Söyleşi

"Mimarlığın Evrensel Bir Dili Olabileceğine İnanmıyorum"

Tarih: Mart 2009
Global mimarlığın popüler formlarına, yıldız mimarlığa ve yaşam mekanı tasarımının modayla ilişkilendirilmesine karşı duruşlarıyla tanınan Avusturya merkezli ünlü mimarlık ofisi Baumschlager Eberle'nin kurucularından Carlo Baumschlager, ofisin Mart ayı başında, Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde açılan sergisi kapsamında İstanbul'daydı. Baumschlager ile, mimarlık anlayışı, "iyi mimarlık" hakkındaki fikirleri ve gündemden düşmeyen küresel ekonomik kriz hakkında konuştuk.


Fotoğraflar: Muhsin Akgün

Burcu Karabaş: Daha önce İstanbul'a geldiniz mi? İstanbul'u tanıyor musunuz?

Carlo Baumschlager:
Evet, 10 - 15 kez İstanbul'a geldim. Öğrencilik dönemimde de, Ankaralı bir arkadaşım vardı. İstanbul'da birçok kez görüşmüştük, tabii üzerinden çok zaman geçti. Yakın zamanda ise, İstanbullu bir müşterimiz için Bodrum yakınlarında bir proje planladık. Onunla yaptığımız görüşmeler de İstanbul'da yapıldı.

BK: Bu proje gerçekleştirilecek mi?

CB:
Gerçekleştirilecek, ancak şu anda gizli tutulması gerekiyor, çünkü mal sahibi tanıtım yapma aşamasına gelindiğinde her şeyin kesinleşmiş olmasını istiyor. Proje, bu nedenle sergide de yer almıyor. Aslında sergilenmesi için hazırdı, ancak müşteri marka konusunda yeni fikirler üretiyor ve şu anda projenin tanınmasını istemiyor.

BK: Projeleriniz incelendiğinde, yeni formlar tasarlama kaygısıyla değil, daha farklı bileşenlere verilen önemden temel alınarak geliştirildikleri dikkati çekiyor. Sizin için ön planda olan nedir?

CB:
Bu oldukça yerinde bir soru. Üstelik, tam da içinde bulunduğumuz dönemde de "moda olan ve her yerde uygulanabilir görünen global bir mimarlık"tan bahsediliyorken. Bizim duruşumuz ise çok daha farklı. Kültürel çevreye olan inancımız çok güçlü, projelerimizi de mevcut kültürel çevreyle güçlü bağlar kurarak geliştiriyoruz. Bu nedenle de, mimarlığın evrensel bir dili olabileceğine inanmıyorum. Aksine, farklı konumlardaki ve pozisyonlardaki sorulara birbirinden oldukça farklı cevaplar verilmelidir ve bu cevaplar, modayla ve görüntüyle değil, farklı durumların getirileriyle şekillenen farklı sistemlerle oluşturulmalıdır.

Üzerinde çalıştığımız projelerde de, başlamadan önce uzun ve hassas bir düşünme aşamasından geçiyoruz, "Buradaki görevimiz tam olarak nedir?" sorusuna yanıt arıyoruz. Şartları, müşterinin isteklerini, alanın özelliklerini detaylı biçimde araştırıyoruz. Söz konusu projenin mimari dili, tüm bunların sonucunda şekilleniyor. Kentsel yapılaşma hakkında verilecek bir karar, bu dokuya katılacak yeni bir bileşen de tüm bunların araştırılmasıyla şekillenmiş bir mimari dili taşımalıdır zaten.

Bizim projelerimizi farklı kılan da bu. Dergilerde, gazetelerde gördüğümüz tasarımların birçoğu, sadece görünüşe, yani binanın cephesine odaklanılarak üretilmiş işler olarak karşımıza çıkıyor. İçeriğe ne kadar önem verildiği ise merak konusu.

