Yılanlı, akrepli, sevdalı şehir:
Diyarbakır
"O zamanlar Diyarbakır'da camiler farklı bir kültürdü, sokak bambaşka
bir kültür. Hatta İbn-ül Emin Mahmut Kemal, Diyarbakırlı bir şairin hayatını
anlatırken der ki: 'O zamanlar çok farklı bir Diyarbakır vardı. Herhangi
bir namaz vakti, Ulu Cami'nin önüne gelip iki kolunuzu açın, kucaklayabileceğiniz
kadar kalabalığı kuşatın. Gözlerinizi kapayıp içlerinden birini çekip
çıkarın. Bu tuttuğunuz adam ya şairdir ya da müşir.'"
Tarihe 1000 canlı tanık / 57
1934 doğumlu İhsan Biçici. Kunduracı Feyzi bey ailesinin 10 çocuğundan
biri olarak Diyarbakır'da doğar ve büyür. 1953 yılında hukuk fakültesinde
okumak üzere Ankara'ya gelir. 1964 yılına kadar Ankara'da yaşar. Eşi Gülgün
hanım ile burada tanışır ve 1963 yılında evlenir. O yıllarda pek çok
gazetede çalışır. Askerlik sonrası 1966 yılında memleketine, Diyarbakır'a
döner ve avukatlık yapmaya başlar. Evliliğinden üç çocuğu olur. 1998 yılında
eşini kaybetmesinin ardından kızı, damadı ve torunu ile birlikte yaşamaya
başlar, işleri azalsa da avukatlık mesleğini sürdürür. Kendisiyle, adına
şiirler yazdığı memleketinde, Diyarbakır'da görüştük. (DSM) Diyarbakır
Sanat Merkezi'nin katkılarıyla gerçekleştirdiğimiz sözlü tarih görüşmesinin
ilk bölümünü yayımlıyoruz. Bu bölümde İhsan beyin çocukluk yıllarına,
1940'lı yılların Diyarbakır'ına konuk olacağız...
Bir gün avludaki odalardan birisine bir serçe girmişti. Küçüğüm, o
serçenin peşinde koşturuyorum, kapı kilitlendi. Mandalı düştü, ben içeride
kaldım, ağlamaya başladım. Sonra babam camı kırdı avludan, merdiven bıraktılar,
içeriye girip beni aldılar, yani o evden anı olarak aklımda kalmış. Doğduğum
bu ev sur içindeydi, Bayram Paşa Camisi'nin yanından Meryem Ana Kilisesi'ne
giderken sol taraftaki ilk kapıydı. Hanbeli Hacı hanımların eviydi orası."
İhsan beyin çocukluk anılarını şekillendiren bu evde Biçici ailesi kiracı
olarak oturmaktadır. "Kirada oturduğumuz evlerden biri de Cumhuriyet İlkokulu'nun
yanında havuzlu ev diye bahsettiğimiz çok büyük avlusu, birçok odaları
olan bir ev vardı. Tabii bütün odalarını biz kullanmıyorduk. Bir de hizmetçimiz
vardı, biz Ayşe derdik ona, Zaza. Hiç Türkçe bilmezdi. Hatta ona sık sık
tembihlenirdi işte sokakta giderken sakın konuşma, birisi bir şey sormadan ağzını
açma, hani o zaman Kürtçe konuşanlara falan da ceza meza yazıyorlardı.
Ondan sonra uzun süre kaldığımız Helvacı Hasan efendinin evi var. Daha
sonra babam dedemin evini satın aldı. Evlerimizde mobilya yoktu. Evlerin hepsi
birbirine benzerdi. Karşıda bir sedir vardı, üzerine döşekler bırakılmış.
Onun kendi halısı vardır, arka kısımlara da yastıklar bırakılırdı,
kadife kaplı yastıklar... Gardırop, mardırop falan yoktu. Çamaşırlar yük
penceresi dediğimiz yerlere bohçalar halinde yerleştirilir, pencerenin önüne
bir örtü serilirdi. Akşam bu yüklüklerden yataklar çıkarılır, yere
serilir, sabahleyin kalkınca onlar toplanırdı. Hemen hemen her evin o misafir
odasında tunç mangal bulunurdu."
Asker düğmesi
"Çocukken genellikle evimizin avlusu yetiyordu bize. Yani sokağa
fazla çıkmazdık, yani bırakmazlardı. İşte sokağa çıktığımız zaman
da şeftali çekirdeğidir, yahut da bilye oynayacağız falan. Ben demircilik
oynuyordum, evimizin yanında demirci dükkanları çoktu, oradan gider demir
falan toplar getirirdim. İşte ben de kendi kendime kömür mömür yakardım,
bunları ısıtır ve o çekiçle döğerdim. O zaman böyle oyuncak moyuncak
falan yok. Oyuncağımız şeftali çekirdeği falan. Şimdi bu şeftali
yenildikten sonra, o zaman boldu Diyarbakır'da şeftali, çekirdeklerini yıkardık,
temizlerdik. Bunları dizerdik böyle, işte belli bir mesafeden atacağız
yani, kim ne kadar çekirdeği vurursa o kadarını kazanıyordu. Asker düğmesi
de o zaman çoktu, bu İkinci Cihan Harbi sırasında, asker elbiselerinin
buharla temizlendiği yerler kurmuşlardı. Oradan kopan düğmeleri toplardık.
