Cengiz Bey,
Etimesgut Cami'sini 1966 yılında yaptınız. Aradan 35 yıldan fazla bir süre
geçmiş. Aynı camiyi şimdi yapmanız daha mı kolay olurdu daha mı zor?
Bu süre içinde Türkiye'nin mimarlığa bakışında, mimarlık eserlerini
talep eden müşterilerin profilinde neler değişti. Gözlemlerinizi kısaca
anlatabilir misiniz?
Teşekkürler...
Etimesgut Camii 1964 yılında tasarımı başladı. Gerçekten bu alanda ilk çağdaş davranıştı. Aydınlanmacı yönümle önem verdiğim bir tasarım. Kendim de yapımına el gücü ile girişerek başarıldı. Bugün aynı şeyi yapabilir miydim? Sanıyorum daha ilerisine geçebilirim bugün. Sorunun özü bana şu sözü anımsatıyor. Kültürü olanların parası yok, parası olanların kültürü yok. Çağın değer yargıları konusunda belli bir kültür düzeyine ulaşmış ama parası da olan bir işverenle sanıyorum yapabilirim bunu. Bu soru için teşekkür ediyorum.
Sevgili Cengiz,
28 17-19 arası bilgisayar başında olmak için çabalayacağım. Ertesi gün
Roma da Pritzker Ödülü Töreni’nde olacağım için katılımım gerçekleşemeyebilir.
Bunun için katkımı hemen yerleştiriyorum.
Ben bir mimarlık tarihçisi olarak yaşayan mimarlarla ilgili bir şey yazmama
değerlendirme yapmama kararımı (1967-1983) (buna oruç da diyebilirsin) senin
için bozdum ve yaşayan bir hakkında değerlendirmeyi ilk kez 1983 yılında
“To Erase a Chalk Line” katkısı ile Mimar dergisinde dillendirdim. Açılan
bu yoldan önce Sedad Eldem kitabını gerçekleştirdim sonra da 30 u aşkın
mimar ve mimarlık katkıcısı hakkında değerlendirmeler yaptım. İyi de
oldu. Beni o zaman ikna ettiğin için teşekkür ediyorum Çünkü o başlangıç
oldukça değerli bir seçki (anthology) oluşturdu.
Önce DGSA sonra Alman mimarlık eğitimi almış genç mimar olarak
Ankara’daki ilk yapılarında Etimesğut Camisi, TMO, İngiliz Sefaret Okulu,
ve daha sonra TDK nı kastediyor ( ve Büyük Ankara Oteli bitişiğindeki şansız
yapıyı katmıyorum) o yılların çağdaş ve Türkiye şartlarına uyarlanmış
ve modernizmden ödün vermeyen ürünlerini gerçekleştirdin.
Son yirmi yıla yakın bir süredir yöre ye ve bölgeye duyarlı bir yaklaşım
gerçekleştirmeye yöneldin. (Mersin de ki çok katlı yapıdan da söz etmiyor
onu bir yol kazası olarak görüyorum. Çünkü meslek yaşamımda sizler gibi
tasarım beceri ile yaşam savaşı veren kişilerin kaderinde var. Hoş görmekteyim.)
Antik Tiyatro Oteli, Ora, Akdeniz Üniversitesi Öğrenci Merkezi projeleri ile
de yöreye saygılı, nitelikli, özgün bir mimari yaklaşım çizgisi geliştirdin.
Geçen yıl aldığın Aga Khan Ödülü de bu çabanı taçlandırdı. Kutlu
olsun.
Dört sorum var. Bunları yanıtlamadan yukarıdaki saptamalar ile ilgili
itirazlarını da (varsa) bilmek isterim.
1. Yöresel esin ile çağdaş mimarlık arasındaki ilişkiyi nasıl
nitelendiriyorsun? Nasıl ve nereye kadar?
2. Bu ilişkini kavramsal araçları nelerdir.? Biçim mi? Yapı ayrıntıları
ve gereçler mi? Yoksa mekan anlayışı ve soyut izlenimsel tatlar mı?
3. Mimarlığın kadar ozanlığın ve değme üniversite hocasına nasip
olmayan araştırmacığın var. Bu üç becerin birbirini nasıl etkiliyor. (Öznel
örnek verirsem benim sergilediğim, kendi sanat ürünlerimin ve yaklaşımımın
mimarlık düşüncelerimle uzaktan yakına hiçbir ilgisi yok. Ben sanatı daha
bağımsız, öznel ve özgür bir ifade ortamı olarak görmekteyim.)
4. Yeşil (yada bio climatic) Mimarlığın neresindesin? Bu yaklaşımı
izliyor musun? Seni heyecanlandırıyor mu?
Sevgili Süha,
Sana herşeyden önce kendi adın sanınla soru sorduğun için teşekkür
ediyorum. Şu anda elimde olan soruların büyük çoğunluğu takma ad kullanıyor.
Oysa ben kendi adımla işte orta yerdeyim. Neden kendimiz olmaktan bu derece kaçınıyoruz?
Bunu beceremediğimiz sürece özellikle bizim alanımızda bizi ilerilere götürecek
tartışmaları gerçekleştiremeyeceğiz diye üzülüyorum. Çünkü daha önce,
örneğin kırk yıl önce ben eleştiri alanında apaçık olmayı denediğimde
sonradan bir takım sıkıntılar çekmeme karşın hep böyle davranmaya özen
gösterdim. Bu nedenle senin bu örnek davranışına teşekkür etmem boşuna
değil. Sorularına geçmeden senin de istediğin gibi önce iki küçük açıklama
yapmalıyım.
Büyük Ankara Oteli yanındaki yapı aldatıldığım bir yapıdır. Bunun öyküsünü
bir yazımda anlattım. Bir otel olarak bana gelen tasarım bu alana ayrılmış
krediden yararlanılarak yapıldı ama son dakikada bir işyeri yapısına döndürüldü.
