Söyleşi

Bjarke Ingels

Tarih: Ocak 2007

Mimarca Bir Meydan Okuma; Bjarke Ingels ile Söyleşi


Fotoğraflar: Ali Taptık

23 Kasım 2006 tarihinde, Schneider Elektrik ve İstanbul Bilgi Üniversitesi sponsorluğu ile gerçekleştirilen Bilgi’de ARKIMEET Konferansı çerçevesinde yaptığı etkileyici bir sunumla projelerini ve mimari yaklaşımlarını paylaşan BIG ofisinin kurucusu Bjarke Ingels ile Arkitera Mimarlık Merkezi tarafından gerçekleştirilen röportaj.

Zeynep Alpay: PLOT mimarlık ofisindeki ortaklığınızı dağıtıp, “Bjarke Ingels Group” olarak kalabalık bir ekibi kurdunuz. BIG’de projelerinizi nasıl yürütüyorsunuz?

Bjarke Ingels:
Biz geçen 6 sene içerisinde ofis çalışanlarımızı 2 kişiden 10 kişiye sonra da 40 kişiye çıkardık. PLOT’u dağıtmaya ve yeni baştan başlamaya karar verdiğimizde bunun ofisin işleyişini gözden geçirmek ve tekrar düzenlemek adına büyük bir şans olduğunu düşündüm. Yönetimle veya ofis ekonomisiyle zaman harcamayacağım bir sistem kurduk. Ofisin “iş idaresi” tecrübesine sahip bir yöneticisi ve bu yöneticiye bağlı ofis idaresinden sorumlu 5 kişilik bir ekip var. Ofisin mimarlık boyutunda ise 4 senedir birlikte çalıştığım 5-10 mimar var ve onlarla çalışmanın nasıl olduğunu iyi biliyorum.

Her projenin tasarımdan sorumlu bir mimarı var ve bu mimar anlaşmalar tamamlandığında ve projeyi detaylandırmaya başladığımızda projeyi başka bir mimara devreder. Tasarımda sorumlu mimar ve proje sorumlusu takım olarak çalışır. Bir mimar birkaç projenin tasarımından sorumlu olabilir. Proje yürütücüsü daha çok projeyi bir sonraki aşamaya taşımayla ve o proje ekibinin organizasyonuyla ilgilenir. Tasarım sorumlusundan farklı olarak, bir idareci gibi herşeyin zamanında tamamlanmasından sorumludur.

Her şeyden önemlisi proje bir grup çalışmasıdır. Tasarım daha fazla benim veya diğer mimarların olsa da bu bir ofisin ürünüdür. En saygı duyduğum mimar Rem Koolhaas’ın ofisi OMA’da çalışmaya başladığımda, Rem hiçbir şey yapmıyor gibi göründüğü için büyük hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Fakat daha sonra onun, projeleri çalışan mimarlara sorular sorarak yönlendirdiğini farkettim. Detaylara değil, manzaranın bütünüyle ilgileniyordu. BIG’de eğer kalemi sürekli ben tutarsam, ekibin potansiyelini hiçe saymış olurum. Onlara taşımak istemeyecekleri fikirleri proje olarak veririm ve bu yapılan işi olumsuz etkiler. Ben tasarımın diyalogla yürütülmesinden yanayım.

ZA: Ofisinizde çalışan mimarların tasarım dilleri, BIG’in genel tasarım dilini renklendiriyor diyebilir miyiz?

BI:
Meslektaşınızı tanımak, bir bilgisayar programını tüm kısayollarıyla tam olarak öğrenmek gibidir. Ne kadar iyi tanırsanız, potansiyeli o kadar iyi kullanabilirsiniz. Bu Kasper’in projesi bu Krestian’ın projesi olmalı diyebilirsiniz. Tasarımda onların karakterlerini yansıtabilirsiniz. Benim rolüm ise fikirlerin geliştirilmesi kısmıdır. Eldeki projenin en kritik noktasını ve her projede sorulması gereken soruyu bulmaktır. Projelerin geneline bakarak BIG olarak bir sonraki adımda neyi keşfetmek istediğimiz, neyi geliştirmek istediğimiz üzerine düşünüyorum.

ZA: Şu anda kaç proje üzerinde çalışıyorsunuz?

