merhaba,
*şu anda türkiye ve dünyada yaşanan ekonomik kriz, inşaat piyasasını
olumsuz etkiliyor. bu durumda sizce mimarlık mesleğinin düşünsel altyapısının
gelişimi de olumsuz etkileniyor mu? yoksa teoriyi bağımsız mı düşünmeliyiz?
ve/veya teori ile gerçeklik birbirini ne kadar etkiliyor?
*ülkemizde geleceğe yönelik büyük bir konut hamlesi veya genel olaral
yeniden yapılanma beklenebilir mi? bu durumda mimarın rolü ne olabilir? acaba
mimarın tasarımdaki/uygulamadaki etkinliği şu anda toplumun belleğinde ve
de yeni/mevcut mimarlarımızın belleğinde olması gereken noktada mıdır? yaşanan
süreçte hangi aşamadayız?
teşekkürler...
Merhaba,
Sorularınızın açtığı kulvar önemli olduğu kadar da geniş açılımlar
içeriyor.
- Öncelikle dünyanın bir ekonomik kriz içinde olup olmadığında anlaşmak
gerekiyor. Bizimki de dahil, kısmi krizlerle karşılaşsak da, şu anda dünya
genel bir ekonomik kriz içinde değil. Tam tersine, bildiğim kadarıyla
1980’lerin başında şekillenmeye başladığı şekliyle yeni sermaye
birikimi rejimi son hızıyla yayılmaya ve genişlemeye devam ediyor. Dolayısıyla
dünya şu anda daralmadan ziyade genişlemeyi sindirmenin sorunlarıyla meşgul...
Genişleme ve/veya daralmanın mimarlıkla ilişkisine gelince: Vülgerize
etmeden kısa yanıt vermek çok zor; ancak yine de akılda tutulması ve vazgeçilmemesi
gereken bir soru bu. Kriz dönemlerinin, yani dünyanın eskisi gibi kendini
yeniden-üretmekte zorlandığı dönemlerin, düşünce için, köklü değerlendirmeler
için verimli zamanlar olabildiğini biliyorum. Örneğin 20.yy’ın iki önemli
eşiği olan 1920’ler ve 1960’lar mimarlık dünyası açısından da en
verimli değerlendirme ve derinleşme dönemleriydi diye düşünüyorum. Tam
tersine, yeni ekonomik rejimlerin hızlarını en fazla aldıkları 1950’lerin
ve 90’ların da 20.yy.’ın en “düşünce fakiri”, yani en statükocu dönemleri
olduğunu düşünüyorum... 20.yy. tarihinin tuhaf dalgalanmaları gibi görünüyor
bunlar bana... Ana sayfama koyduğum
“Aldo Rossi’da Akıl ve Hafıza” makalemi okumanızı öneririm.
Rossi’deki belirgin kırılmanın bu konularla ilişkisini de tartışmıştım
o metinde...
- “Konut hamlesi” beklentisi için de benzeri şeyler geçerli. (Daha doğrusu
50 yıldır bu hamle var da, mimarların dünyasıyla çakışan bir beklenti için...)
Bunu Habitat II raporunda da yazmıştık: Konut üretimi ve edinimi alışkanlıklarının
değişmesi için en büyük şans, eski alışkanlıklarla üretilenlerin artık
kendi sınırlarına ulaşmış olmaları, “yeniden-üreme” krizleri...
Dolayısıyla biz öyle istedik diye değil de, eski modeller kendilerini
varetme konusunda tıkandıkları için bir “yeniden-yapılanma”gündeme
gelebilir.... Ancak “gelir” değil de “gelebilir!” diyorum. Çünkü
kendi kendine de gelmez; farklı iradeler gerekir bunun için; ki mimarlar işte
tam da bu noktada kritik rol oynayabilirler... Bunun için de isterseniz geçen
hafta sonuçlanan Arkitera’nın “konut platformuna” bir kez daha göz
gezdirin. Bu konular, biraz dağınık şekilde olsa da gündeme gelmişti...
Merhaba İhsan Bey,
Sizin mimarlık mesleği için önemli insanlar arasında olduğunuzu düşünüyorum
ve mimarlık hakkında bilgilerinize güvendiğim için size birkaç soru sorma
ihtiyacı duyuyorum.
1. sorum, Mimarlıkta High-Tech akımı nasıl ortaya çıkmıştır? ve ingiliz
mimarların bundaki rolü nedir?
2.sorum, High-Tech Ofis yapısını nasıl tanımlarsınız?
3.sorum, Bildiğimiz High-Tech yapılar bir tür fabrika mimarlığı gibidir ve
çevreyle olan uyumları ve ilişkilerini kurmak oldukça güçtür. Sizce,
high-tech binalar çevresi için ne gibi sorunlar oluşturmaktadır.
İlginize Teşekkür ederim!!!
