Sokaklardan varoşlara tarikatçılık
Atatürk'ü anma gününde, Belediye Meclisi'nden tarihi caddelere Nakşibendi
şeyhinin adını verme kararı çıktı
İstanbul'u İslambol'a çevirme harekâtı onlarca yıllık sokak adlarını
şeyhlerin, dini önderlerin adlarıyla değiştirerek başladı. Ardından
yasadışı dinsel ve rant amaçlı yapılaşma, kaçak camiler, su havzalarının
işgali gibi uygulamalar gündeme geldi. Özellikle sivil toplum örgütlerinin
başvuruları üzerine yargının ardı ardına verdiği iptal kararları da
Recep Tayyip Erdoğan liderliğindeki belediye yönetimini niyetlerinden vazgeçiremiyordu...
27 Mart 1994 seçimleriyle başlayan ''İslambol'' hedefi döneminin
''ideolojik'' bir kararlılıkla İstanbul'u Cumhuriyet kimliğinden uzaklaştırıp
adeta ''şeriat kenti'' yapmaya niyetlenen girişimler arasında ''cadde ve
sokak adlarının tarikatçı kişilerin adlarıyla'' değiştirilmesi önemli
bir yer tutar... Bu yönde aslında yüzlerce örnekten biri olan Fatih'teki
tarihi Sarıgüzel Caddesi'nin adı da Said-i Nursi 'den sonraki bu dinci önderliği
devralan ünlü Nakşibendi Şeyhi ''Mehmet Zahid Kotku'' yapılınca, dönemin
ANAP'lı Fatih Belediye Başkanı Sadettin Tantan 'ın yargıya başvurması
sonucunda hem kamuoyunda tartışılmış oldu; hem de mahkemenin iptal ettiği
bir ''siyasi keyfilik'' olarak tarihe geçti...
Üstelik, bu isim değişikliği sadece ''Cumhuriyet karşıtı'' bir eğilimi
değil, aynı zamanda İstanbul'un Osmanlı dönemi tarihini bile ''tarikatçılık
uğruna'' dışlayan bir anlayışı açığa çıkartıyordu... Çünkü,
Bizans'a ait kentsel anıtlardan Kıztaşı'nın da bulunduğu bu caddenin adı,
aslında Fatih'in İstanbul'u almasından sonra ''Çıkrıkçı Kemalettin''
isimli birinin bu semte ''Sarıgez'' denen bir mescit yaptırmasından ötürüydü...
''Gez'' ise Oğuz lehçesinde ''güzel'' anlamındaki ''körez'' den geliyor ve
ayrıca Atatürk 'ün 1934'teki onayıyla yayımlanan İstanbul Şehir
Rehberi'nde de aynı tarihsel gerekçeye yer verilerek ''Sarıgüzel'' adı
tescil edilmişti...
10 Kasım'da Meclis gündemi...
Buna rağmen ''mevlitli'' açılış töreni bile yapılan bu tarikatçı isim
değişikliğinin Büyükşehir Belediye Meclisi'nde, ''10 Kasım 1995''
tarihinde kabul edilmiş olması da aynı gün İstanbul'u yönetenlerin ''Atatürk'ü
anmak'' tan ne anladıklarını kanıtlıyordu...
Sonunda İdare Mahkemesi, Fatih Belediyesi'nin semt sakinleri ve ÇYDD ile
birlikte itiraz ettikleri bu isim değişikliğini, 27.02.1997 tarihli kararında;
''Belediyeler yetkilerini kentin genel özelliklerine ve keyfi olarak
kullanamazlar'' gerekçesiyle iptal etti...
Ancak, İstanbul'da daha birçok benzer sokak ve cadde adı değişikliği,
''yargıya giden olmadığı için'' dönemin siyasal mirası olarak kaldı...
Yine, yukarıda aktarılan; ''1930'lardan bu yana şer güçlere direnen'' Türk-İslam
eserlerinin bile korunması ve yaşatılması yönünde hiçbir ciddi çaba
yokken bu eserlerle bezeli İstanbul'un çevresi sayısız ''kaçak ve çirkin''
camiyle kuşatıldı...
Beykoz'daki, Sultanbeyli'deki, Trakya su havzalarında Arnavutköy'deki ve
hatta Çamlıca'daki yasadışı ve imara aykırı dev tarikat külliyeleri gibi
örneklerle de İstanbul, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir ''yasadışı
dinsel ve rant amaçlı yapılaşma işgaline'' uğradı...
Bunlardan, kamuoyunun tepkisini de çekecek kadar ''abartılı'' büyüklükte
ve yine kaçak inşa edilen en çarpıcı örnek ise tümü ormanlık alanda kaçak
binalardan oluşmasına rağmen ''belediye'' yapılan Çavuşbaşı'nın imar
himayesine sığınmış, 20 bin kişilik ''Fetihi Külliyesi'' ydi...