Bu noktadan yola çıkarak söyleyebileceğim şey, tasarladığımız yapı dünyanın neresinde olursa olsun, bir açıdan "yerel mimarlar" olarak tanımlanabileceğimizdir. Çünkü yerel kalite, bizi oldukça ilgilendiriyor. Diğer açıdan bakıldığında ise, yerel kaliteyi görecek ve değerlendirecek bakış açılarına sahip "oraya yabancı mimarlar"ız ve söz konusu bölgenin yerel ve kültürel özelliklerini mimari dile dönüştürüyoruz. Bu özelliğimiz de, yerel mimarlar olma kavramına fazladan bir değer katıyor.

BK: Sizce, bir mekanı orada yaşayanlar için anlamlı kılan nedir?

CB:
Bu sorunun cevabı olabilecek çok fazla kriter var elbette. Ancak çok sıradan bir tanımlama yapabilirim: Mekan, basitçe insanların hoşuna gitmeli. Kullanıcının hoşuna gitmeyen mekanlar veya yapılar, kentsel dokuda olumsuz bir simge olarak karşımıza çıkar. Bu nedenle bir mimar, projesinin mimari dilinin ne kadar okunabilir olduğunu düşünmek zorunda. Mimarlar, "Kullanıcı ve izleyicinin anlayabilmesi için dili ne kadar basitleştirebilirim?" sorusunun peşinde koşmalı. Bu bakış açısının sonucunda, sürdürülebilirliğin bir kısmına da ulaşılmış oluyor.

Yine insanların sevdiği projeler, daha uzun ömürlü oluyor ve daha fazla ayakta kalıyor. Bu noktada da, sürdürülebilirlik konusunda bir çelişkiye düşüyoruz. Farklı bir açıdan bakıldığında sürdürülebilirlik, enerji kullanımı veya benzer konularla değil, doğrudan "iyi mimarlığın ne olduğu"yla ilgili bir kavram.

Özellikle ilgilendiğimiz bir diğer konu ise, binaların arasında neler olup bittiği. Alana özgü nitelikler nedir, kentsel dokunun yapısı nasıldır gibi soruların yanı sıra, bu kentsel dokuya ait strüktürlerin nasıl geliştirilebileceği, dokuyu neyin zedelediği ve neyin ortadan kaldırılması gerektiği konularında başlangıç aşamasında düşünmeye başlıyoruz. Sonuçta ortaya çıkan projenin nasıl göründüğü bir yana, kullanıcı veya izleyicinin orada nasıl bir deneyim yaşayacağının, bütün bu soruların cevaplarında gizli olduğunu düşünüyorum. Bir yapının kent dokusu ritmine uyup uymadığı, sadece mimarlar ve şehir plancılarının cevap aradığı soyut sorular değil. Bu uyum, kullanıcı ve diğer kentlilerin yaşadığı bir deneyimdir. Sonuçta, kaliteyi tanımlayan da bu deneyim oluyor.

BK: "İyi mimarlık" örneklerinin mimar ve kullanıcı algıları arasında bir denge yakaladığını söyleyebilir miyiz o halde?

CB:
Mimarlardan sürekli yeni bir şeyler "icat etmelerini" beklemenin bir yanlış anlama olduğunu düşünüyorum. Mimar, öncelikle görevinin ne olduğunu anlamalı. Bir alanı, soyut anlamda sadece "proje yapılacak yer" olarak algılamak ve orası için bir "buluş" yapmak, çok yanlış bir yaklaşım. Mimarın tasarım sürecindeki yaratıcı rolü, sanılanın aksine işinin çok küçük bir parçası. Önemli olan, her proje için alan, program ve var olan bağlantılar hakkında mümkün olduğu kadar çok bilgi edinmek ve bunun için çaba göstermek.

BK: Geçmişten farklı olarak bugün, toplum yapısında baskın bir orta sınıfla karşılaşıyoruz. Kentsel dokunun geçirdiği birçok değişim de bu durumun bir sonucu. Mimarlık, sosyal yaşam ve ofisinizin özellikle üzerinde durduğu konut projeleri söz konusu olduğunda, bu konudaki görüşleriniz neler?