Bunun amacı başkalarının parasını kullanarak kendi yapısını gerçekleştirmekti
açıkçası. Ben ve bu konu ile ilgili herkes bir anlamda aldatıldı. Bunu öğrendiğim
günkü üzüntümü anlatamam. Kısacası kullanışında şanssızdı. Ama
kentsel tasarım açısından önemliydi. Özellikle komşusunun Büyük Ankara
Oteli olduğunu unutmamasıyla. Bunun için de savaş vermiş, İmar İskan
Bakanlığı’ndaki yetkilileri de inandırabilmiştim. Bu yapının cephesini
15 yaşındaki bir çocukla bile yapabildim. (Ön yapım ögelerini)
Gropius’un “küçük boyutlu ön yapımdan” ne demek istediğini anladığımın
kanıtıdır bana göre. Bir başka ünlü mimar ölçülerinden, oranlarından
senin olduğu hemen anlaşılıyor, bulunduğu yere ışık getiriyor demişti.
Mersin’deki çok katlı yapıya gelince. O da bir kentsel tasarım başarısıdır
bana göre; Mersin kentinin merkezinin neresi olması gerektiğini gösteren
yedi sekiz katlı bir beton tarlasında ilk kez bir heyecan getirmeyi başaran
(bu söz de bir mimarlık hocasının) en azından bugüne dek dağ köylerine
bile Mersin’in nerede olduğunu gösteren hiç bir aksaklığı saptanamamış
bir yapı. Gün geçtikçe daha iyi anlaşılacak. Ama asıl çevresinde yarattığım,
çevrenin boyutlarını aşmayan oylumları ile önemli.
Şimdi güzel sözlerin için tüm yüreğimle teşekkür ettikten sonra yanıtlara
geçiyorum.
1- Senin de bildiğin gibi ben yöreye hiç biçim açısından bakmadım. Ve yöreye
baktığımda insanların bu çevreyi yaratırken ne gibi ilkeler, ilişkiler içinde
davrandıklarını sezinlemeye çalıştım. Bu nedenle o ilkeleri saptamaya çalıştım.
Örneğin kültür birikiminin bilincinde olmak, tutumluluk, esneklik, gerecini
ve teknolojisini yakınından seçmek, içten dışa davranış, içle dışın
uyuşumu gibi ilkelerde yöreselle çağdaş mimarlık arasında koşutluk olduğunu
saptayabildim. Bu nedenle yöresel esinden ötürü mü, yoksa çağdaş mimarlık
inancından ötürü mü böyle davranıyorum mu diye düşünmedim. Benim
derdim insancıl oylumlar yaratmak ve planlamacının işi “gelecek”. Geleceği
göz ardı etmemek, bugünün beğenisine takılıp kalmamak en önemlisi...
2-Sanıyorum birinci soruna yanıtım ikinci soruna da karşın söyleyebileceklerimi
içeriyor. Biçim hiç derdim olmadı. O, içten kendiliğinden geldi. Yapı ayrıntıları
ve gereçlerinde doğaya, çevreye, tutumluğa uygunluk gelgeç modalara takılmama,
en önemlisi idi. İkinci soruna doğrudan yanıt vermek gerekseydi mekan anlayışı
ve iç-dış uyuşumunda yalansızlık diyebilirim.
3-Daha önce de determinizm gereği mi böyle davranıyorsunuz diye sorulmuştu
bana. Ben bir bütünü yaşıyorum. Yaptığımda da, yazdığımda da bu bütünsellik
benim için bir tutku. Yaşama biçimim de buradan çıkıyor. Belki senin resim
yaparkenki yaklaşımın bende şiir yazarken duyumsanabilir. Ama o bile değil.
Senin resimlerini seviyorum. Oradaki yalınlığı, azla çoğa ulaşma isteğini.
Benim şiirimde mimarlıktaki davranışımla ilişki hemen başka yazarlarca
sezinlenebiliyor. Türkiye’de mimar olmak gerçekten en az bir yüz yaşı
gerektiriyor. Çünkü mimarlık gereği ilgi duyacağın alanlarda derinleşmek
için bütün olanaklar var. Yaş aldıkça çaresizliğim artıyor. Hep elli, yüz
genç mimarla bir arada çalışma grupları oluşturabilmeyi düşlüyorum
hala.
4-Bio climatic, senin dediğin gibi ya da yeşil mimarlıkta çaktırmadan araştırmalar
yapıyorum. Örneğin Mertim’de çift kabuk yaparak Mersin’in havasını
temizleme işini bir Alman danışmanla birlikte çözmeye çalıştım. Teorik
olarak çözdük uygulatamadık. Son bitirdiğim bir yapıda güneş
enerjisindan yararlanmayı becerebildim. Herhangi bir araç gereç kullanmadan.
Yanlızca plan çözümü ile ve İzmir’in cumbalarındaki ilkeden
yararlanarak. Öyle ki kışın soba yanan oylumlardan bile daha sıcak oylumlar
elde edebildim. Bunu henüz yayınlamadım. Bu alandaki amacım (heyecanlanmakla
kalmıyor) bir gün doğanın kan dolaşımı içinde yapıları gerçekleştirebilmek.
Sana da soruların için yürekten teşekkür ediyorum. Sevgiler, başarılar.
Sevgili Cengiz,
İlk yarım saat senden ses çıkmayınca: "Bu forum evsahipsiz mi
olacak?" diye kaygılandım.
Yanıtların doyurucu. Gerçekten ben senin mesleğini hiç bir "ara çıkar"a,
bir eser vermek uğruna bile olsa, peşkeş çekmediğini biliyorum. Acı
değilse bile çok sıkıntılar çektiğini da izledim. Yine de sonunda ortaya
çıkan yapılar toplum malı olduğu için "beğendiğimizi -
beğenmediğimizi" söylememiz eleştirel ortama katkıdan başka birşey
değil. Onun için burada Mertim ve Atatürk Bulvarı yapılarından söz ettim.
Biliyorsun düşünce dedikodularla değil üleşerek gelişiyor. Bence bir ömür
boyu yaptıkların, senden daha çok başarılar beklememizi zorunlu kılmakta.