Saygılarımla
“High-tech”
temasını modern dünyanın önemli “takıntılarından” biri olan
“ilerleme” ile ve onun fiziksel çevre üretimi tarihinde kayda değer
ifadelerinden olan “teknolojizm” ile ilişkilendirerek kavrayabiliyorum. Bu
“tarih takıntısının” ifadesi olan “tarihselciliğin”
(historisizm’in) öteki yüzü gibi gözüküyor bana. Dikkat ederseniz
“teknoloji”nin ve “tarih”in kendisinden değil de, bunlara yüklenen bir
angajman örüntüsünden sözediyorum. Zaten bunların “kendileri” de her
seferinde bizim beklentilerimiz üzerinden gündeme geleceğine, yani
pozitivistlerin umduğu gibi bir “şeffaflık” mümkün olamayacağına göre,
bu söylediğim “malumu ilan” gibi gözükebilir. Ancak modern mimarlık
tarihinde “tarih”in ve “teknoloji”nin, pek de taşıyamayacakları kadar
ağır yüklerle doldurulduklarını ve de bunun altından da kolay kolay
kalkamadıklarını düşünüyorum…
Eğer “İngiliz mimarlarla” kastettiğiniz Foster kuşağı ile sınırlı
değilse, İngiliz modernleşme tarihinin her iki eğilimin de tuzaklarına karşı
en mesafeli durmuş eğilimlerden biri olduğu kanısındayım. Modernleşmenin
çoğu olgusuyla daha en başından yüzleşmiş olmakla ilgisi olduğunu düşünüyorum
bu durumun. “Önceden görmüşlük” (“sonradan görme”nin aksine),
“olgunluk”, bazı kof “aşırılık” tuzaklarına karşı da korumuş
olmalı bu coğrafyayı. Tabii her şeyin bir bedeli var: Bu durum –aslında
her zaman böyle olmasa da- biraz enerjiden ve heyecandan yoksun bir resim
olarak gösteriyor onların üretimlerini…
3.
sorunuzu atlamışım:
Mesele tam da onların (şu veya bu) “gibi” olmalarında. Çok sofistike
olmayı becerenleri, bu yoğun emeği harcama kapasitesinde olanları tenzih
ederek, bu “gibi” olmanın her durumda problem olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin
son zamanlardaki mimarlık gündemine bu konu sadece “tarihselciliğin” üzerinden
taşınıyor. Oysa bu açıdan bakıldığında daha baştan masum olmak gibi
bir konum yok...
İhsan Bey Merhaba,
Projelerinizi inceledigim zaman arketiplerle cok ilgilendiginizi sanıyorum. Saçak,
cumba, pencere, söve gibi yapısal elemanlarda ve hatta arketip görüntü uğruna
fonksiyonelliğin ve verimliliğin zaman zaman feda edildiği plan şemalarında
her türlü fazlalıktan arınmış bu çizginizin, sağlam düşünsel
zeminleri henüz oluşmamış, her an tarihsel göndermelere başvurmaya hazır
Turkiye'deki mimarlık ortamında riskli bir tutum olarak görmüyor musunuz?
Mimarlık tavrınızın yeterince anlaşılmadığını hiç düşündünüz mü?
Ya da bu ortamda tavrınızı bir kez daha kısaca anlatmak ister misiniz?
Teşekkürler...
Merhaba,
arketiplerle ciddi biçimde ilgilendiğim doğru. Herşeyden önce “saçak”,
“cumba”, “söve” vs.’nin arketipal elemanlar değil, tipolojik
gramerin unsurları olduğunu hatırlatarak başlayayım. “Arketipal” olan,
bu türden somut bileşenlere ayrıştırılamayacak bir dünyanın, imgeler dünyasının
içine girmeyi gerektiriyor. Arketiplere yatırım yapmak, imgeler dünyasının
içinde işlem yapmayı seçmeyi, bunu göze almayı gerektiriyor.
Gelelim bunun nedenine; yani neden bu dünyanın içine girmeyi denediğime:
“Arketip” konusu çağdaş mimarlığın gündemine “tip”e ve
“prototip”e kısa devre yaptırmak üzere giriyor. Yani onların her
ikisinden de bir şey beklemenin imkansızlaştığı duruma bir “şok
etkisi” ile müdahale etme arayışında... “Tip”i dejenere eden, bir önceki
yanıtta anlatmaya çalıştığım “tarih”e taşıyamıyacağı biçimde yüklenmek,
yaslanmak olmuş; “prototipi” ise “sanayileşmeden” aşırı
beklentiler... Arketip ise her ikisinin de içini iyice boşaltarak, taze bir biçimde
yeniden gündeme gelebilmelerini ummanın ifadesi. Zihni (düşünceyi, akıl yürütmeyi)
ve duygularla sarmalanmış hafızayı askıya alarak, imgeye, iyice silikleşmiş
olan ilksel hatıralara yüklenmek var işin berisinde...
Burası kalıcı bir yer, güvenli bir yuva olabilir mi? Asla! Tekrar ötekilere
dönmek için beklenmedik bir şok etkisi yaratabilir olsa olsa. Bir statüko
olamayacak kadar belirsizdir ve kökü derinlerdedir. Farkedilir, şaşırılır
ve geçer. Dolayısıyla, “bilinç”, bilgi vs. Üzerinden işlemediği için
“anlaşılmak” gibi bir beklentisi de yoktur. Olsa olsa şaşırtabilir,
hayret uyandırabilir, unutulmuş olanı –bir an için de olsa- yüzeye çıkarabilir...
