Haberler

İstanbul'u Romantize Etmeden Tartışmak

Tarih: 27 Ekim 2009 Kaynak: Betonart

Almanca olarak yayınlanan, mimarlık disiplinini içinde bulunduğu sosyal ve toplumsal ilişkiler içinde sorunsallaştıran bir geçmişe sahip olan ARCH+ dergisi 195. sayısını İstanbul'a ayırdı. 3 Kasım 2009'da İstanbul'da yapılacak bir etkinlik ile tanıtılacak sayı için dergi editörleri Nikolaus Kuhnert, Nuray Karakurt ve Anh-Linh Ngo, Şevin Yıldız ve Pelin Tan ile birlikte çalıştı.

Pınar Gökbayrak (PG): ARCH+ dergisinin vizyonu, geçmişi ve içeriğiyle ilgili biraz bilgi verir misiniz? ARCH+ Avrupa'daki diğer mimari süreli yayınların içinde kendisini nasıl konumlandırıyor?

Anh-Linh Ngo (AN)*: ARCH+, diğer Almanca mimarlık dergilerinin aksine 1968'den bu yana geniş bir mimari söylemi yansıtıyor. ARCH+ 1968'de yayınlanan ilk sayısında profesyoneller için bir dergi yerine problemler için bir dergi olduğunu ilan etmişti. Derginin etik iddiası mimari biçimi, gündelik sorunlara boğulmadan, politik, teorik, sosyo-kültürel, tarihsel ve ekolojik zemini içinde tartışmaktı. Sadece mimarlıkla yetinmeyeceği için, ismine takılan "+", mimarlığın kent planlama, kentsel tasarım, sosyal bilimler ve politikayla kurduğu ilişkiyi ifade ediyordu. İlk sayısının üzerinden kırk yılı aşkın bir zaman geçti ve bu vaat -mimarlığın disipliner yapısındaki kaymanın da "+"nın değişen kimliğine yansımasıyla- ARCH+'un temel değeri olmayı sürdürüyor.

Her yeni nesil editör de, kendi dönemi için "+"nın kapsamını yeniden tanımlamayı deniyor. 1960'ların sonu ve 1970'lerin başında derginin gündemi; kentsel yenileme için kiracı protestoları ve mücadeleleri, ekoloji, özerk yönetim kültürü, karşı-kültür vb. gibi mimarlıkta ve kentleşmedeki sosyal hareketlere güçlü bir vurguyla Marksist teoriye doğru kaydı. Ancak Marksist eğilim derginin esas temelinden uzaklaşma tehlikesi taşıyordu, sonuçta bu bir mimarlık ve kentleşme dergisi idi. Yine de, bu dönemin kalıcı başarısı, ARCH+'un mimarlıkta artan ticari eğilimlere karşı geliştirdiği eleştirel duruşu ve çağdaş sosyal hareketlere yönelen ilgisi oldu. Biçimsel ve mekânsal sorunlara odaklanan bir meslek yapısı içinde, ARCH+ rolünü, biçimin sosyal etkisinin ipuçlarını verecek bir tartışma platformu olarak görüyor. En temel hedefimiz biçimsel ve mekânsal yeniliklerin sosyal bir bakıştan yoksun düşünülemeyeceğinin altını çizmek.

PG: İstanbul'u konu alma fikri nasıl çıktı? Bu sayının önemi, vizyonu ve strüktürü nedir? ARCH+ daha önce de kentlere odaklanan sayılar yapmıştı, genel olarak bu sayılardaki yaklaşımınız nedir? Diğer kent sayılarıyla karşılaştırdığınızda ne gibi paralellikler ve farklılıklardan söz edebilirsiniz?

AN: ARCH+ 2007'den beri London School of Economics ve Alfred Herrhausen Society'nin yürüttüğü Urban Age projesi ile işbirliği yürütüyor. Urban Age'in kurduğu ağ, küçük ve bağımsız bir dergi olan ARCH+'a kentsel dönüşüm süreçleri üzerine yaptığı kendi araştırmasını küresel bir bağlamda sürdürme olanağı tanıyor. Bu işbirliği, pek çok başka derginin iddia ettiği gibi İstanbul'un son dönemde yeni bir çekim merkezi olduğu aldatmacasını sürdürmek yerine, geçmişte dergi için önemli olmuş pek çok konuyu tekrar gündeme getiriyor.