Bu da, bence, hoş bir duygu.
Web ortamında kişiliğin gizlenmesi "oyunun bir kuralı" bu konuya
Sevgili Bülent Erkmen de karşı çıkmıştı. Bence önemli olan düşüncenin
yada katkının niteliği. Öyle değil mi? Belli ki bir kişi zaman ayırıp bu
ortama girmiş. Katkısı önemli. Gerçek kişiliğinin sunulması onun tercihi
olmalı.
"Aidiyet ve Modernizm" sorusunu ben anlamadım. Yaşlanıyorum galiba?
Aidiyet=Kimlik mi, oluyor? yanıtını merak ediyorum. "Yapış yapış
bacak koparan aidiyet mi? Modernlik mi? Onu da anlayamadım? Yine de düşünceyi
gıdıklayan bir yönü var, doğrusu!
Sevgiyle.
Sevgili Süha,
Katkıların için ben sana teşekkür ediyorum. Aidiyet duygusunu yitirmiş bir
kişinin evinde, sokakta, alanda, kentinde bir otelde yaşar gibi yaşadığını
sanıyorum. Aidiyet duygusunu yitirmiş kişilerden kendi çıkarları uğruna
yararlanmaya çalışanlar Türkiye’ye çok büyük zararlar verdiler. O
nedenle kent konusunda bir araya gelip sıkı sıkı tartışmamız gerekiyor.
Bunu başarırırız ki umud ediyorum. Sevgi ile...
günümüz genç mimarları
Cengiz Bey,
Konu başlığından da anlaşılacağı şekilde ben kendi kuşağımızdan
bahsedeceğim.Öncelikle bu oturumun amacının bizim sorunlarımızın paylaşımı,
sonrada bu sorunları anlattıktan ve çözüme ulaştırdıktan sonra amacımızı
gerçekleştirebilmek için sizden bilgi alma ve onları uygulayarak özümsemek
olduğuna inanıyorum.
Elbette sizin gibi büyüklerimizin bizimle buluşmaları bilgilerini görgülerini
paylaşmaları çok önemli.
Fakat ya bizim kuşağın sorunları:Siz bunları birleşip çözmeden,bizide
yanınıza katarak savaşmadan, biz nasıl başarıya ulaşacağız.(Hadi siz paçayı
sıyırdınız,peki ya biz.)
Lütfen sizden bu sıralayacağım problemler hakında çözüm önerilerinizi
alabilir miyim.
1- Benim mimarlığa girdiğim sene mimarlık okulu sayısı 17 idi.Şimdi 30 a
yakın. Sizce bu doğru bir sonuç mu doğuracak, ülkemizin mimara ihtiyacı
var mı. Bu mezun olacak mimarlar(vakıf üniv.telerine ufacık puanlarla
girenler bizden daha iyi miamrlar olarak mı çıkacaklar)
2-Depremden sonra mimarlığı öldürdüler,zaten bize hiç bir hak
vermiyorlardı, şimdi bütün hakları elimizden aldılar.Birçok mimar aç.
Bu konuda bir savaşımda bulundunuz mu yoksa siz nasıl olsa paçayı kurtardınız
mı.(özür diliyorum...)
3-Bazı bizden yaş olarak büyük mimarlar (yani cumhuriyetten sonra ünlü
mimarların yurtdışında bi şekilde mimarlık diploması almış oğulları...
En güzel örneğide Murat Tabanlıoğlu'dur.)
Bunun gibi mimarlar yarışma projelerini bir ticaret haline getirmişler ve sırf
yarışma projesi için bürolarında 50 mimar çalıştırabilmektedir.Tabi
bizim nesilin zor durumda olması bunların ekmeğine bal sürecektir...
Sizi bu konuda çok takdir ediyorum.Diyorsunuz ki yarışma projesine bir mimari
mesaj verilmek istendiğinde girilmelidir,ticarete dökülmemelidir.
Peki bizim yolumuzu bu yönden nasıl açabilir diniz, çözümünüz nedir.
Gördüğünüz gibi bütün yollar kapalı bu ülkede ne yapalım Cengiz bey söyleyin.
Allah aşkına bir umut verin......Kendi umutlarınızı değil.....
Mustafa KİLCİ
Süha Özkan’a teşekkür
ettiğim gibi size de teşekkür ediyorum Sayın Mustafa Kilci.
1-Ben daha 1973’te mimar gereksinimimizin doyuma ulaştığını yazmıştım.
Şu anda sizin de söylediğiniz gibi doyum fazlası mimarımız var. Ama olsun
denilebilinir. Ne yazık ki bunun zararlarını gene mimarlar çekiyor. Buluşmalar
için inanın ki elimden geleni yaptım. Kendi kuşağımın sorunlarından çok
gelecek kuşağın sorunları ile uğraştım diyebilirim. Örneğin altı yıl
“öz yönetim” denedim. Ama anamalcılıkla yönetilmek durumunda olan bir
toplumun içinde zorlandık. Denemenin sonuna geldik. Ama benimle birlikte
olanların hepsi, sevenler de sevmeyenler de, buna tanıklık edebilirler. Mimarın
parası çok, kültürü yok insanların uşağı olmaması için düzenler
tasarladım, uyguladım. Sonunda yalnızca yol gösterebildim. Bu savaşımdan
hiç de vazgeçmedim. Ama bu savaşıma katılma isteğini gösterebilenler ne
yazık ki bir elin parmakları kadar idi. Birinci sorunuza yanıtım sanıyorum
şu söylediklerimin içinde var. İyi mimarın yetişmesi okuduğu okulla
etkilenebilir. Ama tümüyle ona bağlı değildir. Benim inancım mimarın bugün
de usta çırak ilişkisi içinde yetişmesi gerekliliği. Bir de asıl
kendisinin yapacağı eğitim izlencesi. Özellikle yurdumuz böyle bir izlence
için büyük olanaklar sağlıyor. Örneğin Alman arkadaşlarım buradaki yapıları
görebilmek için iki üç yıl para biriktirmek zorundaydılar. Oysa ben çalışma
arkadaşlarıma bu türlü örneklerin tanınmasının ne denli kolay olabileceğini
göstermeye çalıştım. Mimar yüksek öğreniminden ancak bir anahtar
edinebilir. Sonra özverisini sürdürerek yaşama koşullarını alçak gönüllülükle
saptayarak ustalara gider. (Yurtiçinde ya da yurtdışında) Yapmayı orada öğrenmeye
başlar. Ana yanlışları başkalarının adı altında yapmak en akıllıcasıdır.
