Haberler

Şehir Efsaneleri

Tarih: 13 Eylül 2010 Kaynak: Foreignpolicy Yazan: Joel Kotkin Çeviren: Barış Göğüş

Berlin, Fotoğralar: Brian Fung, Jared Mondschein

Cevap neden kentler değil de banliyöler.

İnsan dünyası hızla kentlerin dünyasına dönüşüyor ve birçoklarına göre, bu ne kadar hızlı olursa, kentler ne kadar büyürse o kadar iyi durumda olacağız. Ailelerin, kendilerine ait alanlarının keyfini çıkardıkları eski banliyö modeli gittikçe arkamızda kalıyor ve daha çok toplu taşıma, daha yüksek yoğunluk ve çok daha az kişisel mekanlara doğru ilerliyoruz. Küresel kentler, Mumbai ve Meksiko City gibi kocamanları bile, kozmopolit geleceğimizi gösteriyor ve şimdiden biliyoruz ki bu kentler, tıpkı geçmişteki metropoller gibi uluslararası ticaret ve teknolojik gelişmelerin sinir merkezi olacaklar, sadece bu seferkiler internet ve akıllı telefonlarla olacak.

Columbia Üniversitesi'nden Saskia Sassen'e göre mega kentler, bir şeyler üretmek yerine, dünya çapında müşterileri için yüksek kalitede üretim hizmetlerinde - reklamcılık, hukuk, muhasebe vb. - uzmanlaşacak olmalarına rağmen, kaçınılmaz olarak Vladimir Lenin'in adlandırdığı küresel ekonomide "zirveye hükmetme savaşı" ile meşgul olacaklar. Harvard Üniversitesi'nden Edward Glaeser gibi diğer akademisyenler ise, yüksek maaşların ve sosyal konforun, o herkesin gitmek istediği yüksek maliyetli kentlerle yarışmasına olanak verecek kadar cazibeli kılacağı "vasıflı kent"i güçlendirmeye yardım edecek üniversiteler öngörüyor.

Teori, mevcuttaki batılı kentlerin ötesine geçiyor. Mega kentler hakkında yakın tarihli bir Dünya Bankası raporu, ekonomik gelişmeyi teşvik söz konusu olduğunda daha yoğunun daha iyi olduğu konusunda ısrar ediyor. Rapora göre "ekonomik gelişmeyi yaymaya çalışmak, onu söndürmektir". Tarihçi Peter Hall, mega kentlerin "yaklaşan altın çağı"nın kapısındayız derken tüm bir kentbilimciler jenerasyonu adına konuşuyormuş gibi duruyor.


Şikago


New York

Tek problem bu tahminlerin kesin olmayışı. Evet, kentlerde yaşayan insanların yüzdesi açıkça artış gösteriyor. 1975 yılında Tokyo, 26 milyondan fazla yaşayanı ile dünyanın en büyük kentiydi ve dünya üzerinde 10 milyondan fazla yaşayanı olan sadece iki kent vardı. Birleşmiş Milletler'in projeksiyonları, 2025 yılından itibaren bu büyüklükte 27 kent olabileceğini gösteriyor. 1900'lerde %14'ten 2008'e geldiğimizde %50'ye çıkan dünya nüfusu içinde kentlerde yaşayanların oranının, 2050 ile beraber %70'e çıkması bekleniyor. Ancak işte bu artışın destekçilerinin size söylemedikleri: Yeni kent ütopyacıları tarafından desteklenen ve kaçınılmaz olan aşırı merkezleşme de, aşırı yoğunlaşma da açık olmaktan çok uzak. Ayrıca tamamıyla istenildiği de söylenemez.