CB:
Toplumdaki sınıfların yer değiştirdiğini, özel konutlar ve sosyal konutlar arasında neredeyse hiçbir fark kalmadığını farkettiğimizde anlıyoruz. Bir diğer deyişle, bu değişimi gözle görülür kılan şey, konutların özellikleri diyebiliriz. Ancak ben, bu durumun tekrar değişeceğine inanıyorum ve buna yönelik işaretler görüyorum.



Özellikle şu an içinde bulunduğumuz küresel ekonomik kriz söz konusu olduğunda, orta sınıfın tekrar pek de iyi olmayan bir konuma gerileyeceğini düşünüyorum. Bunun bir sonucu olarak da, devletler sosyal konut meselesine tekrar fazlasıyla karışmak zorunda kalacak ve bu konu ülkelerin gündeminde daha çok yer tutacak. İnsanlar, istedikleri yaşam mekanlarının masraflarını karşılayamaz hale geldiği için, yaşam kalitesi metrekare bolluğuyla ölçülmekten çıkacak ve mekanlar daha sıkıştırılmış bir yapıya sahip olacak. Konutlar da elbette küçülecek, çünkü masraflarını devlet karşılıyor olacak.

BK: Konut işleviyle inşa edilen gökdelenler hakkında ne düşünüyorsunuz? Gittikçe daha yüksek yapıların inşa edildiğine ve bu yapıların özel olarak tasarlanan "kentçikler"de yer alarak asıl kent merkezinden giderek daha da uzaklaştığına tanık oluyoruz.

CB:
Bu durum, özellikle son on yıl içinde yaşanan bir dönüşümün sonucu. Birinci sebebi, konutlarda kişi başına düşen metrekare ihtiyacının artması. Bir diğer sebebi ise, kentlerin geleceğe yönelik öngörüler olmaksızın ve kentsel kaliteye hizmet eden bağlantılar yok sayılarak ele alınmış olması. Gelecekte, kent merkezlerindeki konut sayısının tekrar artacağına olan inancım çok güçlü. Kent merkezindeki konut yoğunluğu konusunun ise, mimarların işi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, kentin eteklerinde bulunan bir konutun özelliklerinden farklı olarak, kent yaşamına uygun kalitede tasarımlar üretmek gerekiyor.

BK: Gelecekte kent dışında bulunan bu yerleşimlere ne olacak sizce?

CB:
Amerika'da, işlevini veya önemini yitirdiği için yıkılan birçok örnek gördük. Bu projelerin ortak noktası, beraberinde herhangi bir kalite kriteri getirmemeleriydi. Doğu Almanya'da ise eskiden kalma oldukça yoğun bir yapılaşma vardı. Yine, bunların bir kısmı yıkıldı. Kente olumsuz etkileri olan veya herhangi bir etkisi olmayan projelerin yerlerini, uzun vadede diğerlerinin aldığını görüyoruz.

Tabii söylediğiniz özellikleri taşıyan tüm projelerin kötü olduğunu söylemek de doğru olmaz. Kötülerin ayıklandığını, iyilerin ise yerinde durduğunu zaman bize gösteriyor.

BK: Alanda var olan peyzaj ve çevre verilerini proje sürecinde nasıl değerlendiriyorsunuz?

CB:
Bu, elbette alandaki ilişki ağına ve konsepte göre her projede farklılık gösteriyor. Ancak biz, bir alana yapı tasarladığımız zaman, onu dış mekanda bir kalite unsuru olarak yaşatacak karşılıklı bir denge kurmaya çalışıyoruz.

Her alanda farklılık gösteren bir süreç söz konusu olduğu için kesin bir strateji tariflemem mümkün değil. Örneğin, Dünya Sağlık Örgütü için tasarladığımız yapıda, alanda yer alacak yapının uzunluğu, genişliği ve yüksekliği konulan yapı kurallarıyla daha önceden belirlenmişti. Yapı alanı ise, bir park içinde konumlanıyordu. Biz de, çözüm olarak parkın bölümlerini iç avlulara dönüştürdük, bazı ağaçları yerlerinden söküp farklı noktalara tekrar diktik.