Dolayısıyla riski “tip”e veya “prototip”e angaje olmaktan daha fazla
değildir; olsa olsa biraz farklı türden bir risk arayışı olabilir... Bu
arada tasarım süreçlerimde harekete geçen yegane “motorun”da imgeler üzerinde
işlem yapma olmadığını, ancak bunun önemli damar olduğunu ifade ederek
bitireyim...
Merhaba,
Sizce mimarlık teorisi ya da mimarlık eleştirisi sadece Türkiye'de mi bu
kadar birbirinden kopuk yoksa tüm ülkelerde de olan bir şey mi bu? Sizin ve
arkadaşlarınızın yazdıkları konuştukları, pratik dünyada iş yapan
mimarları, karar vericileri etkiliyor mu? Ben etkilemediğini düşünüyorum
çünkü etkileseydi bu kadar içler acısı bir çevrede yaşamazdık herhalde.
Pratik ve somut sonuçlar almak üzere eleştirmenler olarak neler yapabileceğinizi
düşünüyorsunuz? Örneğin Nişantaşındaki yaya sergisi tasarım kaygıları
ile hareket eden kişilerin kaygılarını halkla buluşturma adına önemli bir
başlanfgıç diye düşünüyorum. Bunun gibi mimar olmayan ama yaşadığı çevreye
duyarlı kişilerin artması için ne gibi somut adımlar atılabilir sizce?
İşe iki tarafından birden,
yani karşılıklı olarak bakabilmek lazım. Şöyle ki: “Biz bir şeyler
konuşuyoruz da, bunu karşı tarafa nasıl anlatacağız?” diye bir problem
tanımı bende hep bir çaresizlik duygusu uyandırmıştır.
(Bu arada, “çaresizliğin” her zaman negatif bir durum olduğunu da düşünmüyorum.
Tam tersine, hayatında hiç çaresiz kalmamak olsa olsa bir bönlüğün, zaman
zaman düşülen çaresizliği anlamamanın ifadesi olabilir ancak. Yeter ki “çaresizlik”
duygusu bir süreklilik kazanmasın, alışkanlığa dönüşmesin,
“marazilik” biçimini almasın.)
Anlamlı bir biçimde dolaşıma girmeyen her “konuşma”, her “söz”,
her “düşünce” üzerinde yeniden düşünülmesi, yeniden ifade edilmesi
gereken bir duruma işaret ediyordur. Düşünceler, ifadeler, sözler donmuş
şeyler değilse, -negatif de olsa- her karşılaşmadan yeniden beslenme ve
kendini yeniden kurma şansına sahiptir... Yalnız burada ince bir çizgi var:
Her sözün, her düşüncenin, her durumda ve yerde anlaşılmasını da
beklememek lazım. Çeşitli “anlaşılabilirlik” eşikleri olması doğal
olduğuna göre, bu eşiğin sınırları içinde tutmak gerekir beklentileri
de... Mesela ben bu bağlamda, öğrencilerim de dahil, kendi çevremle kurduğum
iletişimin bugüne kadar “anlaşılabilirlik” sınırları içinde seyrettiğini
düşündüm. Genellikle karşılıklı olarak “etkilenerek” ayrıldık konuşma
ve düşünme ortamlarından. Önemli olan “indirgenmeden” ve
“indirgemeden konuşmayı, anlamayı, yenilenmeyi sürdürebilmek....
Bunun çeşitli biçimler altında dünyanın her yerinde böyle olduğunu düşünüyorum...
Atılacak ”somut adım düşünmeyi, anlamayı ve yenilenmeyi sürdürmek, her
seferinde yeniden sürdürmek olsa gerek...
Merhaba,
Mimaride bağlam sadece mimarinin gerçekleştirildiği dönem ve çevre için
mi geçerlidir? Geçmiş veya gelecekle ilişkilendirilmeli midir? Gelecek için
geçerli olabilmesi mümkün müdür?
teşekkürler
Crystal'e gecikmiş cevap...
Öncelikle diyalog anında
sorunuzu atladığım için kusura bakmayın. 2 saat içinde o kadar soruyla
birden karşılaşmanın telaşıyla görmemişim...
Bu sorunun açılımları benim için çok önemli. Öncelikle "bağlam"
denince aklıma ilk gelen çağrışımın "tarihi çevreler" ve
"uyum" olmadığını söylemeliyim. Kuşkusuz böyle bir tema da günümüzde
varlığını ve önemini sürdürmekle birlikte; günümüzün esas açılımının
yapıları ve kuruluşları gereği "disonans" içinde olan metropol
peysajları olduğunu düşünüyorum. Bu durumda sürekli "organik"
çevrelerden bahsedilerek (örtük biçimde de olsa) "uyum" temasının
gündemde tutulmasını, sadece "lüzumsuz bir gündem işgali" olarak
değil, aynı zamanda da konuyu "düşünülemeyeceği yere sürükleme"
olarak değerlendiriyorum.