Tüm küresel kentler eşit oluşmadı. Geleceğin gelişmekte olan ülkelerinin metropollerinin, bugünün gelişmiş ülkelerinin kentlerine benzeyeceğini umabiliriz ama muhtemelen mesele bu değil. Bugünün üçüncü dünya mega kentleri, insanlarının karnını doyurma, onlara iş verme, minimum sağlık koşullarını sağlama gibi temel sorunlarla karşı karşıya. Mumbai gibi bazılarında, yaşam beklentileri diğer sağlam ülkelerden en az yedi sene daha az. Londra, Los Angeles, New York, Tokyo gibi dünyanın en büyük gelişmiş kentleri, göreceli olarak düşüş halinde olan ekonomiler üzerine kurulmuş. Tüm bu acılar beriberinde eşitsizlik ve orta sınıf ailelerin dışa göçünü getiriyor. En iyi şartlar altında bile, mega kentlerin yeni çağı, benzersiz bir insan yığılması ve büyük eşitsizlikler çağı olacak.

Belki de başka bir yaklaşım üzerinde düşünmeye ihtiyacımız vardır. Ya kulağa gelebildiğince eski moda bir biçimde, kentsel yoğunluğun yararlarını daha az, insan ölçekli kentsel merkezleri arttırma ihtimalini daha fazla düşünseydik. Ya sağlıklı gelişmeye giden en başarılı yol yoğunlaşma yerine yayılmadan geçiyorsa? Cehennemsi çöküntü mahhallelerinden oluşan kalabalık kentler yerine daha küçük ama canlı kentlerden, banliyölerden ve kasabalardan oluşan bir dünya hayal edin: Daha yüksek yaşam kalitesi, daha temiz bir çevre ve yaratıcı düşüncelere olanak sağlayan bir yaşam tarzı üretmede hangisinin daha uygun olduğunu düşünüyorsunuz?


Hong Kong

Peki bu noktaya nasıl geldik? Öncelikle bazı ortak şehir efsanelerinden kurtulmamız gerekiyor.

Belki hepsi arasında en çok zarar veren yanlış anlama, yüksek yoğunluğun doğası gereği zenginlik yarattığı fikridir. Popüler teorisyen Richard Florida'nın başı çektiği birçok yazar, yüksek yoğunluklu alanların geniş kültürel fırsatlar ve teknolojiye daha iyi erişim sağladığını, uzun vadede büyük ekonomik hareketlilik üretecek, çalışan, yenilikçi insanları (Florida'nın "yaratıcı sınıfı") cezbettiğini öne sürüyorlar. Şehir popülerleştikçe, daha zenginleşir ve daha başarılı olur. Amerika'nın bazı banliyöleri de bu doğrultuda kendilerini "yaratıcı sınıf" olarak yeniden adlandırdılar.

Ancak bu tez, ya da onun çok sayıda uygulaması işleri geriletiyor. Sanat ve kültür genel olarak ekonomik gelişmeyi beslemez, daha çok ekonomik gelişme, sanat ve kültürün gelişmesi için uygun koşulları sağlama eğilimdedir. Eski Atina ve Roma keşfedilmemiş sanatçılar diyarı olarak çıkmadı. İmparatorluğun kudreti üzerine inşa edilmiş - çoğunlukla kolonilerden zorla toplanmış - sanat sever patronlar ve alıcılar tarafından finanse edilen iki metropoldü. Rönesans'ın Floransa'sı ve Amsterdam da kendilerini önce bir ticaret merkezi olarak kurdular ve ancak daha sonra kendilerinin ve çevre bölgelerin orta sınıfından muhteşem sanatçıları beslemeye başladılar.


Londra

Modern Los Angeles bile başlangıç itibarını Hollywood'a olduğu kadar tarıma ve yağ endüstrisine borçludur. Bugün limanda ve ona bağlı sanayilerde, eğlence sektöründen çok daha fazla işçi istihdam ediliyor. (Şu veya bu şekilde, Hollywood'u yaratan insanlar Amerikan orta sınıfından çok da kültürlü olmayan insanlardı. Kürkçüydüler, kasaptılar, tüccardılar, çoğu da yoksul kenar mahallelerde çok çalışıp hakettikleri parayı alamayan insanlardı.) Günümüzün tartışmasız kültür başkenti New York da bir zamanlar, bugün Dallas, Pheonix ve Houston'a getirilen kentsel eleştiriler gibi, yabani ve sermaye takınıtısı olan bir kentti.