ARCH+'un kuruluşu modernizmin tamamen gözden düşmesiyle aynı döneme denk düşer. 1970'lerin başında tarihî kent yeniden keşfedildiğinde, ARCH+ geç modernist dönemi tartışmaya devam ediyordu. Standart modernist söylemin pürist imgesi, eleştiriyle daima müdahale gördü. Geçmişe dönüp bakılacak olursa, bu yöntem kendine referans veren bir modernizmin hatalarının farkında spesifik bir söylem geliştirdi.

Modernite araştırmaları, kentsel çözülme meselesini açık plan, kentsel yayılma ve banliyö alanları (Zwischenstadt) gibi tartışma konularıyla karşı karşıya getirdiğinde, en güncel konuların çıkış noktası kenti tersten okumak oldu: "Bulunmuş" kent aklın yeni bir macerasına dönüştü. Bu sayılardan bazıları kentsel alan nosyonu üzerinden düşünen "Dönüştürülebilir Kent" ve "Durumsalcı Kentleşme" sorularını gündeme getirdi. "Berlin", "Tokyo" ve dünyanın gelişen bölgelerinden "Çin'in Yüksek Hızlı Kentleşmesi", "Hindistan'ın Ayrışan Kentleşmesi", "São Paulo'nun Kentsel Mimarlığı" ve "İstanbul'un Aşırı Kentleşmesi" gibi diğer sayılar ise, spesifik yerel sorunlar üzerinden mevcut dönüşüm süreçlerini küresel bir çerçevede değerlendirmemizi sağladı.

PG: ARCH+ olarak ana tartışma konunuz ve İstanbul'un en temel mimari ve kentsel sorunu sizce nedir? Mimarlar bu sorunun aşılmasında nasıl rol oynayabilir?

AN: ARCH+ olarak ele aldığımız tüm kentlerin kendi spesifik sorunları vardı, ancak son otuz yıldır geçerli olan kentsel ve sosyal dokudaki neoliberal ayrışma sorunu küresel bağlamda tüm bölgeler için geçerli. 1970'lerin ortalarından 1980'lerin sonuna kadar toplumsal hareketlerin taban örgütlenmesinin fiilen amiral gemisi olan ARCH+'ta yayınlanan tüm metinler, gittikçe artan neoliberal ve mülkiyete dayalı planlama ilkelerine ve "tepeden inme", rasyonalist, teknokrat, refah devleti planlama stratejilerine karşı çıktı ve çıkmaya devam ediyor. Bütüncül master planın parçalanmasıyla, tartışma konuları büyük ölçekli kentsel yıkımlara karşı çıkmaktan, kapalı topluluklara (gated communities) ve kentsel alana kadar genişledi. Ancak tarihle -ki burada mimarlık tarihinden söz etmiyorum, daha politik ve felsefi anlamda bir tarihlekurulan ilişkinin Türk toplumu için hâlâ çözülmemiş bir sorun olduğu hissine sahibiz. Ne kaynaklı olursa olsun, bireysel ideolojilere uyan parçalardan öte bir bütün olarak tarihe karşı gerçekçi ve açık fikirli bir duruş oturtmadan, gerçek bir moderniteden ve sahici bir çağdaşlıktan söz edilemez.

Pelin Tan (PT): Yaklaşık on aylık dergi hazırlama/araştırma sürecinde en çok konuştuğumuz konu kentsel dönüşüm projeleri, kamusal alanın mimari projelerde tanımı ve tasarımıydı. Sorun ise, mimarların kentsel morfolojiye kayıtsız kalarak mimarlık pratiğini sadece inşa pratiği olarak görmeleri ve sosyolojik, ekolojik herhangi bir sorumluluk hissetmemeleri, inşa eyleminde bulundukları mekânı, semti, kenti, toplumu iyi tanımamaları ve bir çaba göstermemeleri. Mimarların farklı disiplinden insanlarla ortaklaşa çalışmamaları... Belediye ve mimarların ilişkisi ve genelde mimarın yerel yönetimin tahakkümü altında kalması...