Kısacası: Devamlı "uyum"dan bahsederseniz, doğası
"kakafoni" olan yerler karşısında çaresizliğe, demek ki "düşüncesizliğe"
sürüklenirsiniz. Düşüncesizlik hemen kendi dolaysız refleksini verir;
"ben bağlama inanmam!" benzeri sözler de ortamı sarmaya başlar. Ve
her ikisi karşılıklı olarak tekrarlanır durur...
Oysa benim anladığım anlamda "bağlam", her seferinde bir
"durum" ("situtaion") tasvridir ("betimlemesi",
"description"u da diyebilirdik). Öyleyse her seferinde tasviri yapılan
"durum" kadar, yapan özneye de bağımlıdır. Benim anladığım
anlamda "iyi tasvir" öznenin öznelliğini mümkün olduğunca
erteleyerek, askıya alarak, "nesnenin", "durumun" üzerinden
geçirmesi; öznelliğini daha güçlü bir biçimde "tahkim
etmesi"dir. Zaten bütün mesele de bu iki öznellik durumu arasındaki
farktan geçiyor (kısa devre yapmış "dolaysız" öznellik ile
"dolayımlanmış" öznellik).
Ana sayfada bulunan "Emre Arolat" yazımı bu tema üzerine inşa etmiştim.
Arolat'ın Ankara Belediyesi yarışma projesinin, neden bulunduğu yerin ilham
verici bir yorumu olduğunu anlatmayı denemiştim. Dizonans içindeki bir çevreyle,
bir diğer çarpıcı başaçıkma örneği olarak da Han Tümertekin'in ATK
lojmanlarını konu etmiştim (o da ana sayfada var): Manalandırılması
olanaksız bir sanayi peyzajı içinde kendi içine "mimari" bir biçimde
kapanarak, yoğunlaşarak, çevrenin yeniden "görülmesi" için bir
medium (aracı) rolü üstleniyordu benim yorumuma göre...
Dolayısıyla "hermeneutik" bir yere çekilmiş, bu perspektif içinden
kavranmış bir "bağlam" problemi, geçmişe ve geleceğe olduğu
kadar, genel bir dünya hali yorumuna doğru da açılıyor benim için...
Teori vs. Praksis
1. Eğitimci kişiliğiniz
ile tasarımcı kimliğiniz arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bir eğitimci olarak, teoriyi pratiğe nasıl geçiriyorsunuz? Geçirirken ne
gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz? Okulda anlatılan herşeyi mesleki pratiğe
yansıtmak mümkün mü?
2. Mimarlık tarihinde, mimar ve yapı fetişine nasıl bakıyorsunuz?
3. Türk mimarlık piyasasındaki standart eksikliği konusundaki görüşleriniz
nelerdir?
4. Türk mimarlık piyasasında, genç mimar/tasarımcıların önü nasıl açılabilir?
5. Modern mimarlık, tarihsel mimarlık birikimini ne şekilde yorumlar?
Modernite birikiminizi göz önünde bulundurarak soruyorum; siz uygulamalarınıza
bu açıdan nasıl yaklaşıyorsunuz?
6. Toplu konut ve şehir konusundaki dağarcığınızın ve çalışmalarınızın,
pratikte etkin bir şekilde kullanılmamasının sebeplerini neler olarak görüyorsunuz?
7. Önümüzdeki 50 yıl için global anlamda, mimari öngörüleriniz nelerdir?
8. Yurt dışında (Amerika, Avrupa ve Japonya ağırlıklı olmak üzere), yapı
yapma edimi, bütün yapısal gereklilikleri yerine getirdiği için, mimarlık
ve diğer disiplinler (sosyoloji, felsefe vb) birlikte yeni sorular yaratıp,
çözüm aramaktadır. Türkiye'deki mimarlık edimi söz konusu yapısal
gerekliliklerin nerdeyse yanına bile yaklaşamazken, yapılan multi-disipliner
tartışmaların (ki yer yer ne kadar sığ kalabildiklerini biliyoruz)
gereklilik değeri konusunda ne düşünüyorsunuz?
(Süreniz 15 dk.dır. İstediğiniz sorudan başlayabilirsiniz.
) Teşekkür ederiz, iyi diyaloglar...
Bu
kadar çok soru sorup 15 dk. verdiğinize göre, kısa yanıtlarla yetinmeyi
tercih ediyorsunuz. Deneyelim:
1. Genellikle birbirlerine karşıt olarak konumlanan bu çiftlerin birbirlerini
besleyebileceği bir dünya kurmaya çalışıyorum. Yanlış anlaşılmasın:
bunların her birinin modern dünya pratikleri içinde karşıtlık içinde
konumlandıklarını kabul etmek gerekiyor öncelikle. Dolayısıyla sorunsuz
bir bağdaştırma çabası değil bu: Bu tür karşıt pratiklerin birbirlerine
sınırlarını göstermek, birbirlerini çaresiz bırakmak gibi bir işleyişleri
olduğunu da unutmamak lazım. Tam da bu “şiddet”ten, birbirlerinin altını
oyan sarmalların içinde diri durmaya çalışmaktan beslenmeye çalışıyorum...