Toprağa dizerdik. Ondan sonra bilyayla belli bir mesafeden düğmeyi vurmaya çalışırdık.
Bir de aşık oynardık. Evlerde sık sık paça yapılırdı. Budun uç kısmından
kalan kısımdan, aşıklar ordan çıkardı. Annem onu küllü suyun içerisine
bırakırdı, kaynatırdı, üzerinde et falan kalmasın diye, temizlendikten
sonra o aşıklarla da oynardık. Tabii bazısının ortasını delerdik çiviyle
falan, ondan sonra kurşun dökerdik içerisine, ağırlaşsın diye. Ağırlaşınca
çok daha rahat vururdun. Ve köylüler çok güzel bilye yapardı, hani bizim
'gar' dediğimiz mermerden... Top mesela, o zaman annemiz bezden bize top
dikerdi." İlkokula başlamadan mahalle mektebine gider İhsan Biçici. Aynı
yıllarda baba mesleği olan kunduracılığa merak sarar ve sık sık babasının
dükkanına gider.
Balıkçı Abuş Ağa
"Babamın dükkanı, Ulu Cami'nin bulunduğu civardaydı. Zaten
Diyarbakır'da o dönemlerde, esnaflar hep belli yerlerdeydi. Yani Kasaplar Çarşısı,
kasapları yalnızca orada bulabilirdiniz. İşte Yemeniciler Çarşısı,
Kunduracılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Tenekeciler, Kalaycılar,
hep öyle belli yerlerdeydi, onun dışında esnaf başka bir yerde dükkan
falan açmazdı. Bir de dedemin dükkanı vardı. Dedem hem bahçıvandı hem
Diyarbakır'ın en ünlü balıkçısıydı, zaten lakabı Balıkçı Abuş ağaydı.
Abdurrahman'dı ismi, herkes Abuş ağa derdi ona. Çok sevilip sayılan bir
insandı. 1945 yılında, ben ilkokul birinci sınıftayken vefat etti. Babam
ise Fevzi usta diye anılırdı. Fazla lüks ayakkabı değil de, böyle orta
halli insanlar için iskarpin dediğimiz erkek ayakkabısı ile şehirli hanımların
giydiği 'zenne' dediğimiz ayakkabılar yapılırdı dükkanında. Ve daha çok
köylülerin giydiği böyle cicili, bicili işte, kırmızı renkte 'sahtiyan'
dediğimiz bir deriden yemeni imal edilirdi. Mesela Muş'a ayakkabı gönderdiğini
çok iyi bilirim. Ayakkabı malzemelerinin satışını da yapardı yani köseledir,
deridir falan. Ben çok hevesliydim mesleği öğrenmeye ama babam kızardı.
'Ben senin okumanı istiyorum' derdi. O yüzden mesleği tam olarak öğrenmedim.
Ama çok seviyordum dükkanı. Hiç unutmam bayram yaklaştığı zaman, şimdi
önce siparişler falan yapılır, bayrama bir gün kala ev halkının ve dükkanda
çalışan işçilerin ayakkabıları yapılırdı. Bayramda her işçinin bir
çift ayakkabı hakkı vardı, son gün sipariş falan almazlardı, bizim
ayakkabılarımız da özenilerek yapılırdı orada."
Kunduracıların piri
"Bütün mesleklerin pirleri vardı, bu bizim pir olarak vasıflandırılan
esnaf derneği başkanı gibi. O dönemde işte birisini esnaf kendi arasından
seçiyor, o esnafın önderliğini yapıyordu. Hatırlıyorum, bizim dükkanla
aynı binada Yemeniciler Çarşısı vardı, onlar sadece yemeni yaparlardı.
1947 yılında bu lastik çizmeler, siyah lastik çıktığı zaman, bu ayakkabıcılığın
da yemeniciliğin de sonu oldu. Çok ucuz fiyata satılıyordu, tabii köylü çok
ucuz bulunca onu aldı. Babam o zaman işte bu kunduracı esnafının piriydi.