BI:
Doğruyu söylemek gerekirse bilmiyorum. Birçok proje geri planda kalarak bazı resmi kurumlardan gelecek cevapları bekliyor. Bazen projenin rock’n roll’a hazır olduğunu düşünürsünüz ama başlaması için iki sene beklemeniz gerekiyor. Şu anda 100.000 m²’lik Big Block ve Infinity Loop gibi yapım aşamasına geçen ve geçmek üzere olan projelerimiz var. Aşağı yukarı 100.000 m²’lik proje de tasarım aşamasında. Sanırım “BIG” ismini aldığımızda projelerin ölçeğinde de büyüme oldu. Birçok projemiz “master plan” (nazım planı) ile “masterpiece” (başyapıt) olma arasındaki alacakaranlık noktada duruyor. Tek yapı olmalarına rağmen çoğu projemiz kent ölçeğinde ve o kadar farklı fikirleri bir arada bulunuduruyorlar ki, kentin bir mahallesi ile yarışabilirler.

ZA: Genç bir mimar olduğunuz için sormak istiyorum; tasarımları internet üzerinden yürütmek ile ilgili yaklaşımınız nedir?

BI:
Yaratıcı fikir üretmenin yolu ofis gibi tek mekanın içinde üretmektir. Ofiste dolaşıp, insanlarla konuşmak ve farklı maketlerin masalarda yükseldiğini görmek ve fikirlerin etkileşimine şahit olmak tasarımı önemli bir biçimde tetikliyor. Oluşturulan bu yaratıcılık havuzu diğer birçok şey kadar önemli. Projelerin tasarım aşamasında da uygulama aşamasında da internetin yeterli olacağını düşünmüyorum. Norveç, İsveç, Bulgaristan gibi ülkelerde projeler aldık ve bu bölgelerde yerel ofislerle işbirliği yapmayı tercih ediyoruz. Çünkü Kopenhag dışında başka bir şehirde ofis açmak istemiyoruz; şube açmanın mimarlık ofislerine nelere malolduğunu görüyoruz. OMA’dayken Seattle’daki Halk Kütüphanesi projesini yürütüyorduk ve sık sık Seatte’a gidiyordum. Tasarım aşamasında Seattle’da ki yerel mimarlık ofisinden iki kişi sürekli Rotterdam’da duruyorlardı. Proje uygulanmaya başlandığında iş ABD’de ve oradaki yerel ofiste sürdürülmeye başladı. Ben tam o sırada OMA’dan ayrıldım fakat OMA’daki meslektaşlarımın projeyi Seattle yerleşerek takip ettiler. Sanırım bizim sürüdüreceğimiz model de böyle olacak.

ZA: Son birkaç yılın başarılı mimarlarının veya mimarlık ofislerinin birçoğunun yolunun OMA’dan geçtiğini biliyoruz. Sizi veya çalışan diğer mimarları nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

BI:
Mimarlığın ufkuna bakarsanız, Rem Koolhaas’ın bu geleceğin başlangıç noktası olduğunu görebiliriz. Mimarlığımın ilk dönemlerinde mimarlıktan gerçekten sıkılmıştım. 1993 yıllında, Rem Koolhaas ile çalışmaya başladığımda, mimarlığın sadece felsefe veya psikoloji gibi konular olmadığını, bazı gerçekçi süreçlerin düşünülerek, belirli bir alan üzerinde organize edilmesi olduğunu gördüm.

Örneğin bir gazeteci bir hikayeyi okuyucunun ilgi duyacağı açıdan yazar; Rem de bunu mimarlıkta yapar. O her projeyi, politika, kültür hatta teknoloji gibi belirli bir probleme, belirli bir açıdan yaklaşarak ortaya koyar ve daha fazlasını göstermez. O kadar temiz bir projedir ki bu, diğer tüm etkenlerin dışarda tutularak, tek bir sorun üzerinden tek ve belirgin bir hikaye anlatır. Bu deneysellik, her proje için ayrıdır. Her proje için farklı parametreler seçilir.

Danimarka Kültür Merkezi projesini yaparken Rem ofisimize geliyordu. Önce ofisimize sonra projelerimize baktı ve “mimarlar bu kadar mutlu olmamalı” dedi. Bizce tam tersine; çok hırslı ve tutkulu bir mimar olabilirsiniz ve diğer taraftan da mutlu bir hayat sürebilirsiniz. BIG’in tüm fikirleri hepsine birden sahip olabileceğimiz fikrine dayanıyor. Çözüm iki seçenek arasında seçim yapmak değil, bir denge sağlayıp her iki tarafın da memnuniyetini sağlamak aslında.

ZA: Tasarımda tüm tarafların memnuniyetini sağlamak mümkün müdür? Mimariden veya tarafların taleplerinden ödün verilmesi söz konusu olmaz mı?

