Ölçekleri yok eden ülke
Avrupa'nın gözünü korkutan 'mekânın yitimi'
hali, ABD için adeta olağan bir şey.
Amerika kıtasına gelen herkesi çarpan, derinden
etkileyen, bütün ezberleri bozan bir gerçek var: Ölçek. Bu kıta, gündelik
hayatında dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen bir genişliği kullanıyor
Amerika kıtasına geleni çarpan, derinden etkileyen, bütün ezberleri
bozan bir gerçek var: Ölçek.
Bu kıta, dünyanın başka hiçbir yerinde görülmeyen, görünmeyen bir
genişliği kullanıyor gündelik hayatında. Avrupa kıtasına aşina olanlar
bu durum karşısında neredeyse renkten renge giriyor. Ortaçağı yaşamış
Avrupa kentlerinde her şeyin yaya insan ölçeğine göre yapıldığı sokak
genişlikleri, bina yükseklikleri, hatta mimari formları ve zorlamaları bu kıtada
söz konusu bile değil.
Sonsuz bir büyüklüğün egemen, bir ucundan ötekine yürümenin olanaksız
olduğu kentlerden kurulu bir ülke burası. Her şeyden önce bir kıta olması,
idari yapının da ona göre düzenlenmesi işi bu noktaya doğru itmiş.
Amerika'daki eyaletlerin her birisi bir ülke aslında. Gerçekten de her
eyalet ortalama bir Avrupa ülkesinden daha geniş. Bırakın onu bir yana, bu
ülkede herhangi bir mağazanın içinde insan perişan oluyor. Bir katından diğerine
geçmek insanı tüketiyor.
Ölçek sorununa çözüm
Hal böyle olunca araba sanayii devreye giriyor. Büyük kentler bir yana, benim
şu sıralar bulunduğum küçük kasabalarda bile kentsel gelişme planı bu
mantıkla hazırlanmış. Kentin içinde ufak tefek ihtiyacın karşılanacağı
alışveriş yerleri var; dükkânlar, falan.
Fakat asıl alışveriş alanları kentin dışında. Oralara toplu taşıma
aracıyla gitmek mümkün değil.
Mecburen bir arabanız olacak. Eğer bir aileyseniz, tek arabayla yetinmek de
olanaksız. Neredeyse herkesin bir arabası olması gerekiyor. Öte yandan
'Amerikan arabası' denilence anımsanan da geniş, büyük, 'yayla gibi'
arabalar. Hayata karışmak ancak ondan sonra mümkün. Kent dışındaki yerleşim
alanları da öyle. Bir binanın, ötekini görmesi çok zor.
Herkes kendi başına yaşıyor.Sadece birbirine uzaklığı değil evlerin
mekânla olan ilişkisini sağlayan, kuran. Yapıların kendisinde de aynı şey
geçerli. Orta sınıfın 'town home' (kasaba evi) dediği türden bağımsız
yapılar mutlaka birkaç katlı ve toplam yüzölçümü olarak da bir hayli
geniş. Tek kat olanları için de aynı şey söylenebilir. Epey büyük mekânlar.
Büyüklüğün, genişliğin ötesinde, Amerikan evi, bizim Anadolu eviyle
temelde ayrılsa bile ortak bir özelliği paylaşıyor. Tümü 'açık' mekânlar
bunlar.
Amerika, 'kent planlaması' üstünde en çok araştırma yapılmış
akademik alanlardan birisi. Bütün bu süreci, tarihsel, sosyolojik, ekonomik
nedenler bağlamında açıklıyor. Fakat bir o kadar önemli olan şey bütün
bu değindiğim şeylerin, nedenleri düşünülmeksizin, bilinmeksizin insan
hayatında bir 'sonuç' olarak yaşanması.
İnsanlar kendilerini o mekânların içinde buluyor ve galiba bütün
'sorun' da ondan sonra başlıyor. Sorun, işte eski kıtanın darlığına, sıkışıklığına
karşın bu kıtanın sere serpe genişlemiş olması.
Bir örnek:Paris'te, Londra'da bir odaya insan sığamaz. Burada ise verilen
otel odalarının evimden daha geniş olduğunu bilirim. Peki, bütün bunlar ne
demeye geliyor?
Bu noktada, Amerika için coğrafyanın tarihe galibiyetinden söz etmeli.
Amerika, çok söylendiği gibi, Avrupa'yla karşılaştırıldığında tarihi
yok bir kıta. Sanılanın aksine, bir basitleştirme de değil bu.
Binlerce yıllık tarih birikimi bu kıtadaki insana bir şey söylemiyor.
Buna mukabil, bu kıta coğrafyanın kıtası. Uçsuz bucaksız kırlar, ovalar,
sonsuz çayırlar bu ülkede yeşeren ve zamanında Sartre'ın '20. yüzyılın
en büyük romanı' diye tanımladığı (yoksa, her defasında olduğu gibi
koca Sartre bir kez daha mı yanılıyordu?) Amerikan romanının çok uzun
boylu işlediği
'taşra'ya ait konuların başında geliyor. Amerikan romanının da bolca
sorguladığı özgürlük fikri, bu kıtanın ürettiği düşüncenin ve yaygınlaştırdığı
alışkanlıkların başında geliyor. O zaman insan geriye yaslanıp düşünüyor,
'nedir özgürlük?' diye.
Tarih dediğin hafızadır
Tarih en nihayetinde hatırlamak ve hafıza demek. Oysa, Amerika kıtası bunu
bilmiyor. Daha işin başlangıcında bağlanmamayı, tersine kopmayı seçmiş.
Bir kıtanın 'artık'ları bu kültürü oluşturmuş durumda. O da işe bir
kopuşla başlandığının en önemli kanıtı. İkincisi, 18. yüzyıldan
sonrası Avrupa için daha da beter. Çünkü, işin içine milliyetçilikler
girmiş ve içinde bulunan tarihle insanlar yetinmemiş. Tüm uluslar
kendilerine bir 'büyük geçmiş' inşa etmiş. Oysa, bu kıta, onu da
bilmiyor.
Şu sıralar gitgide yoğunlaşan bir milliyetçilik baskısı olsa bile
kendilerini 'yurtsever' olarak nitelendirmişler. Bugün bu 'dikey' kıta mekân
olgusunu her düzeyde inceliyor. Psikanalizin mekânı, toplumsal kuramın mekânı
artık mimarinin ve coğrafyanın mekânını aşmış durumda. O nedenle, kıta
Avrupa'sının gözünü korkutan, orada yaşayanları ürküten 'mekânın
yitimi' denilen şey burada neredeyse kendiliğinden gelişiyor.
Bunları düşününce insan Amerikalıların daraldıkları zaman 'aman bana
biraz ferahlık' anlamına gelecek biçimde niye 'mekânıma ihtiyacım var'
dediklerini biraz daha iyi anlıyor.
2500 yıllık İstanbul'dan Amerika'ya gelince insanın içini her defasında
bir ferahlık duygusunun sarması boşuna değil, anlaşılan...
Radikal - Hasan Bülent Kahraman
|