Sırat Köprüsü'nde
10küsur milyonluk İstanbul'un hep krizin eşiğinde
yaşayan bir kent olduğunu biliyoruz. Bazen, bir iyimserlik rüzgârı esiyor içimizde,
o aşamayı geçmiş olduğumuz sanrısına kaptırıyoruz kendimizi. Sonra bir
şey oluyor, krizin bu kenti ilk köşede beklemekten vazgeçmediği gerçeği
kafamıza dank ediyor.
22 Ocak günü esen rüzgâr ve yağan kar gibi...
O büyük kar fırtınasında yollar kilitlenip, kent, Edirne tarafından
girilmez hale gelince karabasanı andıran şu soru geldi aklıma: Günün
birinde yaşanması kaçınılmaz görünen büyük deprem olduğunda da böyle
mi olacak?
Yani, İstanbul'dan Avrupa yönünde çıkan yollar
kilitlenip kapanacak, Avrupa'dan gelebilecek olan yardım kentin uzaklarında
durmak zorunda kalacak ve kente ulaşamayacak. Yardım kamyonları, seyyar
hastaneler, kurtarma araçları...
22 Ocak gecesi niçin kapandı Avrupa'dan gelen
yollar? Kısmen yollarda biriken kar yüzünden, ama daha çok zincirsiz araçlar,
kötü şoförler, emniyet şeritlerini kapatan toplum düşmanları yüzünden.
Yani, İstanbul'un krizlerinde insan faktörü ağır
basıyor. Beni karamsarlığa
sürükleyen de bu zaten; çünkü insan faktörü bir 'veri', öyle sabahtan akşama
değişecek bir şey değil. Bir eğitim, terbiye, kültür meselesi. Kafalara
asırlar süren okuryazarlıkla yerleştirilebilen filtreler meselesi.
Bu sefer alınan dersler ne olursa olsun, bundan
sonraki krizde insanlarımız pek farklı davranmayacaklar. Karda da, fırtınada
da, depremde de durum aşağı yukarı böyle olacak.
Demek ki, bundan sonraki krize bu 'veri'yi unutmadan
hazırlanmak gerekiyor.
Yani, kesin kurallar koyarak, onları eksiksiz uygulayarak, kriz yönetiminde
iletişimi ve şeffaflığı en üst düzeylere çıkararak.
Yöneticilerin krizden çıkan dersleri toplumdan daha
çabuk öğrenmesi gerekiyor.
Son kriz, yetkililerin, çağımızda çok ileri bir bilim dalı haline gelen
meteorolojiden yeterince yararlanmadığını ortaya koydu. Belli ki,
meteorolojinin uyarıları can kulağıyla dinlenmiyor, bulgular falcı tahmini
işlemine tabi tutuluyor. Oysa, istenseydi, 22 Ocak günü kar yağışının
nerede ne zaman başlayacağı, ne kadar süreceği ve ne kadar birikeceği öğrenilebilirdi.
O zaman kentin giriş-çıkış yollarında ona göre önlem alınır ve tıkanmalar
engellenebilirdi.
Yetkililerin en azından hava konusunda 'sürpriz'
mazeretinin arkasına sığınmaları gittikçe zorlaşıyor.
Son günlerde İstanbullular için bir çeşit Sırat
Köprüsü'ne dönüşen birinci köprünün durumu da öyle. Aslında, orada da
bilim adamlarının görüşlerine çoktan başvurulması ve köprünün daha o
kablo kopmadan koruma altına alınması gerekirmiş. Bunu şimdi anlıyoruz.
Meteoroloji biliminden konuşmanın havadan sudan konuşmakla
eşanlamlı olmadığını bize kanıtlayan Prof. Dr. Miktad Kadıoğlu'ndan öğrendiğimize
göre Boğaziçi Köprüsü'nün kardeşi sayılan İngiltere'deki Severn Köprüsü'nde
trafik akışı rüzgârın hızına göre ayarlanırmış. Rüzgâr fırtına
boyutlarına ulaştığında köprü trafiğe kapatılırmış...
Belki artık bizde de öyle olacak. O zaman ne yapacağız?
Bilimin sesine kulak verecek, öğrendiğimizi uygulayacak, uyguladığımızı
duyuracak mıyız? Yoksa 'şikâyet kültürü'ne sığınıp, 'afet', 'felaket'
ve 'rezalet' kelimeleri arasında tercih mi yapacağız?
Radikal - Haluk Şahin
|