Cumhuriyet gazetesinde Gündüz İmşir 'in 1997'deki seri haberleriyle harekete
geçen adli makamlar, yerel yönetimin ve İSKİ'nin hoşgörüsüyle hızla yükselen
inşaatı ''bitmeye yakın'' olarak durdurabildiler..
Dönemin Valiliğinin, her yönüyle hem kente karşı suçun, hem de
Cumhuriyet karşıtı örgütlenmenin ''kalesi'' olan bu yasadışı binayı, tüm
çirkinliğine, orman ve çevre tahribatına ve ''şeriat kültürünü
simgeleyen'' mimari duruşuna rağmen yıkmak yerine, Hazine arazisinde ve ''hazır
tesis'' diyerek ''laik amaçlarla kullanma'' (!) kararı ise kaçak yapılaşmaya
karşı izlenen ''ödünlü'' politikaların bir başka örneğiydi...
Havzalarda 'örgütlü işgal'
Yerel seçimlerin ardından Büyükşehir Belediyesi yayınlarında ''şer dönem''
diye tanımlanan önceki yıllara ait özellikle ''imar disiplini'' yle ilgili
kimi kazanımları bile hemen ortadan kaldırmalarının en çarpıcı örneğini,
Sözen döneminin son zamanlarında onaylanan ; ''1/50 bin ölçekli
Metropoliten Plan'' ın iptal edilmesi oldu. ''Bu planda rant çevrelerinin çıkarları
var, planı biz yeniden yapacağız..'' gibi söylemlerle başlatılan yeni çalışmalarda
ise İstanbul'un genel yapılaşma ve Marmara Denizi'ne paralel gelişme bölgelerine
ilişkin ana hedefler büyük oranda yine Sözen dönemi kararlarına uyarlanırken
tek önemli ''fark'' ise kentin yaşam kaynağını oluşturan ''su havzalarının
imara açılması'' ydı... Oysa yine Recep Tayyip Erdoğan , seçim öncesindeki
propaganda söylemlerinde, bu konuda da ''çevreci'' bir anlayışı dile
getirmişti..
Örneğin, 23 Şubat 1994 tarihindeki basın toplantısında ayrıntılara da
girerek; ''Su havzalarının civarında hızlı bir yeşillendirme yapılacak ve
0-1000 m 2 ' lik bölgeye kesinlikle yerleşim izni verilmeyecektir...'' demişti...
Ne var ki belediye yetkilerine kavuştuktan sonra aynı sözün ''tam
tersini'' uygulamak için ise ''şehircileri'' bile şaşırtan bir ''imara açma''
oyununa imza attı... 1/50 bin ölçekli Metrapolitan Plan'ın onaylandığı
1995 yılının güz dönemi (ekim) Belediye Meclisi toplantısında, yine özellikle
su havzaları için ''plan hükmü olarak'' önerilen ve bu alanlarda ''İSKİ yönetmeliğiyle''
imar düzeninin sağlanması yönündeki ''ek kural'' ın ne anlama geldiği ise
hemen izleyen günlerde ortaya çıktı.
Aynı bölgelerde, daha önce belli mesafelerde ''yapılaşma yasağı''
getiren İSKİ yönetmeliği, planın bu yeni ''hükümle'' birlikte onaylanmasının
ardından değiştirilmiş ve havzaların 1000 m 2 ' lik koruma kuşağı da
yeni yönetmeliğe göre imara açılmıştı... Plan da bu alanlarda sadece ''yönetmelik
geçerlidir'' dediğinden, planın onay tarihindeki yönetmeliğe bakarak buna
itiraz etmeyen duyarlı ve ilgili çevreler böylece ''atlatılmış''
oluyordu...
Milyon dolarlık 'kulübeler'
Bu ''oyun'' ortaya çıktıktan sonra yeniden açıklama yapmak zorunda kalan
Erdoğan, seçim öncesindeki; ''1000 m 2 'de imar izni verilmeyecek'' sözünün
neden unutulduğunu merak edenleri de şöyle yanıtlıyordu: ''Buralardaki yapılar,
havzaları koruyacak birer nöbetçi kulübesi olacaktır..''
Ne var ki ilerleyen zamanda, koruma kuşaklarında işte bu İSKİ mevzuatıyla
sağlanan ''izin'' üzerine hızla yaygınlaşan yapılaşmalar, çevreyi
korumanın değil, ''arsa ve arazi spekülasyonundan elde edilen trilyonluk
rantların dinci- siyasal güçlenmeye aktarılmasının aracı ve kaynağı''
da oldular...