Şevin Yıldız (ŞY): Bir başka önemli mesele de, mimarlık ve kent alanındaki üretimin hâlâ bireysel sınırlarla tanımlanması. Kolektif çalışmaya yarışma projesi ölçeğinde rastlıyoruz ama bilgi üretimi açısından devamlılığı olan platformlar ve inisiyatifler eksik, daha yeni yeni başlıyor, ancak burada kurumsal kimliklerden bahsetmiyorum.

İdil Erkol (İE): Dosyada neden özellikle 2000 sonrası döneme odaklanılıyor? 2000, yılı sadece güncel olanı tanımlayan bir sınır olarak mı seçildi? Yoksa önemli bir kırılma noktası mı?

PT: 2000'ler bizim seçtiğimiz bir tarihleme. Bu tarihleme net olarak neoliberal, politikaların sonucunun ya da somut hallerinin günümüze kadar görünür kılındığı bir zaman dilimi. Yani, mekânın rant sağlanarak kapitale dönüştürülmesi, 1980'lerden bu yana kentlerde gördüğümüz bir yerel yönetim,özel sektör ve devlet pratiği... 1990'ların ardından 2000'li yıllarda ise, bu mekânsal dönüşümün yerel ölçekte değil, küresel ölçekte gerçekleştiğini görüyoruz. Devlet doğrudan kurumlarını esnekleştirerek, mobilize ederek (David Harvey'nin de belirttiği gibi neoliberal yönetişim şekli ile) mekânsal dönüşüme doğrudan müdahale ediyor ve kentlere konut/inşaat pazarı gibi davranıyor (TOKİ örneğinde olduğu gibi). Tüm aktörleri (yerel yönetim, devlet, mimar, yaşayanlar, plancılar, özel sektör, vb.) keskin bir şekilde karşı karşıya getiren bir sürecin ortaya çıktığını görüyoruz. İstanbul'da mimari üretimin ve mimarın kendisine çizdiği pozisyonun, bu tarif ettiğim 2000 sonrası neoliberal süreçte nasıl tanımlandığını merak ettik.

ŞY: Bizim için önemli gelişmelerin başladığıbir nokta, belki kırılma noktası da denebilir. Yabancı sermayenin yatırım için İstanbul'a ilgi duyması, eğitim sisteminde dışarıya açılmanın Erasmus gibi programlarla daha yoğun olması, yurtdışında eğitim almış mimarların çalışmak için İstanbul'a geri dönmesi, belli mimarlık platformlarının küresel mimari üretimi ulaşılabilir kılması-konferanslar, bienaller, vb.-, bunlar 2000'li yılları çok önemli kılıyor. Bir de kentin sosyo-ekonomik açıdan bir bütün olarak irdelenmesi ve araştırmaların mimarların gündemine girmesi de gene bu zamanlara denk geliyor. Tabii ki bunlar uluslararası gelişmelere paralel olan değişimler. Güneydoğu Asya'nın ve Ortadoğu'nun ekonomik potansiyelleri Türkiye'yi de küresel sermayenin odağına oturttu.

İE: Kentte yaşanan bu değişimi anlatmak için seçilen kentsel proje örneklerini nasıl belirlediniz? Büyük ölçekli bu projelerin tartışılmasının ve yoğun mimari üretime sahip büyük ofislerin yanı sıra birkaç genç ofise de yer verilmiş. Seçilen ofisler hangileri ve bu ofisler hangi seçim kriterlerine göre belirlendi?

ŞY: Tanıtılan ofisler ve projelerin çoğunda kriter, bu kentsel değişimi örnekleyebilecek bağlamlarda var olmuş olmalarıydı. Gerek araştırma, gerek kentsel tasarım veya mimarlık ölçeğinde olsun, aklımızdaki soru hep küresel bir olgunun uzantısı olan neoliberal kentleşmenin İstanbul ölçeğinde diğer dünya kentlerinden hangi sorunları ve tartışmalarıyla ayrıştığıydı. Bu sorunun devamında ise, mimar veya kent araştırmacısının bu tabloda hangi rolleri üstlendiği gündeme geldi. Ofislerin çeşitliliği zaten bu rolün tek bir tane olmadığını ve farklı seviyelerde ilişkiler kurulduğunu gösteriyor.