Bu arada gündelik hayatımın bu kavramlar ve kategoriler üzerine kurulmuş
olduğunu düşünmeyin sakın. Daha ziyade hayatın zembereğini en başından
böyle kurmuş olmakla ilgili bir durum bu. O kadar geride kaldı ki nasıl başladığını
bile unuttum artık...
Dolayısıyla “pratiğe geçirmek”, “pratiğe yansıtmak” bana yabancı
adlandırmalar. “Esinlenme”, “besleme”, “altını oyma”, “çelme”,
“yeniden gündeme getirme” gibi adlandırmalar bana daha yakın geliyor...
2. Başka alandaki bir çok fetişleştirmeden daha ilginç gelmiyor bana. Modern dünyanın bir durumu....
3. Standart yoksunluğunu fiziksel çevre üretimine yeteri kadar ağırlık koyamamış olmakla ilişkilendiriyorum...
4. Piyasa bir yandan da o kadar boş ki, gençlerin önlerini açmak gibi özel bir durum olduğunu düşünmüyorum. Böyle bir sorun konvansiyonların, statükoların, pozisyonların daha yerleşik olduğu durumların sorunu olabilirdi. Dolayısı ile sorunu “mevcut bir kapasitenin paylaşımı gençlerin lehine nasıl değiştirilebilir?” diye değil de, “kapasite nasıl genişletilebilir?” diye tanımlayabilirim olsa olsa...
5. Aklıma “burgu” metaforu geliyor. Döne döne, çevresini taraya taraya dibe doğru inmeye çalışmak. Ve de kolay kolay emin olamamak: Tam dibe inildiğinin zannedildiği noktada ta en başına dönmüş olmayı da göze almak. Ancak tam da bu noktada gelinen yerin tam da aynı yer olmadığını kavrayabilmek... “Burgu”dan “sarmal”a geçtik galiba kastetmeden, kendimizi orada buluverdik... Aşağı yukarı bunun gibi bir şey...
6. Bunu konut platformunda uzun uzun konuştuk. Premodern, esas olarak kökene dayalı ilişki örüntülerinin inşaat piyasasına egemen olması. Bu yapılanma biçiminin benim gibileri sindirmesi ve kullanışlı hale getirmesi çok zor...
7. 50 yıl gelecek için çok uzak. Böylesi uzun vadeli gelecek perspektifleri üzerine sıkılmadan okuyabildiğim tek yazar I.Wallerstein, ve o ekolden Arrighi. Mimarlar ve şehirler üzerine ciddiye alınacak bir yazın yok...
8. Bu türden söylemlerin, ilişkilendirmelerin Türkiye’de de son 10-15 yıl içinde ciddi bir hacim kazandığını görüyorum. Bir “heves” olduğunu gözlüyorum. Bütün hevesler gibi bazen yarım kalıyor, topallıyor, manasızlaşıyor; ama seyrek de olsa anlamlı kanallar da açılmıyor değil. Almanya’daki akademisyen ve mimar arkadaşlarımın da sık sık şikayet ettiği konular bunlar. Çoğu yerde, kendi koşulları içinde benzeri sorunlar yaşanabiliyor. Almanya örneği için fark, kanallar akacak yol bulduklarında, daha iyi tahkim edilmiş zeminlerde seyretmeleri...
Gördüğünüz
gibi kısa tutma çabası pek bana göre olamıyor,
Sevgiler...
Mimarlığı okuma eleştirisi
Modernleşme sürecinin
olumlu/olumsuz tüm etkilerini yaşayan bir ülkede, “Gecikmiş” olmanın en
azından olumlu bir avantajının olabileceğini düşünüyorum: olgu/olay/süreçlerin
farkına varabilme imkanı. Ancak bu imkan ve bilinçlenmenin, farklı
pratiklerle işleyen bir ülkeye nasıl tercüme edileceği, daha doğrusu Türkiye’nin
modernleşme macerasını anlamaya yetip yetmeyeceği sorunlu bir alan gibi gözüküyor.
Bu alanın pratikten çok teorik alanda daha problemli olduğunu düşünüyorum.
Hatırladığım kadarıyla Nevzat Sayın ile Arredamento Mimarlık dergisinde
yapmış olduğunuz bir söyleşinizde, onun mimarlık sürecini -postmodernist
söylemlerin tekrar ede ede aşındırdıkları- “söylem” ve “anlam”
gibi alanların dışında bir dille betimleme çabası içine girmiştiniz.
Belki Frampton’ın “tectonic” kavramı yoluyla mimarlığı,
mimarinin/konstrüksiyonun diliyle tekrar kavrama çabasına benzer bir yol
izlediğinizi düşünmüştüm; tıpkı bir başka yazınızda belirttiğiniz,
Martin Steinmann’ın Zumthor ve diğerleri için kullandığı
“semantiksizleşme” kavramı yoluyla mimarlığı anlamaya ve dillendirmeye
çalışması gibi...