2-İkinci sorunuza pek bir şey söyleyemiyorum. Bütün depremlerden sonra
mimarlarımızın üzerine böyle durumlarda ne düştüğünü düşünmekle
kalmadım, yapılacak olumlu işlerde kendim ve işliğim ile hazır olduğumu
ilgililere bildirdim. Son depremden sonra da bir grup mimarla yapılacaklar üzerinde
sistemli olarak düşündüm. Bir rapor da ortaya çıktı bu çalışmalardan.
Ama bugün de yapılacakların yapıldıklarına inanmıyorum. Ben paçayı
kurtarmış değilim. İçinde yaşadığım toplum paçayı kurtarmadıkça da
kurtaramayacağım. Ancak depremden sonra kurulmak istenen kimi kazanç
kaynaklarına karşı (denetim büroları) hep birlikte savaş verilmelidir.
Benim yanımda tutunamamış kimi kişiler bugün benim projelerimi denetleme
durumundalar ve buna karşı söylediğim herşey sanki özel sorunlarımı dile
getiriyormuşum gibi algılanıyor. Oysa bu hepimizin sorunu.
3- Ben yarışmalara 1969’dan beri girmiyorum ve yalnızca beş beşbuçuk yıl
girdim yarışmalara. Bugünkü düzende yarışmaya girmekte çok anlam
bulmuyorum. Önce yarışmalar düzeninin değişmesi için savaşım verilmeli,
sonra da yarışmaya girmeli. Yarışma gerçekten mimarlığın heyecan verici
bir alanı ancak doğru kullanılmalı.
Ama sakın ola ki umutsuzluğa düşmek yok. Bu olabilecek en kötü durum olur.
Olbia Sosyal Merkezi
Projenizin idealinizdeki yada yıllar boyunca edindiğiniz deneyimler sonucunda
vardığınız mimari düşünceyi yansıttığına inanıyor musunuz?
Bu projenizin ötesinde daha neler yapmak istersiniz?
Günümüz koşullarında mimarın, özellikle de Türkiye'de pratik yapmaya çabalayan
mimarın konumu ve duruşu ne olmalıdır?
“Mimarlık insancıl oylumlar yaratmaktır bana göre” deyişime uygun olarak Olbia’da yarattığım oylumların varmak istediğim sonuca vardıklarına inanıyorum. Beni Olbia’nın ne biçimi, ne şusu ne busu ilgilendirmiyor. Aslında bu yolda bir ilk olduğunu söyleyebilirim. Plana baktığınız zaman bunu saptayabilirsiniz kanısındayım. Şiirimde söylediğim gibi “adımlarınızı planlıyorum” sözü gerçekleşti. Üniversite içinde yapılan bir araştırmaya göre öğrencilerin başarı yüzdelerinde %25’lik bir artış olmuş. Benim için en önemlisi bu. Kitapçıda alışveriş yaparken bir öğrenci yanıma gelip şunları söyledi. “Bilin istiyorum. Bu oylum beni yaşamımın sonuna dek etkileyecek” Bütün yapılarımın kullanıcılarından böyle bir şeyi duyabilmek istiyorum. Olbia’dan sonraki yapılarımda da. Ve lütfen inanın ki yanlızca bunun için çalışıyorum. Böyle söyleyince sanılıyor ki “tuzum kuru” ve bunu becerebiliyorum. Tuzum kuru değil ama ancak bu yolda çalışabildiğim, ilerleyebildiğim zaman mutlu oluyorum. Günümüz koşullarında mimarın, özellikle de Türkiye’de pratik yapmaya çalışan mimarın konumu ve duruşu bu olmalıdır diye düşünüyorum.
...sizce `modern`lik nedir?
geçmiş bölümlerin özeti için...
(bkz: Emre Arolat)
(bkz: Arkitera'nın G.A'ya hain saldırısı)
(bkz: Defne Koz'un cevabı)
(bkz: Doruk Pamir'in cevabı)
(bkz: Doğan Tekeli)
(bkz: Bülent Erkmen'in cevabı)
(bkz: Şevki Pekin'in cevabı)
Bence modernlik bir dünya görüşüdür. Aydınlanmacıların ardından gelmesi gereken, genellikle sosyalist mimarların bir felsefesi denilebilinir. Bizde çağdaşlıkla çağcıllık birbirine karıştırılıyor. Modernlik felsefi bir görüş ve içtenlikle paylaşımda eşitlik isteği olarak görülebilir. Ben mimarlıkta çağdaşlığın yeterli olabileceğine inanmıyorum. Aşmak gerekiyor. Bundan da önemlisi bireyi gözardı ederek toplumda paylaşımı, bundan da doğacak mutluluğu sağlayamadığımızı, bize bir anlamda kanıtladı şu son yüzyıl. Ondan ötürü herşeyden önemlisi gene ve bir daha söylüyorum, insancıllık.
Cengiz Bey Merhaba,
ben projelerinizdeki imzanız haline dönüşen daireleri merak ediyorum.
Acaba bu daireler sizin için projelere başlarken bir çıkş noktası mı?
yoksa herşeyi bir araya toparlayan bir son nokta mı?
İyi Diyaloglar dilerimle...
Projelerime başlarken çıkış noktam yanlız va yanlızca kullanıcının kendisi. Daireler dediğiniz eğrilerin sanki onun (ya da onların) adımlarını izlemekten çıkan çizgiler. Bir akışkanlığı, değişimi birlikte getiren bir arayış. Kısacası hiç bir zaman son nokta değil. Son noktaya hiç bir zaman ulaşılamaz sanıyorum.