Ne yazık ki, kentler, kendilerini "yaratıcı" olarak adlandırdıklarında, can çekişmekte olan ekonomilerinin canlanacağını düşünüyorlar, hatta Celeveland'ın ününe sahip olabileceklerine bile inanıyorlar. Eğer bir "Avrupa Kültür Başkenti"nde yaşıyorsanız, bu, şehrin aslında iş olanaklarının olmadığı ve insanların patron boyunduruğu altında yaşadığı anlamına geliyor.

Bugün kabul görmüş kültürel merkezler bile, ekonomik çalkantılardan izole değil. Yazarlar, sanatçılar, turistler ve romantik gurbetçiler tarafından çok sevilen Berlin'in, yeraltı sanatı ve müziğine ek olarak, Avrupa Kültür Başkenti olmak isteyen herhangi bir kenti utandıracak kadar kültürel kuruluşu var. Ancak Berlin derince bir borç batağında ve %14'e ulaşan Almanya ortalamasını bir hayli geride bırakan işsizlik oranından muzdarip. Çalışanların çoğu, ayda 900 eurodan az kazanıyorlar ve acınası halde, yoksul göçmen mahallelerinde yaşıyorlar. Berlin'i kültürel ürünlerinden çok havaalanı ve gökdelenleri ile bilinen, küçük bir şehir olan ama işsizlik oranlarıyla Avrupa'nın kişi başına en yüksek gelir düşen kenti olmasıyla övünen Frankfurtla karşılaştırın. Berlin Belediye Başkanı Klaus Wowereit bir keresinde kentini "fakir ama seksi" olarak tanımlamıştı.


Tokyo

Kültür, medya ve diğer "yaratıcı" sanayiler, bir kentin refahının devamlılığı için önemli ancak ekonomilerini canlandırmazlar. Ticaret, enerji ve tarım eski moda sanayi sektörlerin nispeten sıkıcı olduğu ortaya çıkıyor. 1960 ve 70'lerde sanayi başkentleri olan Tokyo ve Seul, ekonomilerini, hiç bir sanayi yatırımı yapmayan Kahire ve Jakarta'ya göre açık ara daha hızlı geliştirdiler. Başta Guangzhou, Şangay ve Shenzhen olmak üzere Çin'in kıyı kentleri de aynı yöntemi çelik, tekstil, giyim ve elektronikte taklit ediyor. Çin'in iç kesimlerinde geniş bir bölge de bunu tekrarlamaya hazır. Abu Dhabi, Houston, Moskova ve Perth'in de aralarında bulunduğu dünyanın en hızlı yükselen kentlerinin gelişimi, sanat galerileri değil fosil yakıtların gücüyle gerçekleşti.

Kent merkezleri önce, yaratıcı sınıfın sevdiği uç noktadaki rahatlıkların yolunu açacak ekonomik başarıyı elde etmeli. Abu Dhabi, gösterişli Guggeneim ve Louvre uydu müzelerini ithal etmeye karar verdiğinde, Fortune dergisine göre zaten dünyanın en zengin kentiydi. Pekin, Houston, Şangay ve Singapur da kendi sanat okullarını, müzelerini ve galerilerini açıyorlar ya da genişletiyorlar ancak bunlar için gereken parayı eski moda yöntemle kazanarak ödüyorlar.