Biraz önce bahsettiğim Bodrum'daki projemizde ise, tamamen boş bir arazi söz konusu. Herhangi bir kentsel doku bulunmuyor, fakat proje alanında referans alınabilecek birçok malzemenin varlığını farkettik. Doğal taşların renkliliği, bitki örtüsü, ışık, gölge, alanın etrafındaki köylerde bulunan evlerin bu verilere göre nasıl inşa edildiği... Proje, tüm bunlardan yola çıkıyor. Mevcut bir kent dokusu olmadığında, doğayı referans alıyoruz. Bu, diğerinden oldukça farklı bir strateji ve aynı zamanda projenin çıkış noktasının alana özgü koşullarla çok güçlü bir ilişkisinin olduğunun göstergesi.

Bizim için aynı zamanda, kentsel dokuyu meydana getiren yapılar arasında kalan alanların doğru biçimde planlanmış olması da büyük önem taşıyor.

BK: 2003'te yayınlanan ve 1996 - 2002 yıllarına ait projelerinizi içeren kitabın önsözünde, önemli olduğuna inandığım bir noktaya değinilmiş. "Bir detay, gelişme veya ilerleme anlamına gelmiyorsa onu üretmenin bir anlamı yoktur." Bu cümleden mimarlık anlayışınız hakkında birçok sonuca varmak mümkün, ancak sizden duymanın daha yerinde olacağını düşünüyorum. Biraz açıklayabilir misiniz?

CB:
Bu da yine, bir projede her şeyi yeniden tasarlamaya istek duymamamızla bağlantılı. Eğer işlevini iyi bir şekilde taşıyan, kaliteli ögeler mevcutsa, onları mümkün olduğunca uzun süreli ve sık kullanmayı amaçlıyoruz. Ne zaman bir detay var olan koşullara uygunluğunu yitirir ya da işlevini kaybederse, onu teknik olarak yeniden ele alırız. Ancak yeni bir şey üretmeden önce aşmamız gereken ilk aşama, her zaman topladığımız verileri elden geçirmek ve kullanılabilecek olanları projeye dahil etmektir. Bu, tasarladığımız yapılar konusunda kendimizi daha güvende hissetmemizi de sağlıyor. İnşaat sırasında ne kadara mal olacaklarını, inşa edildikten sonra ise işlevlerini nasıl yerine getireceklerini, çevreyi nasıl etkileyeceklerini ve kente ne katacaklarını bu metodla daha iyi öngörebiliyoruz.

BK: Peyzaj ve dış mekan da, bahsettiğiniz bu mevcut veriler arasında önemli bir rol oynuyor. Bir peyzaj mimarı olarak, mimarlık ve peyzaj mimarlığı arasındaki bağlantı hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.

CB:
Üzerinde çalışacağımız alanı, olduğu haliyle ilk kez ele almaya başladığımızda, bizi bir yerlere ulaştıracak verileri mümkün olduğunca ileriye götürmeye çalışıyoruz. Alanda herhangi bir nitelik yoksa -ki kentler söz konusu olduğunda bu kent dokusunun yokluğu demek-, bitkilendirmenin projemizde ne anlama gelebileceğini, gerçekten gerekli olup olmadığını sorguluyoruz. Alanın kafamızda oluşturduğu belirli sahneleri dönüştürmeye ve projede uygun yerlere oturtmaya çalışıyoruz.

Peyzaj tasarımını, genelde kent dokusu söz konusu olduğunda geliştiriyoruz. Peyzaj mimarlarıyla beraber çalışıyoruz ve alanımız dışında kalan konularda onların uzmanlıklarından yararlanıyoruz.

BK: Çeşitli yarışmalarda birçok ödüle layık görüldünüz. Bir mimar olarak, yarışmalar sizin için ne ifade ediyor? Kentliler ve kentsel kalite için ne ifade etmeli?