PT: Kentsel proje örnekleri seçiminden söz edecek olursak, kent içinde belirli yarışmalara tartışma konusu olmuş belirgin kentsel akslarla ilgili projeleri ele aldık. Amacımız, projenin sürecini ve mimarını tanıtmaktan öte; bu aksların kent için ne anlam ifade ettiği ve ne edeceği, etrafında yer alan aktörler ve bu projedeki aktif rolleri üzerine yoğunlaşmaktı. Diğer yandan devlet eli ile sürdürülen kentsel dönüşüm projelerini tanıtmaya ve mekânların sadece mimari anlamda değil sosyo-fiziksel, kentsel çevre, toplumsal değeri hakkında araştırma yapmaya ve tanıtmaya çalıştık. Her bir mimari projeyi, belirli bir kentsel mekânı tartışmak için ele aldık. Örneğin, Emre Arolat ile özellikle Kağıthane'yi tartışmak için Arolat'ın Kağıthane'deki projesini tanıttık. Hadid'in Kartal projesini ele almaktaki amacımız, Kartal-Pendik-Tuzla hattının önemini ve ileride geçireceği tehlikeli dönüşümü okuyucuya aktarmaktı. Elimizde ofis ve mimar listesi, birçok portfolyo ve ziyaret yaptık; sınırlı olan yerimizi belirgin bir sözü, duruşu olan, herhangi bir projesi başarısız bile olsa İstanbul'un herhangi bir mekânını sorunsallaştırmış, sadece inşaya değil, farklı araştırma projelerine de odaklanmış mimari ofisler seçtik.

İE: Dosyaya dahil edilen ofislerin işleri incelendiğinde, Güncel Türkiye Mimarlığı'na özgü bir dilden söz etmek mümkün mü? Bu dönemde bu tip bir dil ortaklığı arayışı doğru mu?

ŞY: Böyle bir dilden bahsetmek mümkün değil ve belki gerekli de değil. İstanbul gibi büyük kentlerin geçirdiği değişimler -soylulaştırma, yabancı yatırımlar, mahalle örgütlenmeleri, mega altyapı projeleri, vb.- dünyadaki birçok başka kentin de maruz kaldığı değişimler. İlginç olan aktörlerin farklı bağlamlarda oluşturdukları duruşlar ve bunun bir anlamda "yerel" olarak okunabilmesi. Özellikle temsiliyet anlamında özgün bir dilden bahsetmek mümkün değil. Sadece İstanbul için değil, tüm dünya için.

PT: Bence de tek bir dilden bahsetmek mümkün değil. Gözlemlerim sonucunda, farklı ölçekteki ofis ve mimarların farklı dillere sahip olduğunu gördüm. Bazıları tamamen yerel bir dile sahip (uluslarlarası herhangi bir üretimden haberleri yok), bazıları takip ediyor ve taklit ediyor, daha genç ofislerse ortak bir iletişim arayışındalar.

PG: Neoliberal mekân üretimi ve uluslararası büyük sermayelerin yerel pazara girmesiyle, mimarlardan bağımsız ciddi bir kentsel dönüşüm ve yatırım söz konusu. Ki siz de dosyada temel olarak bu durumu eleştiriyorsunuz. Sizce orta ve küçük ölçekli ofisler büyük aktörlerin yer aldığı bu hızlı sürece nasıl dahil olabilirler?

PT: Bu durum bir seçim meselesi; ya orta ve küçük ölçekli ofisler post-fordist bir eklemlenme ile bu büyük sermayeli projelerin fason işlerini yapıp ayakta kalmaya çalışacaklar ya da kendilerine farklı araştırma, alternatif projeler seçecekler. Tasarım ve inşa pratiği açısından bakarsanız farklı bir işbölümü var post-fordist eklemlenmede; yani ofis ya da mimar bu durumda özgürce tasarımını ve düşüncesini ifade edemiyor. İşi getiren büyük ofisin/şirketin belirlediği programa dahil olmak zorunda kalıyor. Diğer yandan, alternatif ekonomiler ve üretimler geliştirilebilir; küçük ofisler bazı projelerdeortak hareket edebilirler. Diğer türlü sadece para kazanmak ve yok olmamak adına post-fordist bir eklemlenme ve işbölümünün tahakkümü altında kalmaya mahkûmlar.