Britanya'nın son zamanlarda teknoloji ve LED tasarımında attığı büyük adımlar, Londra'da değil ama Thames Vadisi ve Cambrigde çevresinde yoğunlaştı. Paris'in hemen dışındaki Grand Couronne'dan, Amsterdam ve Rotterdam'ın çevresinde, sıçramayla oluşan "kenar kentler"e kadar kıta Avrupası için de aynı hikaye geçerli. Hindistan'da yeni teknoloji şirketleri kümelenmesinin büyük kısmı Bangalore, Hyderabad ve Yeni Delhi çevresindeki kampüs benzeri alanlarda bulunuyor. Küresel teknoloji merkezlerinin büyükbabası ve hala yüksek teknoloji istihdamının en yoğun olduğu geniş bir banliyö olan Silikon Vadisini de unutmayalım. Google, Apple ve Intel pek aldırır gibi gözükmüyor. San FransisKo'da yaşamayı seçen az sayıda kişi ise her zaman şirketlerin sağladığı otobüsleri kullanabiliyor.

Aslında banliyöler, kent destekçilerinin ısrarla yineledikleri kadar kötü değil.


Paris

Doğayı ele alalım. Banliyöleri karbondioksit salınımı, kentleri ise sürdürülebilirlik ve yeşil yaşamla ilişkilendirme eğilimindeyiz. Ama kentte yaşayanların işe gitmek için, banliyöde ya da kırsaldakilere göre daha az yakıt tükettiklerinin doğru olmasına rağmen konu ayrıntılı enerji kullanımına geldiğinde işler karmaşıklaşıyor. Avusturalya ve İspanya'da yapılan çalışmalarda, evin ortak alanlarında ya da ikiNcil konutlarda bulunurken, tüketirken ve hava yolculuğu yaparken, kentlilerin düşük yoğunluklu komşularına göre daha fazla enerji kullanığı tespit edilmiştir. Dahası, Pekin'den Roma'ya, Londra'dan Vancouver'a dünya çapında yapılan çalışmalarda, asfalt, beton, çelik, ve cam gibi ısı kapanımı yaratmalarıyla bilinen maddelerin sıkıştırılarak yoğunlaştırılmış formlarının, çevrelerine göre 6 ila 10 °C'lik ısı ürettiği ve kentin idari sınırlarının iki katı kadar uzatıldığı bulundu.

Eşitsizliğe gelince, problemi şehirler yaratıyor. Batıda, bugünün en büyük kentleri, aynı zamanda en aşırı gelir kutuplaşmasından zarar gören kentler. 1980'de Manhattan, Birleşik Devletler içinde gelir farklılığı bakımından 17. sıradayken, 2007'de ise en fazla kazanan ilk beş ücretli işçinin maaşının, en az kazanan 5 işçinin maaşının 52 katı oluşuyla 1.'liğe geçti. Yakın zamanlı bir çalışmaya göre Toronto'da, 1970-2001 tarihleri arasında düşük gelirlilerin oranı ikiye katlanırken, kentin üçte ikisini oluşturan orta gelirliler ise üçte bire geriledi. 2020 yılında ise orta gelirlilerin oranı %10'a düşebilir.

Kentler, çalışan kesime, sıklıkla finans ve diğer elit endüstrilerin hükmettiği kronikleşmiş yüksek emlak fiyatları ve yine kronikleşmiş düşük tasarruf imkanlarından oluşan ölümcül bir kombinasyon arasında sıkışmasıyla sonlanan haksız muamelelerde bulunuyor. Greater London Authority'nin çalışmasına göre, yaşam masrafları bir kere arttı mı, Londra içindeki çocukların yarısından çoğu, tüm Britanya içindeki en acımasız olanaksızlıkları yaşıyorlar. 2002'de 8 milyonluk kentte, 1 milyon Londra'lı devlet yardımı alıyordu.

Eşitsizlikler Asya'da da oldukça derin. Örneğin Shenzen ve Hong Kong bölgede en eşitsiz gelir dağılımına sahip kentler. Görece olarak az sayıdaki profesyonel ve yatırımcının durumu iyi ancak milyonlar Mumbai gibi kentsel çöküntü alanlarına göç ediyor. Tabii ki bunun sebebi aniden vasıflı işçi haline gelmeleri değil, tarım ve hayvancılık sektöründeki değişiklikler. Hindistan'ın ülke genelinde yoksulluk oranlarının son 20 yılda üçte birden beşte bire düşmesine rağmen, çöküntü alanlarının kentin genel nüfusu içindeki oranı hala artıyor. 40 yıl önce altı Mumbaili'den biri çöküntü alanında yaşarken, bugün ise çoğunluktalar.