CB:
Açık söylemek gerekirse yarışmalar, Orta Avrupa'da mimarlar için normalde alamayacakları projeleri almaları için tek şans. Yatırımcılar büyük projeler inşa ettirmek istedikleri zaman, bunu %90 oranla yarışma üzerinden yapmak istiyorlar. Baumschlager & Eberle büyüklüğündeki bir mimarlık ofisinin yarışmalar olmadan bir yere gelmesi neredeyse imkansız gibi. Büyük projeleri, seçtiği bir mimarlık ofisine doğrudan veren yatırımcı yok. Bahsettiğim bu durum Orta Avrupa için geçerli, örneğin Çin'de süreç tamamen farklı işliyor. Mimarlar projeleri doğrudan yatırımcıdan alıyor.

Yarışmaları bir fırsat olarak değerlendiriyorum, ancak şunu da belirtmeliyim ki, mümkün olan en iyi fırsat değiller. Tam olarak ne istediğini bilmeyen yatırımcılar, birçok seçenek arasından birini tercih edebilme imkanına sahip olmak için bir yarışma düzenlemeye karar veriyor. Fakat yarışmaların %80'inde ortaya çıkan sonuçlar doğru olmuyor. Çünkü mimar da, ne yapması gerektiğini tam olarak bilmeden tasarlıyor. Bunun nedeni de, aldığı programın da ne istediğini bilmeyen biri tarafından düşünülmüş olması. Bu durumda mimarın da doğru olanı yapmak için bir şansı olmuyor. Mal sahibi olan yatırımcı veya devlet, ne istediğini tam olarak bilmeden teslim edilen projelerden birini seçince, inşa edilen proje sürekli değiştirilmek zorunda kalıyor.

Bu nedenlerle, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg'ta uygulanan yöntemi çok daha doğru buluyorum. Bir proje yapılacağı zaman doğrudan projenin kendisi için bir yarışma düzenlenmiyor. Bunun yerine, 5 - 6 mimar proje öncesinde davet ediliyor. Yatırımcı, bu mimarların arasından istediği özelliklerdeki bir projeyi geliştirebilecek olanı seçiyor. İyi mimarlık, sadece mal sahibi ve mimar arasında güven ilişkisi olduğu takdirde ortaya çıkabilir. Bu ülkelerde yatırımcı, "Benimle bu projeyi yürütebilmesi için kime güvenebilirim?" sorusuna en baştan yanıt arıyor. Böyle bir süreçte ortaya çıkan projenin de doğru ve nitelikli olacağına inanıyorum.

Belçika'nın Kortrijk kentinde yaptığımız 1.000 yataklı hastane projesinde, mal sahibi olan devlet, hastanenin organizasyon strüktürünü oluşturduktan sonra bunu devam ettirmek için kendisiyle çalışabilecek mimarlık ofisinin arayışına girdi. Aralarında bizim de bulunduğumuz 5 ofis çağırıldı ve bir hastanenin yapısı üzerine görüşmelerde bulunuldu. Sonuçta biz seçildik ve projeyi tasarlamaya, mal sahibiyle birlikte sıfırdan başladık. Bu, bence mümkün olan en iyi sonuca ulaşabilmek için izlenmesi gereken yol.


Belçika, Kortrijk'teki 1.000 yataklı hastane projesi
Kaynak: Baumschlager Eberle


Aslında, yarışmaların pek haklı bir süreç olduğunu da düşünmüyorum. 20 mimarın açık ve kesin bir şekilde ortaya konulmamış bir soruya cevap aramaya çalışmasını adaletli bulmuyorum. Bu mimarların harcadığı zaman ve çaba bir yana, sonuçta yanlış olanı yapma riskleri çok yüksek. Mal sahibi ve mimar arasındaki ilişki bağlamında düşündüğümde, bu yöntem zor görünüyor.

BK: Ofisinizde tasarım süreci nasıl ilerliyor? Projeler üzerine Dietmar Eberle ile birlikte mi çalışıyorsunuz, yoksa farklı projelerden mi sorumlusunuz?

CB:
İkisi de. Üzerinde birlikte çalıştığımız projeler de oluyor, tek tek ele aldıklarımız da. Tasarım konusundaki fikirlerimizi paylaştığımız yeniden inceleme süreçlerimiz oluyor. Fikirlerimiz bazen uyuşuyor, bazen de ters düşüyor. Ancak her zaman, tasarımı birlikte yapmış olsak dahi bir projeden sadece birimiz sorumlu oluyoruz. Bunun bir sebebi de, yatırımcıyla yapılacak görüşmelerde birebir karşı karşıya gelme gerekliliği. Projeden iki değil, bir kişi sorumlu olmalı. Tasarım sürecinin ve projenin o anda bulunduğu aşamanın her zaman şeffaf bir şekilde yansıtılması da prensiplerimizden biri.