Modernleşme gibi postmodernleşmenin de içeriksizce, analojiler, metafor ve
imgeler antolojisi gibi algılanıp uygulandığı bir ortamda, üretim süreçlerinde
benzer kaygıları içermeyen projeleri, ifade/biçim/morfolojiler üzerinden
okumanın -en azından “Genç Beşli” dışında- kısır kalacağını ve
genele çok da yaygınlaştırılamayacağını düşünüyorum. Örneğin, 1980
sonrasının farklı kaygılar ve motivasyonlarla yol almış mimarlarını
benzer bir okumayla anlamamız mümkün olabilir mi?
Sevgili
Deniz,
işaret ettiğin kavramlar ve isimler gerçekten de benim epeydir sürdüğüm
izlerle örtüşüyor. Steinmann’ın değindiği İsviçreliler’in altı
iyice boşalmış “anlam” örüntüleri ile radikal bir biçimde hesaplaşmaları,
dünyada bir çok kişinin ilgisini çektiği gibi beni de epeyce ilgilendirdi;
ilgilendirmeye de devam ediyor. Tıpkı demin değindiğim “arketip”
meselesi ile ilgilendiğim gibi. Frampton’un da “Modern Mimarlık” kitabını
yararlı ve duruma hakim, ama epeyce “ruhsuz” bulduktan sonra,
“tektonik” ile ilgili kitabına büyük bir merak ve ilgiyle sarılışım
gibi. “Şıklık” hedeflemeyen ve yeterince hakkı verilmiş bir gündem
kaydırma hareketinin her zaman ufuk açıcı olduğunu düşünüyorum. En azından
benim için...
Anlamanın, düşünmenin, ufuk açıcı tepkiler vermenin kimsenin ayrıcalığı
olmadığını düşünürüm hep. Geçen yıl Uludağ Üniversitesi diploma jürisinde
gördüğüm 2 proje son yıllarda gördüğüm en ilgi çekici projelerdendi örneğin.
Kendi aurasını (halesini) yaratmış her çalışma anlaşılmaya,
ilgilenilmeye değer kuşkusuz.
Sevgiler...
proje öyküsü
İhsan Bey Merhaba,
Sizi yazılarınızdan tanıyorum, açıkçası projelerinizi ilk defa
Arkitera’da yayınlandığında gördüm, hepsinde yalın bir dil var,
iddiadan uzak, ayakları yere basan projeler, birikimin ve mütevaziliğin ürünü
oldukları belli.
Projeleriniz arasında iki müze var. Bu müze projelerinin öyküsünü sizden
dinlemek hepimizin hoşuna gidecektir. Bizimle paylaşırsanız memnun oluruz.
Özellikle eğitim dönmeindeki genç mimar adayları sıklıkla müze ya da
benzeri kültür yapıları projeleri yapıyorlar, bu öykünün onlara da katkısı
olacaktır diye düşünüyorum.
İyi diyaloglar dileklerimle...
Merhaba,
iltifatlarınıza teşekkür ederim. Gerçekten öyleysem ne mutlu...
İlk müze Osmanlı Bankası arşivinin, bir bankacılık tarihi, sosyal tarih,
ve kısmi taraflarıyla özel hayatlar kesiti olarak sergileneceği bir proje. Bülent
Erkmen ve Edhem Eldem ile birlikte çalışıyoruz. Bankalar Caddesi’ndeki görkemli
binanın bodrum katında, servis mekanlarının yüklenmesiyle iyice izbeleşmiş
700 m2 civarında alan kaplayan “kasa dairesi”nin yeniden düzenlenmesinden
oluşuyor. Mekanın yüklenmekten ve kenarda kalmaktan iyice silikleşmiş değerlerini
görünür kılıp, belgelerle mekanı başbaşa bırakmayı hedefleyen bir
konsepti var. En anıtsal “belge” de kendi içinde 3 kattan oluşan ve 4 ayrı
kapıyla girilen, tamamen saçtan imal edilmiş kasa mekanları. “Anlatı-nesne”,
“sükunet-hareket”, “aydınlık-loşluk”, “odak-çevre” karşıtlıkları
üzerine kurularak ortaya çıkarılmaya çalışılıyor mekanın gizlenmiş, gölgede
kalmış iddiası...
İkincisini de Orhan Pamuk ile yapıyoruz. İnşaatı sürerken içeriği de
gelişen, nesneyle kurgunun içiçe geçmiş gerilimli ilişkisi üzerine
kurulmuş bir proje Pamuk’un projesi. Ben de “mekanlaştırılması” ile
meşgulüm. Henüz bir “proje” olarak da tamamlanmadığı ve kurgulanmaya
devam ettiği, ve de daha fazlasını sergilemem süreci zedeleyeceği için,
bunun üzerine konuşmayı bir başka sefere bırakalım...