Bu kez kısacık bir soru
soracağım!
Bir mimarın ofisinde birlikte çalıştığı "genç" mimarların,
ofisin (ve tabii işi alan, yürüten, yöneten mimarın) ürünlerini ortaya çıkarmadaki
belirleyiciliği nedir sizce? İhmal edilebilecek kadar küçük mü, yoksa büroları
(ve ürünlerini) orada çalışanlara bağlı dönemler halinde ele almayı (düşünmeyi)
kışkırtacak kadar belirgin mi?
["Çok iyiler" yetiştirmiş bir duayene sorulması boşuna değildir.]
Katılıma inanıyorum. Mimarların artistlik (sanatçı duyarlılığı) tutkuları kimi katılımları engelleyebiliyor. Oysa deneylerimle biliyorum ki, bazen küçücük bir çocuk bile tasarıma katkıda bulunabiliyor. Herkesin kendi aklını kullanabilecek denli yürekli olması önemli. Bu ortamı kurmaya çalıştım. Kimileri böyle bir ortamı kendini ortaya çıkarma yolunda kullanmaya çalıştılar. Onları önlemek istediğim zaman sanki demokrasi dışında davranıyormuşum gibi algılandığını da yaşadım. Mimarlık bir takım tarafından denetlenmeli. Yaratıcılığı önlemeden.
Merhaba,
quote:
Yukardaki alıntı Oktay Ekinci'nin Cumhuriyet Gazetesi'nde 11 Temmuz 2001'de
yayınlanan'Yalınayak
Mimarlar...' adlı yazısından.
Açık söyleyeyim; bir ''mimar'' olarak, Bektaş'ın Mersin 'deki o ''simge
olsun'' (!) diye yükselen gökdelen projesi dışındaki, diğer tüm mimarlık
ürünlerinde kentsel ve kültürel değerlere olan bağlılığını gösterdiğini
söyleyebilirim...
Bu yazı üzerine Arkitera Forum'da başlayan Mertim,
Cengiz Bektaş adlı tartışmada
quote:
mersin'deki gökdelen sahiden de Cengiz Bektaş'ın elinden çıkmış bir
binaya benzemiyor diğer işlerine bakılınca.
quote:
Mersin'e gidip görme şansınız oldu mu bilmiyorum ama zamanında Eiffel için
söylenenbir söz var. "Paris'in en güzel göündüğü yer Eiffel
kulesi. Çünkü onu görmüyorsunuz. " Bu bina da bence öyle. Yalnız yıllar
sonra Eiffel ile ilgili görüşler değişti. Bu bina için de değişecek mi
bakalım?
quote:
yukarıdaki görüşler ortaya atıldı.
Bana ilk anımsattığı bir mezar taşıydı.
Siz Mertim binanızı bugün nasıl buluyorsunuz?
Bu soruya Sayın Süha Özkan’a verdiğim yanıtta karşılık bulabileceğinizi sanıyorum.
Cengiz Bey,
Cengiz Bektaş Mimarlık İşliği genç mimarların yetiştiği "okul gibi
bir mimarlık ofisi" olarak biliniyor. Sizin yanınızda mimarlığa başlayıp
bugün iyi noktalara gelen mimarlar var mı? Genç mimarlarla nasıl bir çalışma
ortamını paylaşıyor sunuz?
Bana “eğitim ödülü” verilmesine karşın bu işi iyi becerebildiğimi sanmıyorum. Benim yanımda birlikte olmuş, gerçekten iyi mimarlar var. Türkiye’de de biliniyorlar. Kimler olduğunu söylememe gerek yok. Yayınlardan izlenebilir. Genç mimarlarla hep birlikte ve tek bir oylumun içindeyiz.
... aidiyet - modernlik ilişkisi çerçevesinde, Türkiye mimarlığı açısından "Aga Khan" mimarlık ödülünün "değerini" değerlendirir misiniz?
Aidiyet özellikle bir göz ülkesi olan Türkiye için çok önemli. Bu nedenle tasarımların sosyal içerikleri de en azından kendilerince ya da onlardan da çok önem kazanıyor. Daha önceki yıllarda Aga Han Mimarlık Ödülünü bu açıdan eleştirdiğimi bilen biliyor. Gerçekten de özellikle son dönemde ödüllendirilen tasarımların en az yarısı sosyal içerikli idi. Modernlik kavramını bir biçim, bir “üslup” olayı olarak görmediğim, sosyal içeriği ile değerlendirdiğim, size daha önce verdiğim yanıttan anlaşılabilir sanıyorum. Ağa Han Ödülleri değişen seçici kurullara göre değişiyor. Benim tasarımımı değerlendiren seçici kurulun başkanının Halep’teki törende beni izleyicilere “şimdi gerçek bir mimar geliyor” diye tanıtışını unutamam. Bu benim için en az ödül kadar değerli bir tanıtımdı. Modernlik kavramını toplumsal bağlamından ayrı düşünmeyen bir insan için bunun önemi var sanıyorum. Aidiyet duygusu üzerine daha önce uzun uzun yazdım.
Aga Khan Mimarlık Ödülü denince bu kurumu 20+ yıldır yöneten kişi
olarak devinmemem elde değil. Bu çabaya nerede ise 15 yıllık akademik ve yönetim
görevlerimle yarışan bir zaman verdim.
Önce anlamak gerkiyorki bu Ödüle yalnız ve alınganca Türkiye açısından
bakmak çok yanlış. Bütününü anlamak ve elieştirmek daha yararlı.
Bir kere bu Ödül'ün yapısı İngiliz Hukuku ile Roma Hukuku arasında olduğu
denli yapısak fark var. Biliyorsunuz Roma Hukuku "Kuralcı"dır. kısacası
yasa koyucu kuralları beirler ve "Suç ve Ceza" o kuralların
belirlediği ilkeler içinde oluşur. Oysa İngiliz Hukukunda kural yerine oluşum
vardı ve oluşum içinde bulunduğu ortama göre değerlendirilir. Kısacası
"örnekler" yasal tabanı oluşturur kurallar değil. Ödül'ün çalışma
tarzı, yapısal olarak, daha dinamik olan ve toplumsal devinimi ve değişimi içeren
İngiliz yasal düzenlemsine benzemektedir. Dolayısı ile her jüri kendilerine
sunulan projelerden o dönem için bir çıkarsama yapmaktatdır.