Yetenekli genç kentbilimciler, Hamburg, Chattanooga gibi küçük kentleri daha keyifli ve marjinal yaşam alanlarına çevirmede makul bir başarı elde ettiler. Başıboş elitlere odaklanan büyük teorisyenler ve işini evinden yapan teknoloji dahilerin ise Mumbai, Kahire, Jakarta, Manila, Nairobi gibi 21. yüzyıl mega kentlerinde aşırı boyutlara varan suç oranları, ezici yoksulluk ve boğucu kirlilik gibi gerçek problemlere verebilecek pratik cevapları bulunmuyor. Artık tamamıiyle değişik, katı ilkelerden kurtulmuş, ölçek ve gelişmenin paralel ilerlediği yeni bir yaklaşım zamanı.

Kentsel gelişmeler tarihi boyunca kentlerin boyutları, sermaye, yaşam standardı ve politik güçle aşağı yukarı ilişkili oldu. En büyük ve en güçlü kentler neredeyese her zaman nüfusu en yüksek kentlerdi: Babil, Roma, İskenderiye, Bağdat, Delhi, Londra ve New York gibi...

Ancak artık daha büyük, daha iyi anlamına gelmiyor. Geleceğin en avantajlı kentleri, nüfusunu azaltıp kendini küçültebilen kentlerdir. Bugünün kenti, boyutuna değil sermayesine, gücüne ve genel refah seviyesine paralel olarak büyüyor. Los Angeles, New York ve Tokyo gibi istisnaların dışında nüfusu 10 milyonun üzerindeki kentler, düşük yaşam standartları ve düşük nüfusuyla daha fakir. Sözü geçen, modern altyapıya ve kişi başına yüksek geliri olan kentler, Abu Dhabi gibi küçük ve zengin ya da Singapur gibi yüksek vergilerin ve turist oranlarının olduğu kentler. Başarıları, hantal mega kentleri faal ekonomileriyle finansal olarak hızlandırabilirken, aynı zamanda yüksek yaşam kalitesini koruyor. Örneğin Singapur, 5 milyon yaşayanıyla nüfus büyüklükleri listesinde üst sıralarda olmamasına rağmen, gayri safi yurtiçi hasılaya (GSYİH) katkısı Kahire, Manila, Lagos gibi büyük kentlerden daha yüksek. Singapur, Amerika ve Norveçle aşağı yukarı aynı ve Dünya'nın en yüksekleri arasında olan 50.000 Dolar'lık kişi başına düşen geliriyle övünüyor. Dünyanın en büyük üç limanından biri, hızlı ve güvenli metro sistemi ve etkileyici havayolları ağıyla Singapur, kuşkusuz Asya'nın en temiz, en randımanlı kenti. Austen, Monterrey, Tel Aviv gibi diğer küçük ölçekli kentler de benzeri başarılara sahip.

Mega kentlerin yükselişinin kaçınılmaz olmadığı ortaya çıktı. Hatta gerçekleşmiyor da. New York Üniversitesi Wagner Okulu'nda Yardımcı Profesör olan Shlomo Angel, dünyadaki kentsel nüfusun 1960-2000 yılları arasında patladığını ve dünya üzerindeki en büyük 100 mega kentte yaşayanların oranının %30'dan %25 civarlarına düştüğünü gösterdi. Hatta mega kentler hakkında atıfta bulunulan 2009 Dünya Bankası raporu bile toplumların zenginleştiği zaman desantralize olup, orta sınıfla beraber kent çeperine taşındığını onayladı. Angel, "insanlar kent sınırları ötesinde daha ucuz ve cazip evler ararken, 19. yüzyıla kadar kentsel nüfus yoğunlukları düşüşteydi," diyor. Aslında geçtiğimiz on yılın tüm o "şehre dönüş" yutturmacalarına rağmen, banliyölerin bulunduğu Birleşik Devletler metropolitan alanlarında 2000 yılından beri %80'den fazla bir artış görüldü.