Sevgiler...
merhabalar,
forum için hazırlanan dosyaya baktığımızda burada mimarlık displininin
her alanından ürünler olduğunu görüyoruz: dersler, yazılar, projeler.
dosya daha dikkatli incelendiğinde de bütün bu farklı alanlardaki ürünlerin
arkasında bir 'pozisyon' olduğu okunabiliyor. bu ürünleri farklı ortamlarda
tek başlarına gördüğümüzde hissettiğimiz bu pozisyon, böyle bir durumda
-hepsi üst üste görüldüğünde, incelendiğinde- çok daha güçlü ve adı
konulur bir şekilde konumlandırılabiliyor. bunun altını çizmek benim için
önemli, zira mimarlık eğitiminin ve konvansiyonlarının bu kadar problemli
olduğu bir bağlamda böyle bir ortak zemin inşaası hep bir istisna olarak
kalmak durumundadır. ilk sorum, bu zeminin senin adlandırabileceğin temel
referansları kimlerdir/nelerdir? senin adlandırabileceğin diyorum, çünki şüphesiz
titiz bir 'arkeolojik kazı' senin farkında olmadığın birçok silik/örtük
ize ulaşacak, birçok hayaleti hortlatacaktır; benim merak ettiğim senin farkında
olduğun referenslar...
yukarıda sözü edilen okunur pozisyon aslında bir tutarlılığı ima
etmektedir ki bu da her zaman bir erdem olarak ortaya çıkmaz, hatta çoğu
zaman bir zaafı gösterdiğini söyleyebilirim. Tutarlılık çoğu zaman bir
'kabız'lık, enerjisizlik, risk al(a)mama, kendini tekrarlamak olarak
tariflenebilecek zaafları örtmek için sığınılan bir limandır. Tutarlılığı
böyle tanımladığımızda hemen bir başıboş göreceliliği veya keyfiyeti
savunduğumuz düşünülmemeli. tam da bu nokta beni bu forumda yorum yapmaya
motive etti: bu dosyada görüyoruz ki bir pozisyon bu iki ekstrimden birinde
konumlanmak durumunda değil. bu dosyada bize bir erdem olarak görünen şey,
bana öyle geliyor ki, bu ortak zeminin her farklı durumda sınanması: her
farklı bağlam bu ortak zemin diyebileceğimiz şeyin tekrar tarif edilmesine
neden oluyor. hep şüpheyle ve merakla sağlamlaştırılan, zenginleştirilen
bir zemin. Dolayısıyla bu ortak zemin kendini her durumda empoze eden, hep açıklayan,
hiç merak etmeyen, donmuş, kemikleşmiş bir form değil; her durumu içinden
anlamaya çaba sarf eden bir strateji gibi birşey olduğunu söyleyebiliriz.
Daha fazla uzatmamak için sadede geliyorum, bu stratejinin bir 'tarihsellik
bilinci'yle mümkün olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla bu pozisyonun bir
ortak zeminle, tarihsellik bilinci arasında salındığını düşünüyorum.
buna katılıyor musun? (bu kadar ekonomik ifade edilmeye çalışıldığında
çok anlaşılır bir durum olmadı korkarım, öyle olduysa bu soruyu unutalım)
Sevgili Tansel,
gerçekten ifade ettiğin gibi olabilmeyi ve de öyle kalabilmeyi isterdim,
yorulduğumda da bunu farketmeyi...
Deniz (Güner) gayet isabetli bir biçimde bazı isimlere değinmiş. “Hayalet
hortlatacak” bir kazı değillerse de, benim farkında olduklarımın bir kısmına
değiniyor. Bu saatte yorucu bir liste yapmak yerine, birkaç çarpıcı
“vaka”ya değineyim. Mesela A.Rossi’nin “Bilimsel Otobiyografi” kitabını
çok sevmiştim. Hiç sistematik değildi. Uçuşan imgeler ancak bir bütün
olarak anlamlandırılabiliyorlardı; her seferinde farklı olmaya zorlanan bir
bütünlük idi bu. Hem uçuşuyor, hem de birarada duruyorlardı. Birarada
duruken dağılmaya, dağılırken toplanmaya zorlanıyorlar, birbirlerini
geriyorlardı. İş bu kadarla kalsa, iyi bir edebi metin okuduğumu düşünmekle
yetinirdim. Ama metni okudukça, öncelikle de Venedik’e yaptığı yüzen
tiyatro projesine kadar olan işlerini daha iyi anladığımı hissettiriyordu.
Hayal gibi olmakla, bir daha bakıldığında orada olup olmayacaklarından emin
olamamakla, dünyanın ta dibine çakılmış olmak arasındaki gerginliklerini
o metni okudukça yeniden anladığımı düşündürtüyordu... Bir başkası
Peter Zumthor’un “Architektur Denken” kitabında topladığı kısa
metinler: başları ve sonları yoktu; ancak bu sıralarının değiştirilebileceği
anlamına da gelmiyordu. Alıntılar, değinmeler metnin bünyesine sinmiş parçalar
gibiydi, adeta kendi sözleriydi; kendi sözleri de başkalarınınkiler gibi
gelebiliyordu. İşlerinde yabanıllığı, yeni olanı, daha önce yapılmamış
olanı nasıl tanıdık kıldığını, benimsettiğini, bilineni de yabancılığa
zorladığını bu ifadelerden sonra daha iyi anladım... Ve de H.Tessenow’un
“Ev Vesaire...” kitabı. Sergilediği zihinsellikle-bilgelik arasında duruş,
ne biri ne öteki oluşu, tam biri olurken daha da büyük bir güçle ötekine
işaret edişi, çizimlerindeki o yoksullukla-mütevazilik, eskiden beri yanıbaşımızda
oluşla-ilk kez denenmiş olma durumu arasındaki salınışı daha da içine çekilerek
kavramama yol açtı. Hepsi bu denli “poetik” olmak durumunda da değil:
Mesela Berlage’nin “Stil und Architektur” başlığı altında topladığı
makaleleri. Yüzyıl dönümünde artık yavaş yavaş belirginleşmeye başlamış
olan “sentez”in imkansızlığı durumu ile başa çıkma çabası: Çabanın
“kategorik” imkansızlığına rağmen, bu metinler Berlage’nin Kuzey
Avrupa modernizminde şu veya bu biçimde izleri hala okunabilen bir duruşun,
gidip-gelen bir dalgalanmanın tetikleyicisi olmayı sürdürmesinin olanaklılığını
sergiliyordu...