BK: Şu anda ofislerinizde kaç kişi çalışıyor?

CB:
Şu anda 110 çalışanımız var.

BK: Büyük ölçekli projeleri mi yoksa küçük ölçekli projeleri mi tercih ediyorsunuz? Veya böyle bir tercihiniz var mı?

CB:
Her ikisi de. Bizim için projelerin büyüklüğünden çok, doğru yatırımcıyla çalışmak önem taşıyor. Sergide de gördüğünüz gibi, büyüklükleri 50 m2'den 70.000 m2'ye kadar değişen projelerimiz var.

Bizim için, doğup büyüdüğümüz yerel çevreyi geliştirmek çok önem taşıyor. Bu nedenle, yarışmalara katılmak veya büyükölçekli projeler tasarlamanın yanı sıra, bulunduğumuz yerdeki veya civardaki projeler üzerinde çalışmayı tercih ediyoruz. Bu projeler, müstakil bir konut, bir belediye veya devlet okulu binası olabilir.

BK: İçinde bulunduğumuz ekonomik krizle de bağlantılı olarak, "sürdürülebilirlik" kavramını neredeyse her gün farklı kişilerden duyuyoruz. Herkesin bu konuda bir fikri var, fakat sürekli bahsedilmesine rağmen konunun algılanabildiğini pek sanmıyorum. Bu konudaki görüşleriniz neler?

CB:
Kavramın tam anlamıyla içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Aslına bakarsanız, belirli bir ömrü veya kullanım süresi olan her ürün sürdürülebilirdir. Sürdürülebilirliğin tam olarak nasıl tanımlanması gerektiğine ilişkin bir fikir birliği de gözlemleyemiyorum.

Benim için sürdürülebilirlik, mevcut koşullarla, ortaya çıkan proje arasında bir orantının varlığı anlamına geliyor. Çevreye uygunluk ne kadar fazlaysa, tasarım da o kadar sürdürülebilir demektir. Sürdürülebilirlik, somut veya soyut malzemelerin mantık çerçevesinde bir araya gelmesi için bir ölçüttür.

Avrupa'da, var olan kaynakların %70 veya %80'inin sadece inşaat faaliyetleri sırasında kullanıldığını biliyoruz. Bu sadece inşa sürecini değil, gerekli malzemelerin üretimini ve taşınmasını da kapsıyor. Bu nedenle, -sürdürülebilirlik, verimli enerji kullanımı veya kalıcılık, nasıl ifade edilirse edilsin- durumun iyileştirilmesine katkıda bulunmak, mimarın sorumluluğudur. Bugün Avrupa'da, kullanmamız gereken enerjinin iki katını harcıyoruz. Biz mimarların, bu oranı düşürmek için çok seçeneği var.

BK: Bu sorumluluk yeni değil, ya da sanıldığı kadar yeni olmamalı. Neden şimdi üzerinde bu kadar duruluyor?

CB:
Yaşadığımız dünya ve çevremizle kurduğumuz bağlantıların henüz irdelenmeye başladığını düşünürsek, geç kalınmış olmasına rağmen neden şimdi konuşulmaya başlandığını anlayabiliriz. Kullanılan enerji miktarı nasıl belirleniyor, bedeli ne oluyor, bu süreçteki diğer bileşenler nelerdir gibi sorular çok yakın bir gelecekte gündeme geldi. Harcanan enerji miktarının belirlenmesi bilimsel yöntemlerle mümkün ve bu yöntemler son 10 yılda gelişti. Ülkeler, bu konu üzerinde kafa yormaya ancak son petrol krizinden sonra başladı.