ŞY: Bu konuyu değişik açılardan ortaya koyabilmek için mimarlığın çok farklı üretimlerini yürüten insanlardan yazılar istedik. Türkiye'de gerek merkez hükümet gerekse yerel yönetimler ölçeğinde bir mimarlık politikasının olmamasından ötürü, tüm inisiyatifler ya bireyler tarafından üretiliyor ya da bir defalık konsorsiyumlar aracılığıyla yönlendiriliyor. Bu da genç ofislerin pozisyon almasını zorlaştıran bir etken. Ofislerin ürettiği işlere bakınca da ayakta kalabilmek için farklı üretimler yaptıklarını görüyoruz. Bu bir yandan ilginç bir çeşitlilik sağlıyor, öte yandan ise ilgilendikleri pozisyonu geliştirmek için yeterli zamanı ve maddi olanağı tanımıyor. Sanırım en önemlisi, karar mekanizmalarında daha çok yer alabilmek.

PG: Son zamanlarda İstanbul üzerine çok fazla çalışma mevcut. Yurtdışından okulların İstanbul'da gelip yaptıkları çalışmaların yanı sıra, yabancı dergilerde de İstanbul'u ele alan dosyalara daha sık rastlanıyor. (En son 2007 yılında Abitare bir İstanbul sayısı hazırlamıştı). Sizce İstanbul bir metropol olarak Uluslararası mimarlık ortamı için ne ifade ediyor?

PT: İstanbul farklı toplulukları barındırması, 1960'lardaki işgücü göçü ve 1990'lardaki zorunlu göç ile farklı eklemlemelere sahne olması açısından ilginç bir kent. Bu eklemlemeler, kentin bazı bölgelerini farklı şekilde geliştirmiş diğer yandan da kamusal mekân kullanımı değişmiş. Hızlı bir kentleşme ve küresel kent modeli örneği sürdüren bir yandan da farklı geleneksel formları barındıran (mesela Seoul gibi) bir kent olarak İstanbul tipik bir küresel kent değil. Altyapı, sosyal ağ, kent ve vatandaşlık pratikleri ve kentsel alanlar bakımından birçok örneği bir arada barındırdığı için, İstanbul Batılı araştırmacıların ilgisini çekmekte. Kent içinde ve mekân üzerine sürekli bir müzakerenin durmadan farklı aktörler tarafından gerçekleşmesi, bu kenti orijinal kılan en önemli yanı.

Bu kentteki mimarlık ortamı Uluslar arası ortamda merak ediliyor; son yıllarda sadece Türkiye değil, Balkanlar ve Ortadoğu gibi coğrafyalardaki mimari üretimler hakkında merak ve araştırma konuları başladı. Dolayısıyla İstanbul ile Dubai, Beyrut, Belgrad veya Mısır gibi coğrafyalarda mimari pratikleri karşılaştırmalı olarak ele almak son zamanların ana konusu. 2000'den sonra Batı'da mekâna dair finansal kaynakların tükenmesi ve Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Uzakdoğu'ya yoğun bir ilginin başlaması da, konunun sermaye tarafını etkiliyor ve daha çekici kılıyor. Biz ARCH+'da İstanbul'u, diğer uluslararası mimarlık dergilerindeki gibi genel bir mimari pazarlama tanıtımı ya da tasarım reklamı gibi vermek istemedik. Bu konu ile ilgili ilk toplantımızda söz aldık. Ana-akım (mainstream) bir İstanbul sayısı yapmak istemediğimizi, var olan gerçeklikleri eleştirel olarak ele almak istediğimizi bildirdik. Diğer türlü konuk editörlük teklifini kabul etmeyi düşünmüyorduk.

ŞY: İstanbul bir şehir olarak birçok meseleyi kendi içinde örnekleyebiliyor. Örneğin gecekondu kavramı başka şehirler için geliştirilen "slum" kavramından çok daha özgün bir mesele. Birçok sosyoloğa göre de endüstrinin bir yan etkisi olarak kentsel yoksulluğun ve evsizliğin yaşanmasını engelleyen göçün sosyoekonomik etkilerini yumuşatan bir süreç. Bu tip okumalar aslında gene daha önce de belirttiğimiz gibi küresel ölçekte maruz kalınan olguların yerel aktörleri tarafından şekillendirilmesi sonucunda ortaya çıkan farklılıklar. Bu anlamda İstanbul, bu farklılıkları çok fazla barındıran bir şehir. Tabii yabancı okulların ve yayınların ilgilerinin perspektifi de çok önemli. Romantize etmeden, oryantalist bir okuma geliştirmeden veya olmayan kavramlar icat etmeden ilgi duyan üretim az. Yani görünürde çok olan bu sayı, aslında anlamlı içerik kaygısıyla bakıldığında giderek düşüyor.