BI:
Herkes kazanan olabilir fakat herkesi mutlu etmeye çalışmak ve uzlaşma bulmak da iki tarafında aslında bir şey kazanmasını sağlamaz; herkes beklentisinin ancak yarısını alır. Herşeye “hayır” diyerek bir projeyi sürdürmek ise “radikallik” olarak algılanıyor. Ama belki de herkese ‘evet’ demenin radikal potansiyelini farketmeliyiz. Asgari beklentileri karşılayarak değil de herkesin tam olarak istediğini elde edebileceği imkansız görünen kombinasyonu bulmalıyız. Adam Smith’in “Invisible Hand” kitabında “Eğer herkes dilediği işi yaparsa piyasalar yükselir” gibi bir teori var, bunu yakalamaya çalışıyoruz.

Eğer bir projede size meydan okuyacak hiçbir sorun bulamıyorsanız, yani mimar olarak “Bizim fikirlerimize kim ihtiyaç duyar?” diye sorduğunuz noktadaysanız istenenlerin sayısını artırmalısınız; burada açık alanlar böyle olmalı ve daireler şöyle olmalı diye siz ortaya bir problem koyarsanız, projenin kalitesini de artırırsınız. Müşteri güvenli bir yatırım, gayrimenkul firması satabileceği bir proje, şehir kuralara uygun bir yapı ister; büyük olasılıkla mimar olarak yapının mimari kalitesiyle ilgilenen tek insan sizsinizdir. Siz uygulamak istediğiniz fikre tüm kenti inandırmak zorundasınız. Birçok sorunu çözmeniz gerekse de, mimari bir meydan okumanın taraflara beklentilerinin fazlasını sunacağını göstermelisiniz. Böylece tüm kent için daha iyi bir kalite elde edersiniz.

ZA: Bu bana “Klover Block” projenizi hatırlattı; farklı bir yaklaşımla, sizden kimse proje istememişken, ortaya bir proje çıkardınız ve bu proje uygulanacak diye biliyoruz. Projeye Kopenhag halkını ve politikacıları dahil etme süreçleriniz de oldukça farklı, genel olarak “Klover Block” projenizden bahsedebilir misiniz?

BI: Bu proje fikri 2005’teki Belediye Seçimleri sırasında aklımıza geldi. Sosyalist Parti adayının, 5 yıl içinde Kopenhag’da 5.000 konut açığı olacağını söylemesi üzerine tetiklendi diyebiliriz. Geçen on sene içerisinde Kopanhag’da kiralar 3 kat yükseldi. Bu artış ortalama gelir seviyesindeki herkesin şehir dışına çekilmesine sebep oldu. Biz de “Şehrin merkezinde toplu konut olması harika bir fikir, peki bunu nereye düşünebiliriz?” diye sorduk ve birkaç bin daireyi alabilecek bir alan aramaya başladık ve bir yer bulduk. Eskiden Kopenhag Havaalanı ve 2. Dünya Savaşı sonrasında Polonyalı ve Alman göçmenler için kamp olarak kullanılan, daha sonra 40 futbol sahasının yerleştiği bir alanı seçtik. Futbol sahalarını kapatacak bir proje önermek fazlasıyla tepki çekeceği - tam bir politik intihar olacağı- için futbol sahalarının çevreleyen kullanılmayan rayların, çöp alanlarının ve çalılıkların doldurduğu alanı projelendirmek istedik. Bu 3 km uzunluğundaki dar şeridi almayı ve konutları bu şerit üzerinde yapmayı önerdik. Projemiz Çin Seddi’nin Danimarka versiyonuydu aslında. Önerdiğimiz konut bloğunu, çevresini rahatsız etmemesi için mevcut yapıların çevresinden geniş bir yay çizerek uzaklaştırdık, futbol klübü binasının ve çevredeki yapıların yüksekliklerine göre yapının yüksekliğini ayarladık. Bazen yükselip bazen üzerinde yürünebilecek kadar alçalan bir kitle oluşturduk. Ayrıca Roma arkadları gibi geniş açıklıklarla futbol sahalarına dışarıdan giriş sağladık ve çatıyı 3 km uzunluğunda bir park olarak tasarladık.

ZA: Proje ile ilgili tepkiler nasıl oldu?

BI:
Tek bir duvardan oluşan bu projeyle 2.000 konut, bir okul ve 3 anaokulu yerleştirdik ve tek bir futbol sahası kadar bile yer işgal etmiyorduk. Daha sonra politikacılara önerdik ve tartışılmaya başilandı. Konuyla ilgili aşağı yukarı 4.000 makaleden sonra politikacılar tarafından yapılmasına karar verildi.

İlginç olan nokta; mimarlıkla ilgili yazılar çoğunlukla gazetelerin “kültür” sayfalarında okursunuz fakat konu bu proje olduğunda haberlerin %90’ı politika veya ekonomi sayfalarındaydı. Birden bire, legolarımızla oynadığımızda farkına varmadığımız politik bir tartışmanın içinde bulduk kendimizi. Projeye karşı başlatılan imza kampanyalarına karşı, proje taraftarı bir imza kampanyası başlattık ve yapılması için kentin desteğini almış olduk.