Bu kötü bir şey değil. Sonuçta yayılma - kentlerden banliyöler ve mega kentlerden küçük kentlere - kentlerin mevcut problemlerine karşı ilgi çekici çözümlerle direniyor. Bu, endüstriyel gelişmenin altın çağının başından beri, banliyöler kurulduğunda benimsenen fikirdi. Erken 20. yüzyıl tasarımcısı Ebenezer Howard'ın, kendi zamanının kalabalık, sıkışık ve pis kentlerine alternatif olarak yarattığı "yeni uygarlık" modeliydi. Bu Frederich Engels ve H.G. Wells'in de içinde bulunduğu bir çok düşünürü etkileyen bir idealdi.

Daha yakın geçmişte, Hollanda'da küçük kentlerden oluşan bir ağ, akıllıca dağıtılmış bir ulusal ekonomi yaratılmasında yardımcı oldu. Örneğin Amsterdam'da kent merkezi ve ona bağlı merkezler arasında düşük yoğunluklu bir alan var ve bu muhteşem Flemenk kentini hem yaşanabilir, hem de rekabetçi tutuyor. Amerikalı kentbilimciler aynı düşünceyi Birleşik Devletlere getirmeye çalışıyorlar. Praxis Strategie Group'tan North Dakota'lı Delore Zimmerman, Kuzey Dakota'da Red River vadisinden ve Minnesota'dan, Washington State Wenatchee bölgesine kadar olan alanda küçük kent ve kasabaların yüksek teknolojiye yönelik gelişimlerine yardımda bulundu. Sonuç oldukça ümit verici: Bu alanlar ekonomik ve demografik gerilemeden kurtuldu.

Yayılma modeli acil bir gereklilik olarak mega kentlere alternatif olduğunda, gelişmekte olan ülkelere daha fazla umut vaadediyor. Mumbai Çevresel ve Sosyal Ağı Başkanı ve uzun süre Ambani şirketler grubunun danışmanlığını yapmış olan Ashok R. Datar, göçü yavaşlatmanın Mumbai'deki acımaz yoksulluğu rahatlatmak için en pratik yol olduğunu söylüyor. Planı Zimmerman'ınkine benziyor: Yerel sanayiyi destekleyerek, kırsal alan ile kent arasındaki büyük dengeyi koruyarak ve Mumbai'yi zehirleyen aşırı kalabalığı önleyerek, büyük kent merkezlerindeki iş arama akınını kesebilirsiniz.

19. yy'ın ortasında Charles Dickens'ın Londra'yı, yaşayanlarını usandıran ve sakatlayan bir "isli görüntü" olarak tanımladığı zaman ve bugün, kentler üzerine yapılan tartışmalardan bir şey kaybolup gitmiş: İnsan ögesi. Kent plancılarının amacı, görkemli mega kent vizyonlarını tamamlamak değil, orada yaşayan ve aşırı kalabalıktan, çevresel sefaletten ve sosyal eşitsizlikten acı çeken insanların ihtiyaçlarını yerine getirmek olmalı. Fikirleri dünyanın kalanıyla paylaşmaya gelince de, revaçtaki kentsel tasarım teorilerine olan hassasiyetin farkında olunmalı çünkü batı kendi hatalarıyla yaşayabilir ancak gelişmekte olan ülkeler bu gösterişlerden zevk almıyor.

Takvim
<<Temmuz 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
        1 2 3
4 5 6 7 8 9 10
11 12 13 14 15 16 17
18 19 20 21 22 23 24
25 26 27 28 29 30 31
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.