Sürekli korunan amaç ise çözümün öncelikle mimarlık mesleğinden
bekleniyor olmasıdır. Onun için adı: Mimarlık Ödülü.
Sonunda ödüllerin bugün 80 i aşkın projenin oluşturduğu
"mozaik"in algılanması olarak değerlendirilmesi gerekir. Yoksa parçalara
bölünerek sunulması ve eleştirirleri bu örnaklerle değerlendirmek yanıltıcı
olur.
Biz eksiklerimizi iyi biliyoruz. Örneğin hala yeterli miktarda ve nitelikte
sanayi yapıları, çalışma alanları, çağdaş ve çıok sayıda konu
projelerini bu mozaik içine erkili bir biçimde yerleştiremedik. Bu konularda
nitelik ve nicelik sorunumuz var. Bu yönde katkılar bekliyoruz. Yoksa
restorasyon, kent doku korumaları, geleneksel teknoloji, tekil konutlar, turizm
yapıları, herbiri çok önemli ve değerli olsa da kanıksadığımız katkılar.
Ödülü salt bu ortamın malı olarak görmek istemiyoruz
Değerli Hocam; Şu sıralar Denizli için çalıştığınızı biliyorum. Sizden çok şey bekliyoruz..
Denizli için duyguların beni kıvandırdı. Ancak şunu söyleyebiliyorum. “Güzel günler göreceğiz çocuklar”
TEŞEKKÜR
Merhaba Arkadaşlar ve Cengiz
Bey;
Benim mesajım bir soru değil. O nedenle belki de arkitera ilgilileri mesajımı
buraya uygun görmeyerek, koyup koymama hakkına sahipler. Ancak Cengiz Bey'in
bu 2002 diyaloğundaki son isim olduğunu henüz okudum. O halde yazmadan
duramadım:
-Bu elektronik ortamda bugüne dek gerçekleştirilen her bir diyalog için
herkese teşekkür etmek istedim….gerçekten….Bu oluşumun çok daha güzel
bir çizgiye doğru yol alacağına çok eminim……herkese ve son katılımcı
olan Cengiz Bey'e de teşekkürler……
(Cengiz Bey'e bir teşekkürüm ise bir mimarın sahip olması gereken çok yönlülüğe
dair toplumda bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum. Kendisi gibi daha çok
örneğe ihtiyacımız var. Mimarlar sadece bina yaparak değil, yaratıcılığın
başka yönlerinde de kendi varlıklarını ortaya koyarak topluma ulaşırlar,
ulaşmalılar….//Mesela ben gitar çalıyorummmm))
// Cengiz Bey'e bu anlamda bir teşekkür !:….)
Bundan sonraki diyaloglar için daha çok katılımcı olması için çevremdeki
kişileri bu ortama yönlendirmeye çalışacağım. Neden mi?…..
"Mimarlar //YÜREKLERİYLE// çizerler,
ama konuşa konuşa anlaşırlar"…..
Herkese kolay gelsin;
Meral
Yürekten teşekkürler.
Sayin Bektas,
Kentliolmak yada olmamak adli kitabinizda Köy Enstitüleriyle ilgili bir
makaleniz dikkatimi cekti.Kalan Enstitü binalarinin korunmasi icin düşünülen
projeler hakkinda bilgiye sahipmisiniz?
Saygilar
Dr.Bulent Tandogan
Sayın Dr. Bülent Tandoğan,
Bildiğinizden hiç kuşku duymuyorum. Köy Enstitüleri cumhuriyetimizin
“modernleşme” yolunda en önemli adımlarından biriydi. Pek çok ülkeye
de örneklik etti. Çıkarları zedelenen, zedelenecek olanlarca kara çalınarak
cumhuriyetimizin kösteklenmesi pahasına (bunun böyle olduğu bugün apaçık
görülüyor) ortadan kaldırıldılar. Köy Enstitüleri ülkemizin yetiştirdiği
çok önemli mimarlarca tasarlanıp köy çocuklarının çamurlara bata çıka,
teneke ile su taşıyarak “amelelilik” ederek tırnaklarıyla gerçekleştirilmiş
yapılardan oluştular. Eğer ilgilenir ayrıntılarına inerseniz bir kahramanlık
öyküsü ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz. Mimarlar Odası’nın
çabalarıyla bu yapılar bildiğimde anıt olarak ya da kültürel varlık
olarak tanımlandılar, “tescil edildiler”. Böylece bir yağma düzenine
karşı korumada ilk adım atılmış oldu. Ama bunun yetmeyeceğini hepimiz
biliyoruz. Bugün kimilerince buraların yeniden ışık saçar duruma
getirilmesi için uğraşılıyor. Bildiğim bir örnek Kepirtepe. Burayı bir
sosyal kültürel özek olarak değerlendirmek için bir vakıf kuruldu. (O vakıfın
onur üyesi olmaktan gerçekten onur duyuyorum.) Amacın gerçekleşmesi için
bir küme insan içtenlikle çalışıyor. Başaracağımız umudundayım. Tabii
Köy Enstititülerinin kurulduğu yıllar nüfusumuzun %80’nin köyde yaşadığını,
oysa bugün %80’nimizin kentlerde yaşadığını unutmadan yapılıyor bu çalışmalar.
Sorunuz için teşekkür ediyorum.
Merhaba Sevgili Cengiz Bektaş,
Arkitera'nın sunduğu bu olanakla, ilgilenenlerin sizi internet ortamında da
tanıması ve söyleşmesi güzel bir şey.
Özgeçmişinize ve eserlerinize baktığımızda yaşamınızda Denizli'nin ayrı
bir yeri olduğu hemen anlaşılıyor. Her insanın kendi memleketi ile bu kadar
ilgili olabilmesi imrenilmesi gereken bir olgu.
