Uçağın penceresinden görüyorum Mezopotamya ovasını. "Uçsuz bucaksızın karşılığı bu olsa gerek" diye geçiriyorum aklımın bir köşesinden. Yerleşim bölgeleri çarpıyor gözüme irili ufaklı. "Hangisi Mardin?" diye kestirmeye çalışıyorum... Uçak alçaldıkça Mardin yükseliyor... Bir dağın doruğuna kurulmuş Mardin...
"Ne demek Mardin? Bu ismin bir anlamı var mı?" diye düşünüyorum. Daha sonra bana ve dostlarıma rehberlik yapan Ali'den ve tabii ki bazı kaynaklardan öğreniyorum Mardin'in anlamına yönelik rivayetleri. Neler mi bu rivayetler? Buyrun; Dilden dile dolaşan bir öykü şöyle; Bu bölgeye yerleşen Marde kavim vardır. Zamanın birinde bir kralın oğlu amansız bir hastalığa yakalanır. Kral, Mardin adındaki oğlunu iyileştirmek üzere havası suyu temiz "Batı Kalesi"ne gönderir. Bir süre sonra oğul sağlığına kavuşunca buraya bir kent kurdur ve o kente de oğlunun isimi olan Mardin adını verir. Bazı kaynaklar ise Mardin'in adının Süryanice mukaddes "mara" kelimesinden geldiğini ifade ediyor. Sasani komutanlarından Mardius, bu kenti imar ettiği için kente bu komutanın adının verildiği de söylentilerden bir diğeri. Selçuklu Türklerinin egemenliğiyle birlikte de Bizanslıların "Mardie", Arapların "Maridin" dediği kentin adının "Mardin" olarak ifade edildiği de çeşitli kaynaklarda karşıma çıkan bir diğer bilgi. Eminim daha pek çok öykü vardır Mardin'e ilişkin. Ben bu kadarıyla yetinmeye karar verdim. Sizler diğerlerini araştırabilirsiniz tabii...
Havaalanından kente doğru yol alıyoruz. Mardin'le aramızdaki mesafe kapandıkça, dağın tepesine kurulmuş kentin toprakla bütünleşen taş evleri belirmeye başlıyor yavaş yavaş. Önce yenişehirden geçiyoruz. Yeni olmasına yeni ama bildiğiniz, ruhu olmayan her yerde karşınıza çıkan beton yığınlarının arasından, tek tek işlenmiş taşlarla oluşturulan binlerce yıllık tarihi gövdesinde taşıyan eski Mardin'e ulaşıyoruz kısa bir süre sonra. Gün ışığı, yıllar içinde tarihin nasıl örselendiğini de gözler önüne seriyor. Görkemli taş evlerin, konakların arasına yerleşmiş kötü kopyalar ve eğreti binalar çıkıyor karşıma. Tarihin bereketli ve varlıklı kentinin günümüzde yoksulunu saklayamaz hale geldiğini görüyorum. Kenti dolaşıyorum. Ana caddenin iki yanına sıralanmış kuruyemişçi, ekmekçi, sabuncu kuyumcu dükkânlarının arasında yürüyerek, oteller, resmi kuruluşlar, vali konağının kurulduğu tarihsel abidelerle yüzleşiyorum. "Yehrin abbara" denilen üstü kapalı ve daracık merdivenli, yarı karanlık sokaklarından geçip sütunlu kemerli çarşılarında dolaşırken, gökyüzüne uzanan minare ve kiliseler dikkatimi çekiyor.
Güneş Tapınağı Deyrulzafaran
Rehberim Ali'nin şiveli anlatımı ve yakıcı Mardin güneşi altında rotamızı ilk olarak Deyrulzafaran Manastırı'na çevirdiğimizi anlıyorum. Aracımıza biniyoruz. "Tam mevsiminde geldiniz diyor birileri arkadan. "Yazın sıcağı iyiden iyiye bastırdığında bu yeşillikler yavaş yavaş sararır" diyor aynı ses. Bunun üzerine gözlerimi uzaklardan çekip alıyorum. Alabildiğine yeşillik ve adeta gelincik tarlalarının arasından geçtiğimizi fark ediyorum. Sarı, yeşil ve kırmızı çiçeklerin arasından Deyrulzafaran'a ulaşıyoruz. Manastır adını yörede yeşeren ve çok kıymetli bir bitki olan Safran'dan alıyor. Süryani dilinde Deyrul kelimesinin "manastır" anlamına geldiğini öğreniyorum. Zafaran ise az önce sözünü ettiğim "Safran"ın ta kendisi...
Güneş iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Geniş merdivenlerinden manastıra doğru ağır ağır ilerliyoruz.. Pagan dinlerden kalma "Güneş Tapınağı" üzerine inşa edilmiş olan Deyrulzafaran'da bilgiyi manastırda görevli bir rehberden alıyoruz diğer konuklarla birlikte.