Artık İstanbul da Dünyaya Modern Bakıyor
Dünya şehirleri, kültür şehirleri olmak için adeta bir yarış halinde. New York, Londra, Paris, Prag gibi şehirlerden dünyada Guggenheim’den önce nerede olduğu bile bilinmeyen Bilbao’ya kadar uzanan bir yelpaze bu.
Hans Hollein’in Münchengladebach’a yaptığı müzeden sonra şehrin artık sadece futbol ile değil aynı zamanda müzesi ile konuşulması da buna yakın tarihten bir örnek.
2004 FIFA gecesinin Zürih operasında yapılması, sporun kültürle içiçe olması.
Bu model futbolun bu kadar damarlarımıza işlediği bizim toplumumuza da çok uyuyor doğrusu. Zaten göstergeler de bunu doğruluyor. İstanbul Modern açıldığı günden beri 98 bin kişi tarafından ziyaret edilmiş. Bu kadar kültürle yakın ancak uzak duran bir toplumun gösterdiği bu ilgi gerçekten umut verici. Dünya müzeleri ile karşılaştırıldığında çok yüksek bir sayı olmasa da Türkiye gerçeği içinde ileri günlerle ilgili iyi mesajlar iletiyor.
Dünyada tartışılan bir diğer konu da Gehry’nin Guggenheim’ı gibi, yüzlerce milyon Dolar'a malolan bir müze yapmasının gerekli olup olmadığı konusu.
Bu sadece bizim gibi sanat yatırımlarına yeni başlayan toplumlarda değil tüm dünyada da bir tercih konusu.
Frank Gehry'nin New York Guggenheim'ı, Rem Koolhaas'ın Los Angeles Country Museum of Art'ı milyonlarca Dolar'lık gerçekleşemeyen projelere birer örnek.
Buna karşın Zaha Hadid'in Cincinati Rosenthal Çağdaş Sanat Müzesi, Renzo Piano'nun Beyeler Müzesi de gerçekleşebilmiş çok başarılı örnekler.
Ekonomisi iyi seviyelerde olan toplumların bile maliyetleri yüzünden esas amacına ulaşamayacağını düşündüğü bu merkezlerin Türkiye gibi bir ülkede ele alınışı da sağduyu gerektirmekte.
Ülkemizin sahip olduğu gerçek değerler ve üzerinde yerleştikleri kültür hazinesi hakettiği şekilde duyurulabilmesi ve bunların modern sanatla buluşturulabildiği bir platformun yaratılabilmesi gelecek nesillere neler katmaz ki.
İstanbul Modern bu ülkenin gerçekleri ile doğdu. Herşeyden önce ana kurucusu olan Eczacıbaşı ailesinin 17 senelik sancısı üzerine daha sonrasında, yani ortaya çıkarılması aşamasında da çok ama çok kısıtlı bir bütçe gerçeğiyle.
Bizleri mimar olarak bu yıldırmadı motive etti diyebilirim.
Uzun zamandır üzerinde çalıştığımız, bu bölgeye yeni bir soluk getirecek ve merkez çekim noktası projesinde de müze olarak tasarlanan Galataport Projesi ilk meyvesini veriyordu. Çok mutluluk vericiydi. Bir "düş"ün gerçeğe dönüşümünü yaşıyorduk.
Artık, bugüne kadar yasaklı bölge olmasından ötürü o açıdan hiç görülemeyen tarihi yarımada ve Topkapı Sarayı modern eserlerin arasından bizleri kucaklayabilecekti. İstanbul, üzerinden geçen çeşitli medeniyetlerin katmanları arasında modern sanatın da tadına varabilecekti.
Bütçe yüzünden defalarca revizyonlar yaptık. Başından beri binaların karakterini bozmayan bir anlayışla tasarıma yaklaştık. Tüm binada sadece iki renk kullandık. Sergi alanları beyaz, diğer tüm alanlar gri. Sade ve rahat mekanlar yaratmak, gelenlerin mimariyi algılamayacağı bir mimari yaklaşım ana felsefemiz oldu. Sadece özgürlük ve sanat.
Başta Topkapı’ya bakanlar olmak üzere tüm pencereleri açık bıraktık. Sadece, güneş kontrolü öngördük. Müze dışarıdaki müze ile birlikte yaşasın istedik. Işık içeri girsin günün ve hayatın tüm değişimlerini eserlere ve mekana yansıtsın istedik.
Şeffaflık ve mekanlar arası birbirine geçiş ana yaklaşımlarımızdan biri oldu.
Sadece müze değil aynı zamanda sosyal buluşma mekanı olsun dedik. Ek fonksiyonlar; sinema, kütüphane, mağaza, fotoğraf galerisi ve restaurant tamamlayıcı fonksiyonlar oldu.
Sonunda İstanbul Modern 07’den 70’e herkesi buluşturdu.
Tabanlıoğlu Mimarlık