Denizli'de adı geçen tasarımlarınızdan Müftü Ahmet Hulusi Efendi Külliyesi
dikkatimi çekti. Sanırım bu uygulanmayan bir tasarım. Neden uygulanmadığı
ve bu tasarım talebinin kimden geldiğini ve yerini biraz açabilir misiniz? Bu
proje yeniden gündeme getirilemez mi?
Sevgi ve selamlarımla..
Sevgili Süleyman
Senin yüreğinin de Denizli için çarptığını biliyorum. İşte bu, bundan
önceki soru ya da yanıtlarda dile gelen aidiyet duygusu ile ilgili bir şey ve
öyle de değerlendirilmesi gereken bir duygu. Müftü Ahmet Hulusi Efendi Külliyesi,
müftünün Kurtuluş Savaşını başlatan ilk insanlardan biri olduğu
bilincinin tasarımıydı. Biliyorsun İzmir’e gider, oradaki Sakallı
Nurettin Paşa’yı “bunlar İzmir’i düşmana verecekler, cephe gerisine,
Denizli’ye gel, örgütlenelim” diyerek Denizli’ye çağırır. Benim Acıgöl
şiirim bu çağrı üzerine kuruludur: Denizli’ye gidiyorum, gel ardımdan....
Bu nedenle gerçek bir heyecanla çalıştım. Zannettim ki bir ışık kaynağı
yaratılacak. Sonradan ortaya çıktı ki davranış pek de o kadar saf değil.
Bunu daha sonra bir yayınımda anlatacağım. Ve belki de böyle bir tasarımı
hep birlikte gerçekleştirebiliriz. Kim bilir?
Sevgiler
Sevgili Cengiz Bektaş,
Boyut yayınları tarafından Arredemento Mimarlık dergisi'nin bir eki olarak
verilen "Cengiz Bektaş" kitabında Uğur Tanyeli'nin sizin hakkınızda
çok ilginç ve iddialı değerlendirmeleri, savları var.
Örneğin sizi Türk Aydınları içersine katarak "Vatanı Kurtarma
psikozu" na kapıldığınız iddiası..
Yalnız Atatürk.ü aydının halkla bütünleşerek , halkla yaşayarak yalnızlığını
giderme isteği..
Bektaş'ın "Bir cemaat odağı gibi işlev görüyor.." olması
iddiası..
"Yeni Atatürkçü aydın olarak Küçük gelenekle büyük geleneği uzlaştırma
çabası ve birincisini ikincisine aşılama gayretleri.."
"Türk Kültüründeki"Abnadoluluk " niteliğini ön plana çıkaran
tarih anlayışı.."
Bu savlara herhangi bir yerde ya da yayında yanıt verdiniz mi? Verdinizse
bunları okumak isterdim. "S. Eyuboğlu, H. Balıkçısı, A. Erhat ardılı
olarak.." değerlendirilme konusuna nasıl yanıt verdiniz bunu da okumak
isterdim..
Selamlarımla..
Kimileri kendilerine göre yakıştırmalarda bulunabiliyorlar. Aydınlanma ve çağdaşlaşma yolunda bir koşutluğa hiç bir karşı çıkışım olmadı. Ama kimi yazılarımda bu türlü kavramların ne denli yanıltıcı olduğunu, derinliklerinin olmadığını, yüzeyselliklerini vurguladım. “Cemaat odağı gibi işlev görüyor” savı gençlerin yetişmesinde yarattığım ortamla ilgili sanırım. Ona da aldırdığım yok. Çünkü o ortamdan yetişen ve herbiri kendisi olan ünlü genç mimarlar var bugün. Tarih anlayışında resmi tarihi aşıp sivil tarih çalışmalarını bilerek bilmeyerek ilk başlatanlardan biriyim. Ya da öyle görünüyorum. Bu da bana yetiyor. Atatürk’ün bir yanlız adam olduğuna son yıllarda daha çok inanıyorum. Ve onu yeterince tanıyabilmek için sanıyorum önümüzdeki yıllarda daha çok zaman vereceğim. Çünkü bir çok alanda gerçek bir ders niteliğinde. Eyüboğlu, Balıkçı, Erhat ardılı diye görmeleri de bir biçimci bakış açısından doğuyor. Bugün de Eyüboğlu’nun şu tümcesine inanıyorum Anadolu konusunda: “Bu kazanda eriyen de biziz, eriten de”
quote:
satırlarınızı okuyunca son yazımın başlığı aklıma geldi.
Orjinal mesajı gönderen: Cengiz Bektas
Sevgili Süleyman
"Senin yüreğinin de Denizli için çarptığını biliyorum... Bu
nedenle gerçek bir heyecanla çalıştım. Zannettim ki bir ışık kaynağı
yaratılacak..."
Yerel bir konu olmasına karşın evrenseli de kucaklıyor bence.
Forum katılanlarınca da paylaşmak için aşağıya ekliyorum.
Selamlarr..
"HOROZ GÜNLÜĞÜ Süleyman BOZ
IŞIK DOĞUDAN GELİR,
KURTULUŞ ANADOLU’DAN
Geçen haftayı 18. Amatör Tiyatrolar Şenliği kortejini izleyerek açtık. Geçen
yıla göre bu yıl korteje katılımın azlığı, tiyatro gruplarının iyice
seyrekliği dikkatten kaçmıyordu. Ama Gazi Bulvarı’nda farklı milletlerden
cıvıl cıvıl sanatçıları ve gençleri görmek güzel. Belediyeyi bu kültürel
etkinliği sürdürdüğü için kutlamalıyız.