İkinci itici güç ise, otomobil, yakıt ve benzin endüstrisi gibi bu konuda fikir yürütülmesini başından beri engelleyen veya görmezden gelen sektörlerin ekonomideki düşüş nedeniyle zor durumda kalmaları olacak. Bu kez kendileri çözüm arayışına girecekler ve belki de uzun zamandır gizli tutulan yöntemler açığa çıkacak. Bunca yıldır, otomobil üreticilerinin, elektrikle çalışan motorların veya CO2 salınımını düşüren aygıtların üretim yöntemlerinden habersiz olduğuna inanmıyorum. Belirli gelişmeleri aksatacağı, eldeki ürünlerin satılmasını engelleyeceği ve pahalıya mal olacağı için araştırma safhaları gizli tutulan ve uygulanmayan bu yöntemlere artık başvurulmaya başlanacak.

BK: Birçok büyük mimarlık ofisi, çalışanlarının bir kısmını işten çıkarıyor. Kriz hakkında iyimser misiniz?

CB:
Bu çok zor bir soru, çünkü bugün doğru olduğunu düşündüğümüz bir şeyin ertesi gün yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Her gün, daha önce aklımıza dahi getirmediğimiz gelişmeler oluyor. Küresel olarak yaşadığımız ekonomik kriz, oldukça moral bozucu. Son zamanlarda, tüm günümün kötü geçmesine neden olduğu için sabahları gazete okumamaya başladım. Her gün yeni bir olumsuzluktan haberdar olduğunuzda, "Nasıl olsa hiçbir şey işe yaramayacak" düşüncesine kapılıyor ve günlük işlerinizi yapamaz hale geliyorsunuz.

Benim fikrime göre, sistemin biraz kendine gelebilmesi için 1,5 - 2 yıl geçmesi gerekecek. Avrupa Merkez Bankası, ekonomiyi hareketlendirmek için kurları aşağıya çekti ve sanırım bu işe yarayacak. Ancak paranın adaletli dağılımı için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği sorusu, bizi bir süre daha meşgul edeceğe benziyor. Daha önce yaşanan olumsuzlukların tekrarlanmaması için bazı önlemler alınmalı.

BK: Birçok mimar, ölümsüzlük, kalıcılık ile kendi fikirlerinin doğruluğu ve önemi konularında takıntılı. Bu konudaki fikirlerinizi öğrenebilir miyim?

CB:
Bu soruyu, belli bir ayrım yaparak yanıtlamak gerek. Bir mimarın görevi, elbette ki mümkün olduğunca uzun süre ayakta kalacak yapılar tasarlamaktır. Yerinde bir tasarımı ve teknik kalitesi olan, doğru mimari dilin kullanıldığı ve kentsel yapıya katılabilen yapılar elbette uzun yıllar kullanılır ve akıllarda yer eder. Ancak bir mimarın görevi, moda tasarımcısı olmak değildir. Demek istediğim, bir mimar elbette kalıcılığı amaçlamalıdır, ancak bu amaç kaynağını modadan veya sadece mimarın adını yaşatmak için geliştirilen nesne odaklı bir bakış açısından değil, saydığım diğer niteliklerden almalıdır.

Nesne odaklı mimarlık anlayışını gülünç buluyorum ve bunu gerçekten yapmak isteyen iyi bir mimar olduğuna inanmıyorum. Bu konuda sürekli eleştirilen Norman Foster gibi mimarların da bilinçli olarak böyle bir şey amaçladığını sanmıyorum. Bence, modaya yönelik olduğu iddia edilen veya bu izlenimi veren yapıların böyle eleştirilmesi, mimarlık disiplini hakkında ortaya sık atılan söylentilerden ibaret. Bir binayı sadece kendisi ve kendi ününün yayılması için tasarlayan bir mimarın var olduğunu düşünmek, mimarlık mesleğini küçümseyen ve yanlış yorumlayan bir yaklaşım. Ben böyle düşünen bir mimar tanımıyorum, ama varsa da mutlaka kötü bir mimardır.Konuyla İlgili Linkler
Söyleşi Arşivi
Dönem içinde gerçekleştirilen söyleşilerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz söyleşiyi listeden seçiniz.