“Tarihsellik bilinci” tabii ki önemli: Daha ziyade yaşanan anı bir tarih olarak okuma bilinci olsa gerek bu: epeyce sorunlu, kesintiler ve sıçramalarla dolu bir akış olarak, öyleyse bir akış olamayarak okunması bu tarihin. Ama yine de ondan vazgeçemeyerek: Herşeyin, her olayın ve anın birbiriyle özdeşleşmesine, birbirinin aynısı haline gelmesine karşı bir direnç olarak tarihselleştirilmeye çalışılması anın....
Merhaba İhsan Bey,
Sizce Türkiye'de mimarlar için varolan bir mimarlık gündeminden bahsedebilir
miyiz? Yurdışında yeni ve tartışmaya açık konuların geliştirilmesini
destekleyen ve hatta öğrenci projeleriyle MOMA'da sergi açan üniversiteler
varken (MIT'yi örnek vererek çıtayı fazlasıyla yükselttiğimin farkındayım)
Türkiye'de hiçbir şekilde -üniversitelerde dahi- tartışmanın olmaması,
bir mimarlık gündemi yaratılamaması nasıl aşılabilir?
Bu ortamda mimarlık eleştirmenlerinin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teşekkürler ve diyalogda başarılar.
Bence Türkiye’deki mimarlık
ortamının en önemli problemlerinden birine işaret etmişsiniz: Ortak gündemlerin,
yani ortak soruların olmaması. Genellikle ortak cevaplardan kaçılırken,
farklı cevapları verilebilecek sorular etrafında yoğunlaşmaktan kaçılmış
oluyor aslında. Üzerinde uzlaşmaya varılmış sorular olmadığında, bir
fikir ayrışmasının bile olamayacağı farkedilmeden. Bir diğer sorunun,
“ilgi dağınıklığı” sorununun, konsantre olamama sorununun da kaynağı
bu aslında. Hiç bir şeyle hakkı verilerek ilgilenilememesi sonucunu doğuruyor
bu. “Enfantil olma”, çocuksulaşma” durumu bu. Çocukların ilgisi hep dağınıktır
ve de öyle öğrenirler dünyayı. Çocukluklarında sorun olmaz bu. Sorun büyümeye
rağmen öyle kalmaya devam etmektedir... Konsantre olunamayınca da geriye bir
tek “ortada daha fazla gözükmek”, enerjiyi kendi üzerindeki ilgiyi sürekli
kılmaya sarfetmek kalıyor, ki bu durumda konsantrasyon noksanlığı bir kez
daha tetiklenmiş oluyor... Kısacası işaret ettiğinz sorunu ben de çok önemsiyorum...
Aşılmasının yolu da "ne olursa olsun, daha fazla konuşulsun!" değil.
Belki biraz daha az konuşulması, daha az yazı yazılması ve daha az ders
verilmesi; tabii ki bu arada biraz daha konsantre olunması, hermetik düşünmeye
meyledilmesi koşuluyla, işe yarayabilir. Bir miktar sadeleşmeye ihtiyaç var
galiba: Öyle "minimalizm" adına falan değil, biraz yatışıp
harekete geçmeyi yeniden anlamlı kılmak için.... "Eleştirmen" de
buna katkıda bulunabilir: Bazan konuşarak, bazan da susarak...
Bir kitap? İki...
Yazdıklarınızı ve derslerinizin içeriklerini ne zaman kitaplaştıracaksınız?
Metis Yayınlarının 2 yıldır
büyük bir sabır ve dostlukla beklediği “Şehir ve Modernizm” kitabım
var gündemde. Benim tarafımdan ısmarlanmış, bir kısmı yayınlanmış bir
derleme kitap bu. Mizampajı dahil yarısı bitti, öteki yarısı için 1 aylık
bir çalışma gerekiyor. Yaza kadar bitirmeyi umuyorum... Mimarlık yayınları
kulvarı açmaya niyetli “Kanat Yayınları”na da mimarlar üzerine yazılarımı
biraz daha genişleterek verme sözü verdim. Bir de üzerinde en az bir 6 ay çalıştıktan
sonra yeniden yazarak yayınlamayı tasarladığım bir doçentlik tezim var...
Diyalog'u bitirme zamanı... Katılan ve ilgi gösteren herkese teşekkürler...