Meserret sokağının yeni düzenlenmiş halinin açılışı da yapıldı. Başkan
Tıkıroğlu zamanında bu sokağın ilk düzenlenişini ve sponsor Lionesleri
anımsadım birden. Ama sokağın Bektaş imzası ile sosyal planlama da göz önüne
alınarak düzenlenmesi güzel. İlk baştaki “Taşralı” tepkilerin giderek
azaldığını da söylemeliyim burada. Melek Pazarı’nın da bu anlayışla düzenleneceğini,
içinde turistlerle haşır neşir olunacak, yaz aylarında, açıkta soğuk
bira içilebilecek mekanların da bulunacağını öğreniyoruz. Çağdaş yaşamı
savunmak için çağdaş mekanların ve yaşama biçimlerinin yaratılması
gerekiyor elbet. Karanlığa karşı savaş sadece lafla olmuyor!.. Bu projeyi
de desteklemek gerekiyor aydınlık Denizli için.
Son zamanlarda Kınıklı/Çamlık ‘tan başlayan eski Kızılcabölük- Tavas
yolunun genişletilerek açılması konuşuluyor. Bazı dostlar arayarak bu
konudaki görüşlerini söylediler. Daha çok çevreci, yeşilci dostlar.. Bu
yolun açılmasının bir “Doğa katliamına yol açacağı iddiasında
olan” dostlar. Biz de merak ettik. Tavas’a uğradık. Bu mevsimin is kokulu
koyun yoğurtlarından almadan geçmedik Tavas’tan. Hem de kalaylı bakraçta!
(Meraklısı varsa Bal Market’ten sipariş edebilir.) Kızılcabölük’e uğradık.
Oranın da ünlü kebabından yemeden geçemedik. Kahveleri içmek için başkan
Osman Erkli’ye uğramak istedik. Başkan festival organizasyonu işi için
Denizli’ye inmiş. Şu yolun aslını astarını bir de ondan dinleyelim dedik
ama başka sefere kaldı.. Oradan çıkarak söz konusu yola girdik arabamızla.
Aman Ya Rabbii!.. Şimdiye dek hep Denizli tarafından girerek 3. çeşmeye
kadar görmüştük o yolu. Meğerse gördüğümüz kısmı en çirkin olan kısmı
imiş.. Denizlinin yanı başında böyle bir vadinin olması? Harika bir şey.
Vadinin dibinde akan çay. Yamaçlardan bu çaya dökülen çavlanlar, küçük
pınarlar, asırlık dev çam ağaçları. Yemyeşil bir dünya!.. Sanki
Karadeniz’de Çamlıhemşin’deyiz.
Daracık taş döşeme bir yoldan ilerliyoruz. Aracımızın altı vurmasın
diye 10 km. bir hız anca var. Bazı milletvekilleri bu yolun genişletilmesi ve
asfaltlanması için ön-ayak oluyorlarmış. Rivayete göre bazı varsıllarımız
yamaçlardaki arazileri kapatmış bile! Buraları imara açtırıp amerikanvari
villalar yaptıracaklarmış! Onlar el attı ise bu iş olur diyorlar!.. Her
cumartesi pazar spor, yürüyüş için bu yola dökülen okurlarım şiddetle
bu yolun açılmasına karşı çıkıyorlar. Kamu oyu oluşturmaya çalışıyorlar.
Ama kolay mı? Bir zamanlar koministlik ne ise şu sıralar çevrecilik, yeşilcilik
de o! Baksanıza; Lerzan’ı bir ellerine geçirseler alimallah ümüğünü sıkacaklar!..
Ama bu çevreci yalınayaklar, nedense adlarını da vererek doğrudan
kendilerini koymak istemiyorlar meseleye!.. Eh, bu da güzel insanımızın gaydırı
gubbak bir davranışı değil mi? Yaa! Kimden korkuyorsunuz? Çıkın ortaya,
savunun yaşamı. Yaşadığınız ortamı.
Yolun sonunda Çamlık mesireliğine iniyoruz. Bir de ne görelim? Çamların
altında,Beyağaç belediye başkanı Duran Demir, askere uğurladığı oğlu
ve arkadaşları için mevlit (!) okutmuyor mu? Sarılıp selamlaşmadan sonra
Duran, gençlerin akşamki Onur Akın konserine serbest giriş garantisini alıyor
yanımızdaki arkadaştan ve ayrılıyoruz.
Aynı gün akşamı Denizli Lions Kulübü’nün toplantısına katılıyoruz.
Bu yol macerasını anlatıyorum. Lionların hepsi yolun açılmasını
istemiyorlar. Başkan Murat Atıcı, Dr. Galip Yıldız. Dr. Yusuf B. Karaosmanoğu,
Melih Sözmen vd.... Konu dönüp dolaşıp ülkenin siyasi ve ekonomik durumuna
geliyor. Lionlar Ankara’dan umutlarını hepten yitirmişler. Biz İstanbul’dan
da umudu kesmelerini ve ne varsa gene Anadolu’da olduğunu söylüyoruz. Nasıl
kurtuluş savaşında ve Selçuklu’nun yıkılıp yeniden Osmanlı olarak doğmasında,
Anadolu öncülük etti ise kurtuluşun yine Anadolu’dan başlayacağını söylüyoruz.
Birden gözlerinde bir umutun yalazlandığı farkediliyor...
“Işık doğudan gelir, kurtuluş Anadolu’dan” diyerek toplantıya son
veriyoruz. Kalplerinin en karardığı anlarda bile okurlarımıza Anadolu’nun
öyküsünü, tarihini okumalarını tavsiye ederek bu yazımızı da burada
bitirelim. O İskender’i görmüş, Kahpe Bizans’ı görmüş, Selçuklu’yu,
Osmanlı’yı, Timur’u, Yunanı, Fransızı, İngilizi görmüş
Anadolu’yu. Ve sonunda hep ışığı yakalayan Anadolu’yu...
22.5.2002 Denizli"
Sayin Suleyman Boz,
Istanbul Zeynep Kamil hastanesi Tiyatro gurubu Ze-Ka Oyunculari olarak Festivale
katilmak istedik ama basvuru suresini kacirmisiz,zamaninda haberi olursa
Istanbuldan pek cok amator grup festivaline katilir senlendirirdik,artik darisi
seneye.
Sevgiler
Dr.Bulent Tandogan
[email protected]