geçtiğimiz günlerde açıklandı. Türkiye açısından korkutucu tabloyu bir kez daha ortaya koyan, hatta tehlikenin altını kalın çizgilerle çizen bir rapor, su ve iklim değişikliği ilişkisini ortaya koyan raporun saptamaları. Dünyanın başka pek çok bölgesine ilişkin ayrıntılı değerlendirmeler var, fakat bizi en fazla ilgilendiren Avrupa kıtası ve Akdeniz bölgesine ilişkin saptamalar ve tahminler gerçekten endişe verici boyutlarda. Bu uyum politikasızlığının da bir kere daha nelere mal olabileceğini, maliyetin bir de o açıdan yapılması gerektiğini belki politikacılara hatırlatabilir. Öteki pek çok saptaması yanında şu benim çok dikkatimi çekti ve endişe uyandırdı; bu raporun kuraklık artışlarıyla ilgili projeksiyonları, yani gelecek tahminleri, dünyanın başka bölgelerinde olduğu gibi fakat daha fazla Akdeniz bölgesinde ve Türkiye’nin batısınında, 100 yılda bir görülen kuraklıkların önümüzdeki yıllarda, 2070’e kadar görülme sıklıklarının daha da artacağını, 100 yıldaki kuraklık gerçekleşme durumlarının 10 yılda bire düşeceğini söylüyor.

ÖM: Yani bu %90’lık bir artış gösteriyor herhalde?

SCM: 4 ayrı senaryo var kuraklıklar konusunda ve Türkiye’nin de dahil olduğu bir bölgeye yönelik bir analiz bu; bu 4 ayrı senaryoda da Türkiye kesin bir kuraklık tehlikesi altında olarak görülüyor. Bazı senaryolarda Türkiye’nin batı bölgeleri bütünüyle sürekli olarak çok kısa aralıklarla kuraklıkla yüz yüze gelecek.

ÖM: Kuraklığın, tarihte görülmüş belle başlı büyük medeniyetleri yıktığı gibi Türkiye için de çok yıkıcı bir tehlike olduğunu bilim dünyasının en önemli kuruluşu bu şekilde söylemiş oluyor anladığım kadarıyla. Ümit Kardaş’ın “Hukuk devlete nasıl sızacak?” diye bir yazı başlığını hatırlıyorum, bilim de Türkiye’de nasıl devlete sızacak onu düşünmekte yarar var doğrusu. Çünkü bu bilimsel doğrular, bambaşka kısa vadeli başka çıkarlara galebe çalamıyor.

SCM: Türkiye’nin kendi ilk ulusal bildirimini hazırlarken yaptığı çalışmaların da ortaya koyduğu bulgular bu yönde. Bu kesinlikte ve bu ayrıntıda tahminler yapılmamış olsa bile, o ulusal bildirim için yürütülmüş olan çalışmalar yine Batı Anadolu’nun kuraklık tehlikesiyle ve su sıkıntısıyla karşı karşıya olacağını ortaya koyuyordu. Sorun belki dediğiniz gibi bilimin devlete sızması. Başka pek çok konuda da çevreyle ilgili bilgilerin, verilerin karar sürecine taşınamaması sorunu var. Analizler yapılıyor, değerlendirmeler yapılıyor, sorun ortaya konuyor, fakat sorun ortada kalıyor daha sonra. Bu veriler, organik bir şekilde kamu yönetimi yapısının içine giremiyor.

ÖM: Çevre Bakanı’nın kendisi de bir bilim kimliği taşımasına rağmen, -makine mühendisi galiba, ama öyle bir kimliği var- siyasi kimliği öne çıkıyor.

SCM: Siyaset daha ağır basıyor. Bunu geçen haftalarda 3 bakanın içme suyu konusundaki sorunla ilgili açıklamaları sırasında da gördük; bilimsel bulguları, gözlemlerle ortaya konmuş olan sorunları konuşmak yerine, yine özel alana dönük önlemler üzerinde durdular. Türkiye’de, böyle de bir sorun var, belki bunu da saptamak lazım. Sorunlar özelleştiriliyor, kişiselleştiriliyor, toplumsallaştırılıyor, fakat kamusallaştırılamıyor.

ÖM: Riskleri taşıma kamulaştırılıyor, kârlar özel olarak kalıyor.

SCM: Sonuçlar da özelleştiriliyor, halka bırakılıyor bütün sorumluluk.
YorumlarYorum Sayısı: Henüz hiç yorum yapılmamışBütün yorumları forumda okuyun!
Bütün yorumları forumda okuyun!
Takvim
<<Temmuz 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30 31
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.