Haberler

Silivri Kapısı’nın İki Fotoğrafı

Tarih: 7 Eylül 2008 Kaynak: Radikal Yazan: Aykut Köksal
Bugüne dek İstanbul surlarının restorasyonu pek çok haklı eleştirinin konusu oldu, ne var ki bu onarımları -öncelikle- kendi dışındaki olguların göstergesi olarak okumak gerek. Bu onarımlar, sadece “onarım”ın kendi gerçekliği içinden görüldüğünde ve yalnızca teknik bir restorasyon eleştirisiyle ele alındığında eksik bir değerlendirme yapılmış oluyor.



1950’lerde gerçekleşen sınırlı restorasyonları bir yana koyarsak, surların sistematik onarımı 1986’da projelendirildi ve bir yıl sonra başlayan çalışmalarla önce bir dizi sur kapısı onarıldı, bunları diğer sur bölümlerinin “restorasyonu” izledi. 1987’de onarımına başlanan kapılardan biri de Silivri Kapısı idi. Silivri Kapısı, İstanbul’un kara surlarının güney kesiminde Mevlevihane Kapısı ile Belgrad Kapısı arasında bulunuyor. Bizans döneminde, kapının hemen dışında yer alan ve önemli kült merkezlerinden biri olan Balıklı Ayazması’ndaki “can veren kaynak” dolayısıyla Pighi Kapısı diye adlandırılıyordu. Bizans’ın son döneminde ise Silivri’ye giden yolun üzerinde olduğu için Selybria Kapısı adını aldı ve bu ad günümüze dek ulaştı.



Silivri Kapısı’ndan söz etme nedenim, yaklaşık yirmi beş yıl arayla çektiğim iki fotoğraf. İlk fotoğrafın tarihini tam anımsamıyorum, 1980’lerin başları olmalı. İkincisi ise dijital bir fotoğraf, bu yüzden tarihi de büyük bir kesinlikle belirli: 22 Ağustos 2008, saat 14:22. Her iki fotoğraf da Silivri Kapısı’nın sur dışından görünümü, hemen hemen aynı noktadan çekilmiş.

İlk fotoğraf surların restorasyonuna girişilmeden birkaç yıl önce çekilmiş ama neredeyse zamansız bir fotoğraf. Belirli bir zamanı işaret eden yalnızca Anadol otomobil, ama o da oldukça geniş bir zaman aralığını gösteriyor. Giysilerden, ağaçlardan, ışıktan, fotoğrafın sonbaharı kışa bağlayan günlerden birinde çekildiği anlaşılıyor. Tüm fotoğrafa sızmış bir hüzün var, İstanbul sonbaharının o bilinen hüznü. Belki fotoğrafı İstanbul’a ait kılan da öncelikle bu hüzün.

Fotoğrafın solunda, surlara yaslanmış bir kahve görülüyor. Hafif strüktürüyle surlara zarar vermekten uzak eski bir ahşap yapı, yüzyıla yakın bir tarihi olduğunu kestirmek zor değil. Kahve, surların bir parçasına dönüşmüş, sanki surlarla birlikte yapılmış ve hep orada var olmuş gibi. Bu kahve Murat Belge’nin de dikkatini çekmiş, İstanbul Gezi Rehberi’nde “kapıya dışarıdan bakıldığında, solda, şirin bir kahve duruyordu” diyor.

Kahveden çıkan bir kişi sur kapısına doğru yönelmiş; şurası çok açık, kahve sur içindeki mahallenin yaşamını sur dışına taşıyor. Resmin sağındaki Anadol’un sahibi de ya kahvede, ya da sur içindeki evinde. Anadol’un hemen yanında, fotoğrafta yarısı görünen bir at arabası duruyor. Her ikisi de aynı ortamı sorunsuz paylaşıyor, her ikisine de “park etmek” yasak değil.

Sur içindeki yaşam kapıdan sur dışına sızıyor, sur üzerindeki tabelalara yansıyor. Yani “kapı” içeriyle dışarıyı bağlıyor, ayırırken birleştiriyor. Kapının hemen yanında bir dizi tabela, hepsi sac üzerine yazılmış: Eczane, Nalbur, Sur Elektrik, Baca Temizlik İşleri, Azim Ter Jeneratör, Güvenal Mermercisi. Doğrusu ya, mahallenin bu “iletişim” öğeleri de çevresini rahatsız etmiyor. Hepsi belirli bir yerde toplanmış, bunları da artık surun kendisinden ayırmak zor. Tabelasının boyutlarıyla üste çıkmaya çalışan, üstelik mezartaşı örneklerini sur dibinde sergileyen Güvenal Mermercisi bile alçakgönüllü ortamın bir parçası.

Fotoğrafın odak noktasında, yolun tam ortasında kapıya doğru kol kola yürüyenler büyük bir olasılıkla bir ana-kız. Yürüyüşleri yolu öncelikle yayaların kullandığını, büyük bir otomobil trafiği olmadığını gösteriyor. Ama bu ana-kız mahalleye ait başka bir öykü anlatıyor. Sonbaharın hüznünü umursamayan ama daha görünür kılan bir öykü. Bu ana-kız, Roland Barthes’ın adlandırmasıyla fotoğrafın punctum’u, delip geçici noktası.