Örneğin, yine aynı dönemde, kamuoyunda ''REFAHYOL'un kasası'' olarak tanınan
Mercümek 'in Sazlıdere Barajı havzasındaki 6 milyon m 2 'lik arazisindeki
imar hakkını yaklaşık 8 kat arttıran 14.03. 1997 tarihli imar planı değişiklikleri
de işte bu yeni İSKİ yönetmeliğine dayandırılarak yapılmıştı.
Erdoğan'ın ''kulübe'' dediği ve içme suyu kaynaklarını çevreleyen doğaya
sıralanmış, her biri milyon dolarlık konaklarda ise bugün sadece yerel
iktidarın siyasi yandaşları değil, geçen 10 yıldaki ''muhalefet'' (!) görüşlerin
liderleri ve taraftarları da yaşamaktalar...
'Şişe suyu' metropolü
Yaklaşık 15 milyonluk İstanbul'un neredeyse 1/ 3'ünü oluşturan 5 milyonluk
bir nüfusun havzalardaki bu imar talanıyla bütünleşerek iskân olmaları
sonucunda da İstanbul, çeşmelerinde kullanma suyu bulunan, ama ''içme suyu
pazarının'' da dünya rekorunu kırdığı bir ''şişe suyu metropolü''
haline geldi.
Önceleri kaçak başlatılan bu işgalin yasal dayanağını hazırlayan
yeni İSKİ yönetmeliğinin, tanınan gazetelerde değil de sadece bu gibi
''duyulması pek istenmeyen'' ilanlara hizmet veren Son Saat adlı bir gazetede
26 Aralık 1995 tarihinde ilan edildiğini öğrenen Mimarlar Odası, henüz işgal
edilmeyen alanlara da yapılaşmanın yayılmasına olanak sağlayan yönetmeliğin
iptali için yargıya başvurdu.
İdare Mahkemesi'nin, bu yönetmelik değişikliğini iptal etmesinin hemen
ardından, aynı imar hükümlerinin sadece ''ifade değişikliğiyle'' yeniden
yürürlüğe sokulması; bunlara da açılan davalarda yine yargının her
iptal kararının ardından aynı yöntemle hukukun ''uygulanamaz'' hale
getirilmesi, su havzalarında imar ve yapılaşma için ne denli ''kararlı''
olunduğunun da göstergesiydi...
'SİT'e düşman çevrecilik
Çünkü, özellikle bu bölgelerdeki daha önce ''imar olanağı olmayan''
köyler bile art arda ''belde'' yapılarak belediye haline getirilmiş, çoğunluğu
RP'li yönetimlerde bulunan bu belediyeler eliyle de İstanbul'un belki de hâlâ
''korunabilecek'' olan doğal alanlarında ''imar rantından finans sağlayan
tarikatçı örgütlenmelerin'' yaygınlaştırılması, ''şeriatın stratejik
İstanbul hedefi'' için vazgeçilemez bir amaç haline gelmişti...
Metropoliten plandaki ''İSKİ yönetmeliği oyunlarıyla'' güvenceye alınan
bu hedefin, geçen 10 yıl içindeki uygulama süreci sonunda ulaşılan nokta
ise artık ''varoş'' denilen hemen tüm bölgelerde tarikatçıların
denetimindeki ''imar rantı özgürlüğünün'' güçlü bir siyasal örgütlenmeye
de en ''bereketli'' temeli oluşturmasıdır.
Nitekim, yine 1995 yılındaki, Koruma Kurulu'nun özellikle Beykoz, Sarıyer
gibi ''su havzası ve orman alanlarının'' yoğun olduğu ilçeler için ilan
etmiş olduğu ve amacı da bu gibi spekülatif imar yayılmalarıyla yaratılan
''doğa tahribatının önlenmesi'' olan ''İstanbul Kuzey Kuşağı SİT
Alanları'' kararına ilçe belediyeleri ile birlikte Büyükşehir
Belediyesi'nin de dava açması, kenti yönetenlerdeki ''İstanbul sevgisi'' nin
de aslında ne anlama geldiğini gösteriyordu.
Hele, bir yandan aynı alanlardaki ormanlarda kurulan Koç Üniversitesi'ne
tepki gösterilmesi, bir yandan da bu üniversiteye Bakanlıkça tanınan orman
içi imar hakkının yargı tarafından iptaline de dayanak oluşturan aynı SİT
kararlarına da karşı çıkılması, Büyükşehirdeki bu gibi tutumların aslında
''siyasi'' amaçlı olduğu yönündeki eleştirileri de haklı çıkarıyordu...
Cumhuriyet
|