Haberler

Abbaralarda hiç kayboldunuz mu

Tarih: 23 Mayıs 2011 Kaynak: Taraf Yazan: Eylem Düzyol
Abbaralarda hiç kayboldunuz mu Üstü kapalı ve dar merdivenli yarı karanlık sokaklardan geçip sütunlu kemerli çarşılarda dolaşırken, gökyüzüne uzanan minare ve kiliseler çıkıyor karşımıza. Burası, dört dilin, Türkçe'nin, Kürtçe'nin Arapça'nın ve Süryanice'nin memleketi Mardin... Binlerce yıldır farklı kültür ve inançları büyük bir hoşgörüyle kucaklayan, Dicle ve Fırat nehirlerinin bereket kattığı medeniyetler beşiği Mezopotamya topraklarındayım. Sümerlerden Aramilere (Süryaniler), Perslerden Büyük İskender'e, Romalılardan, Osmanlılara kadar pek çok uygarlığın gelip geçtiği, bilinen ilk okuryazar topluluklara ev sahipliği yapmış Mezopotamya'dan söz ediyorum. Bu yazıda sizlere Mezopotamya'nın toprakları gibi bereketli tarihini anlatacak değilim elbet. Az sonra okuyacaklarınız, bu uçsuz bucaksız kültür denizinin sadece küçük bir kısmına yaptığım yolculuk ve bu yolculuk sırasındaki tanıklığımı sizlerle paylaşmakla sınırlı olacak... İnanıyorum ki; şu anda bu satırları okuyanların bir kısmı, benim az sonra yazacaklarıma çok daha önceden tanık oldu. Hatta bir kısmınızın da "Ben senin gözlerini kamaştıran o toprakların insanıyım zaten" dediğini duyar gibiyim. Yine de kararlıyım; halen bu topraklarda yaşayanlara yaşadıkları güzellikleri, daha önce ziyaret etmiş olanlara bu toprakların zenginliklerini, bugüne kadar fırsat bulup da gidemeyenlere ise neler kaçırdıklarını yerim yettiğince anlatmaya çalışacağım. Bu engin coğrafyanın önemli bir parçası olan Mardin, Dara, Midyat ve Hasankeyf'ten söz edeceğim biraz...

Uçağın penceresinden görüyorum Mezopotamya ovasını. "Uçsuz bucaksızın karşılığı bu olsa gerek" diye geçiriyorum aklımın bir köşesinden. Yerleşim bölgeleri çarpıyor gözüme irili ufaklı. "Hangisi Mardin?" diye kestirmeye çalışıyorum... Uçak alçaldıkça Mardin yükseliyor... Bir dağın doruğuna kurulmuş Mardin...

"Ne demek Mardin? Bu ismin bir anlamı var mı?" diye düşünüyorum. Daha sonra bana ve dostlarıma rehberlik yapan Ali'den ve tabii ki bazı kaynaklardan öğreniyorum Mardin'in anlamına yönelik rivayetleri. Neler mi bu rivayetler? Buyrun; Dilden dile dolaşan bir öykü şöyle; Bu bölgeye yerleşen Marde kavim vardır. Zamanın birinde bir kralın oğlu amansız bir hastalığa yakalanır. Kral, Mardin adındaki oğlunu iyileştirmek üzere havası suyu temiz "Batı Kalesi"ne gönderir. Bir süre sonra oğul sağlığına kavuşunca buraya bir kent kurdur ve o kente de oğlunun isimi olan Mardin adını verir. Bazı kaynaklar ise Mardin'in adının Süryanice mukaddes "mara" kelimesinden geldiğini ifade ediyor. Sasani komutanlarından Mardius, bu kenti imar ettiği için kente bu komutanın adının verildiği de söylentilerden bir diğeri. Selçuklu Türklerinin egemenliğiyle birlikte de Bizanslıların "Mardie", Arapların "Maridin" dediği kentin adının "Mardin" olarak ifade edildiği de çeşitli kaynaklarda karşıma çıkan bir diğer bilgi. Eminim daha pek çok öykü vardır Mardin'e ilişkin. Ben bu kadarıyla yetinmeye karar verdim. Sizler diğerlerini araştırabilirsiniz tabii...

Havaalanından kente doğru yol alıyoruz. Mardin'le aramızdaki mesafe kapandıkça, dağın tepesine kurulmuş kentin toprakla bütünleşen taş evleri belirmeye başlıyor yavaş yavaş. Önce yenişehirden geçiyoruz. Yeni olmasına yeni ama bildiğiniz, ruhu olmayan her yerde karşınıza çıkan beton yığınlarının arasından, tek tek işlenmiş taşlarla oluşturulan binlerce yıllık tarihi gövdesinde taşıyan eski Mardin'e ulaşıyoruz kısa bir süre sonra. Gün ışığı, yıllar içinde tarihin nasıl örselendiğini de gözler önüne seriyor. Görkemli taş evlerin, konakların arasına yerleşmiş kötü kopyalar ve eğreti binalar çıkıyor karşıma. Tarihin bereketli ve varlıklı kentinin günümüzde yoksulunu saklayamaz hale geldiğini görüyorum. Kenti dolaşıyorum. Ana caddenin iki yanına sıralanmış kuruyemişçi, ekmekçi, sabuncu kuyumcu dükkânlarının arasında yürüyerek, oteller, resmi kuruluşlar, vali konağının kurulduğu tarihsel abidelerle yüzleşiyorum. "Yehrin abbara" denilen üstü kapalı ve daracık merdivenli, yarı karanlık sokaklarından geçip sütunlu kemerli çarşılarında dolaşırken, gökyüzüne uzanan minare ve kiliseler dikkatimi çekiyor.

Güneş Tapınağı Deyrulzafaran
Rehberim Ali'nin şiveli anlatımı ve yakıcı Mardin güneşi altında rotamızı ilk olarak Deyrulzafaran Manastırı'na çevirdiğimizi anlıyorum. Aracımıza biniyoruz. "Tam mevsiminde geldiniz diyor birileri arkadan. "Yazın sıcağı iyiden iyiye bastırdığında bu yeşillikler yavaş yavaş sararır" diyor aynı ses. Bunun üzerine gözlerimi uzaklardan çekip alıyorum. Alabildiğine yeşillik ve adeta gelincik tarlalarının arasından geçtiğimizi fark ediyorum. Sarı, yeşil ve kırmızı çiçeklerin arasından Deyrulzafaran'a ulaşıyoruz. Manastır adını yörede yeşeren ve çok kıymetli bir bitki olan Safran'dan alıyor. Süryani dilinde Deyrul kelimesinin "manastır" anlamına geldiğini öğreniyorum. Zafaran ise az önce sözünü ettiğim "Safran"ın ta kendisi...

Güneş iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Geniş merdivenlerinden manastıra doğru ağır ağır ilerliyoruz.. Pagan dinlerden kalma "Güneş Tapınağı" üzerine inşa edilmiş olan Deyrulzafaran'da bilgiyi manastırda görevli bir rehberden alıyoruz diğer konuklarla birlikte.

Takvim
<<Mayıs 2011>>
Pzt Sal Çar Per Cum Cmt Paz
            1
2 3 4 5 6 7 8
9 10 11 12 13 14 15
16 17 18 19 20 21 22
23 24 25 26 27 28 29
30 31          
Haber Bölümleri
Haber Kategorileri
Yayınlanan haberlere günlük olarak yukarıdaki takvimden, haberlerin kategorilerine ise aşağıdaki listeden ulaşabilirsiniz.