Fotoğrafta, kapının içinde, ahşap bir İstanbul evinin cumbası –zorlukla da olsa- bir karartı halinde fark ediliyor. Bu ev Murat Belge’nin belleğinde de iz bırakmış, yine İstanbul Gezi Rehberi’nden okuyalım: “Kapıdan girer girmez, solda, üstü teneke kaplı, duvara yaslanmış, küçük ahşap bir ev vardı. Cumbasında bir yaşlı kadın oturur ve gelen geçeni öfkeli öfkeli süzerdi.” İçeriye ait bir başka görüntü ise surların üzerinden kendini daha açıkça gösteriyor: Hadım İbrahim Paşa Camisi’nin minaresi. Silivri Kapısı Camisi adıyla da anılan Sinan döneminin bu camisi kapının hemen ardında yer alıyor, minaresinin görüntüsü ise “kapı”nın ötesine geçiyor.

Bu fotoğrafı, aktardığım bu sahneyi görüntülemek için değil, kapıyı belgelemek için çekmiştim. Yani fotoğrafın asıl nesnesi Silivri Kapısı. Ama Silivri Kapısı’nı aktardığım bu sahneden yalıtmaya olanak yok. Herşey bir bütünün anlamlı bir parçasını oluşturuyor. Bu bütün ise yaşamın kendisi. İstanbul’un tarihsel gerçekliği de bu yaşamın içine kuvvetle sızmış olarak duruyor.

Bu fotoğraf çekildikten birkaç yıl sonra Silivri Kapısı (Mevlevihane Kapısı ve Belgrad Kapısı ile birlikte) onarıma alındı. Bu onarımlardan yirmi yıl sonra -geçtiğimiz günlerde- ikinci fotoğrafı çektim.

Bu ikinci fotoğraf çok daha yalın: Bir sur kapısının önündeki yoğun trafik. Bu yoğunluğu anlamak için fotoğrafta görülmeyen bir ayrıntıyı aktarmam gerekiyor: Sur dışındaki işlek çevre yoluna bağlanan noktaya trafik ışıkları yerleştirilmiş. Yeşil ışığın süresi trafiği rahatlatmaya yetmiyor ve kapı sürekli aynı taşıt sıkışıklığını yaşıyor. Hiç kuşkusuz sur içinden çıkan bu trafik güçlü bir gösterge: Sadece yaşam biçiminin değişimini değil, sur içinin de alabildiğine yüklendiğini gösteriyor. Nitekim, sur içinden yükselen (ama fotoğraf dışında kalan) çok katlı konutlar bu yüklenmenin bir parçasını oluşturuyor. Bu konutların inşası da restorasyonlarla hemen hemen eşzamanlı. Ama daha da önemlisi “Silivrikapı mahallesi”nin kendisiyle ilgisiz transit bir trafiğin altında ezildiği anlaşılıyor.

Fotoğrafta görülen tek bir yaya var, o da arabalara su satmaya çalışıyor, mahalleden olduğu ise kuşkulu. Restorasyonla birlikte korumacıların “muhdes” olarak tanımladığı tüm eklentiler yok edilmiş: Kahve kaldırılmış, tabelalar sökülmüş, kapı içindeki cumbalı ahşap ev yıkılmış. İçerideki yaşamdan dışarıya sızan tek bir öğe yok. Üstelik “restorasyon” sırasında kapı da tamamlanıp yükseltildiği için Hadım İbrahim Paşa Camisi’nin minaresi de gözükmüyor.

Şurası çok açık, ilk fotoğrafla karşılaştırıldığında bir yaşamın yok olduğu, yerini başka bir “yaşam”a bıraktığı saptanıyor. Kısacası iki fotoğrafa birlikte bakıldığında, İstanbul’un son yirmi beş yıl içindeki değişimi, dönüşümü görülüyor. İşte Silivri Kapısı’nın restorasyonu da ancak bu dönüşümle birlikte okunduğunda anlam kazanıyor: Surların ilk fotoğraftaki otantik görüntüsünden geriye sadece kapının ufak bir bölümü kalmış. Öteki bölümler ise ya yeniden örülmüş ya da tamamlanmış yani sözde “özgün” hallerini canlandırmak için yeniden inşa edilmiş. Başka bir deyişle, yok olan yalnızca yaşama, içeriye ait göstergeler değil, tarihsel olanın kendisi olmuş.

Evet, yeniden başta söylediğime dönebilirim: İstanbul surlarının onarımını anlamlandırmak için bir gösterge olarak okumak gerek. Bu okuma ise restorasyonun sadece “restorasyon” olmadığını gösteriyor. Surların 1987 sonrasındaki onarımları da yalnızca bir “restorasyon” olgusunu değil, İstanbul’un tümel dönüşümünü anlatıyor.

* MSGSÜ Öğretim Üyesi
Takvim
<<Temmuz 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30 31
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.