PG: Son yıllarda Batı-dışı metropollerde inanılmaz bir hareket ve kentleşme söz konusu. Bu anlamda İstanbul'daki yeni eğilimlerle yurtdışı arasında (özellikle daha çok doğudaki metropollerin önem kazanması, inşaat faaliyetlerinin Batı-dışı coğrafyalarda ciddi pazarlar oluşturması, vb.) nasıl bir paralellik görüyorsunuz? Yeni oluşan metropol/megapollerde yaşanan hızlı kentleşmenin getirdiği birtakım paralelliklerden İstanbul adına ders çıkarılabilir mi?

ŞY: Komünizm sonrası değişim geçiren bir Doğu Avrupa, savaşlarla sürekli yeniden yapılandırılan bir Ortadoğu ve neoliberal sermayenin transfer edildiği bir Güneydoğu Asya İstanbul'u coğrafi olarak ister istemez ilginç bir noktaya taşıyor. Bir diğer etken de, güncel sanatın önemli üretimlerinin de bu merkezlere kayması ve bahsettiğimiz sorunsalların güncel sanatkent ekseninde mimarlıkla kesişmesi. Bizim dergiyi hazırladığımız on aylık süreçteki duruşumuz, İstanbul'u çekici ve pazarlanır hale getiren bir tanıtıma dönüştürmeden, öte yandan da Pekin, Dubai, São Paulo, Mumbay gibi kentlerin örnek olarak kullanıldığı megakent söylemini tekrarlamadan, neoliberal üretimle ilişkisini sergileyebilmekti. Bu kentlerle benzerlikler olduğu muhakkak, ama bizimamacımız içeriden bir kritik perspektif yaratabilmekti. Metropollerin bu bağlamda paralel okunması önemli, bir o kadar da ana-akıma hizmet eden bir duruş. Sadece bunların geçerliliğini kabul ettiğimizde, sosyo-ekonomik ve kamusal alan adına olan yerel direnişleri yok sayma tehlikesine düşeriz.

PG: Uluslararası mimarlık gündemine İstanbul ne kadar dahil? İstanbul'daki mimarlık ofisleri tasarım, yaklaşım, verileri ele alma ve ofis yapılanmaları anlamında uluslararası tabloda nerede duruyor? Sizce İstanbullu mimarlar uluslararası mimarlık ortamına dahil olabilmek için zihinsel ve organizasyonel yapılarını nasıl formüle etmeli?

ŞY: İstanbul bir platform, bir seçenek ve mimarlar için bir fırsat olarak gündeme dahil. Artık eğitim anlamında ciddi alışverişler ve bilgi akışı da mevcut, ama ne yazık ki söylem üretebilme ve pozisyon yaratabilme açısından bir mimarlık ortamından söz edemiyoruz bence. Uluslararası olan her üretimin de mimarlık kültürünü ve sorgulamalarını yukarı çektiğinden söz edemeyiz. Özellikle en son 1980'lerde söylem geliştirebilmiş önemli mimarların da tek başına söz sahibi olamayacakları bir ekonomik resim var elimizde. Mimarların tek adam pozisyonundan, sermayenin tayin ettiği yüklenici pozisyonuna geçtiğini görüyoruz birçok projede. Ve bu aynılaştırma içinde söylem üretmek için raporlardan, sayılardan, sosyal bilimcilerden destek almak durumunda kalıyorlar. Bu kısırdöngüye yetişmek için uğraşmak yerine kısırdöngüden çıkış noktaları oluşturan duruşlara daha çok ihtiyaç var.

Takvim
<<Mart 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
  1 2 3 4 5 6
7 8 9 10 11 12 13
14 15 16 17 18 19 20
21 22 23 24 25 26 27
28 29 30 31      
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.