ZA: Ve siz tüm bu aktörleri ikna ettiniz...

BI:
Evet, bizim tek bir hareketimiz yok, kalemimizi tek oynatışımızla mucizevi bir mimarlığı ortaya koyacağımıza inanmıyoruz. Biz projeyi şekillendirecek doğru parametrelerin ortaya konulmasına inanıyoruz. Dışardan birçok etmenle karşılaşıyorsunuz ve her biri yapı kütlesini değiştirip, koşullarla şekillenmesini sağlıyor. Süreç içinde, belediye başkanıyla çatının halka açılması konusun görüştük ve yapıyı biraz daha alçalttık. Sonuçta yapıyı bütün bu taleplere göre mümkün olduğunca şekillendirdik. Projenin son hali tüm ilgili kişilerin katılımıyla şekillendi.


VM Evleri

ZA: VM Evleri’nin devamı olan Mountain Dwellings de mimari mücadeleniz neydi? 

BI:
VM Evleri’ni farklı kılan yapıların 3 boyutlu patlamasıydı, Mountain Dwellings’de ise ilginç olan otopark alanıyla büyük bir konut yapısının birleşmesiydi. Otoparkın kapalı kütlesinin konut birimlerinin içine girmesi, apartman dairelerinin bahçeli birer daire olmasını sağladı. Eğer projeye bakarsanız sanki çok büyük bir banliyöden bir parçayı kesip otoparkın üstüne yerleştirilmiş gibi görünüyor. Eğer zemin olarak aldığımız otopark alanını büyütürseniz daha fazla banliyö elde ediyorsunuz. Bu yaklaşımla konut anlamında banliyö yaşam tarzı, otoparkın temsil ettiği kent yaşam tarzıyla birleşiyor.


“The Battery” Projesi

ZA: Bir cami yapısını da içeren “The Battery” projesinde size nasıl bir program verildi?

BI:
Müşteri bizden çok yoğun çok hareketli bir konut ve alışveriş alanı istedi. Proje sırasında alan büyüdü ve biz de mevcut projeyi alan için büyüttük. 120.000 m² bir alanda proje yaptık. Bizim için projenin amacı camiyi proje kütlesi içine diğer fonksiyonlara ait yapılara yabancı durmadan konumlandırmaktı. Mountain Dwellings’de yaptığımız gibi konutları teraslı yapmak ve gerçekten cömert sosyal iç mekanlar yapmayı hedefledik. Bu ikisini caminin mantığıyla birleştirdik. Sonuçta, çok büyük olan cami kütlesi proje içinde küçük bir alan işgal etti ve mimari anlamda daha rafine bir yapı oldu. Kopenhag’da normalde yapılandan beş kat daha yoğun alan kullanımına sahip ve de cami kütlesi altında boğulmayan, nitelikli bir proje çıkardık.

ZA: Ticaret yapılarının bir kompleksin merkezini oluşturmaları beklenir, siz dini bir yapının böyle bir projenin merkezine yerleştirilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

BI:
Öncelikle “The Battery” projesinin tüm giriş katları kamu kullanımına veya ticarete yönelik alanlar. Bu fonksiyonlar, cami yapısını ekonomik olarak da destekliyor. Burada asıl fikir, kente güzel bir yapı katmak ve kentsel kimliğin parçası olarak böyle bir projeyi hayata geçirmek. Sadece müslümanlara hitap edecek bir alan yaratmadık, burayı kullanan insanlar Kopenhag’ın çeşitli bölgelerinden geliyor olacak. 1.000 dairelik apartmanlarda bir arada olmak isteyecek farklı dinleri bir arada yaşayacağını düşünüyorum.

ZA: Danimarka’daki kentlerde, BIG gibi genç kuşak mimarlık ofislerinin etkisiyle kentsel ve mimari anlamda bir değişim olduğundan bahsedebilir miyiz?

BI:
Kent bitmiş bir proje değil ve hayatla birlikte değişim içinde. Kopenhag’ı farklılaştıran özellik, nüfus artışının az olmasına rağmen insanların talep ettiği alanın zamanla artıyor olması. Yani yapılı alan sürekli büyüyor fakat nüfus artmıyor. Mimar olarak büyüyen yapılı alanı ele alarak Kopenhag’ı başka türlü bir metropole çevirme çabasındayız.

Söyleşi Arşivi
Dönem içinde gerçekleştirilen söyleşilerin listesi aşağıdadır. Ayrıntılarına ulaşmak istediğiniz söyleşiyi listeden seçiniz.