Babam tuttu işte, yemeniciler esnafı da toplandı, işte cumhurbaşkanlığına,
başbakana, ticaret bakanına birer dilekçe şeklinde, bana yazdırttılar işte,
onlar söylüyor, ben yazıyorum. İşte kendi durumlarına bir çözüm
getirilmesi için, tabii hiçbir çözüm de getirilmedi ve yavaş yavaş o dükkanlar
kapanmak zorunda kaldılar. O zamanlar dükkan açacak insan eğer ustasının
iznini almamışsa, iyi gözle falan bakmazlardı yani mutlaka o ustasından
gelip rıza alacak, gidecek. Bir de kalfaların her birisinin ustalaştığı
dallar vardı. Mesela bu Abdul kalfa dediğimiz, zenne, kadın ayakkabısına
ustasıydı. İşte erkek ayakkabısını yapan usta ayrıydı... Hatırlıyorum,
29 Ekim oldu mu mutlaka bütün esnaf resmi geçit olacağı zaman dükkanları
kapatırdı, zabıta yani, herkes bayrak asmak zorundaydı. Esnaf dükkanları
kapatır herkes merasime giderdi. O zaman köylüler bile geçerdi, resmi geçitte."
Çocukluğunun geçtiği çarşılarda bakırcılıktan kuyumculuğa, dökümcülükten
keçeciliğe kadar pek çok mesleğin yok olduğuna tanıklık eden İhsan bey
"Diyarbakır o zamanlar çok canlı ve güzeldi" diyor ve ekliyor:
"El sanatları çoktu, mesela tabakhane vardı tabii kalmadı şimdi.
Fabrika yapımı alüminyum tabaklar çıkınca bakırcı esnafı da öldü.
Suriye'ye top namlusu dökerlermiş buradan düşünün, Dökümcüler Çarşısı'nda.
Bakırcılıkla birlikte kalaycılık da gitti. Keçeciler vardı, onlar da
kapandı. Hatta o zaman biz çocukken uzaktan seyrederdik. Yün atarken bir de
çok güzel bir ses çıkardı. Hem yünü kendileri hazırlardı hem keçe
yaparlardı hem o keçeyi, yün, beze sardıktan sonra ayaklarıyla yuvarlıya
yuvarlıya, öyle bir ahenkle yani, türküyle mürküyle giderlerdi. Bu
sanatların işte hepsi öldü." İhsan Biçici giden, sayıları azalan
gayrimüslimlere de değiniyor yaşam anlatımında: "Mesela burada bu taş
işçiliği daha çok Hıristiyanların işiydi, kuyumculuk öyle, demircilik öyle,
mesela ünlü marangozlar vardı yani yine gayrimüslimdi onlar. Diyarbakır
evlerinde bizim bu horasan işini, duvarların badana işini, hep Hıristiyan
kadınlar yapardı. Dayanışma mesela gayrimüslimlerin arasında daha fazlaydı.
Yani dilenen bir tane gayrimüslim göremezdiniz. Çok şey olursa kilise onu
kendi şeyine alıyordu. Mesela bizim ilkokulda yani Ermeni falan çok daha
fazlaydı, Ermeni mahallesi de yakındı bize. Bir tane Yahudi sınıf arkadaşım
vardı ilkokulda, zaten Yahudilerin çoğunluğu 1948 yılında falan İsrail
devleti kurulduktan sonra Diyarbakır'dan göçtü gitti. Diyarbakır
Yahudileri, Ermeni ve Süryaniler gibi sanatkâr değillerdi."
Yılanlı evler
"O zamanlar dedemin dükkanı eski kasaplar çarşısındaydı. O çarşının
ön cephesi şimdilerde zaten yok, yıkıldı. Dedemle rahmetli Şeyh Güzel'in
dükkanları karşı karşıyaydı. Bazen beni de yanında Şeyh Güzel'in dükkanına
götürürdü. Şeyhin dükkanındaki yılanları seyrederdim. Şeyh Güzel'in dükkanının
tavan ve duvarlarında sepetlerin içinde asılmış vaziyette birçok yılan
vardı. Bazen yeni bir yılan yakalamış olurdu şeyh. İşte gelirdi dükkana
bakarsın kendi gömleğinin içerisine falan koymuş yılanı böyle falan kıpırdıyor,
görüyorsun. Akrep bile olurdu. Böyle kolunun üzerine koyardı, akrep böyle
yürür giderdi. Bunlara dokunmazdı, artık ne hikmetse onu bilemiyorum. Bir süre
sonra o yılanları tekrar götürüp bahçelere bırakırdı. Eski Diyarbakır
evlerinin hemen hepsinde de her evin bir yılanı ve yılanla ilgili bir de
hikayesi vardı. Babamın kunduracı olması nedeniyle bizim bütün kalfalarımız
şeyhlerin müridiydiler. Hepsi de elleriyle yılan tutarlardı. Koyunlarından
yılan çıkarırlardı. Boyunlarında yılan gezdirirlerdi... Zaten o günlerin
Diyarbakır'ında üç tarikat ve bunların şeyhleri vardı. Rufai, Kadiri ve
Nakşibendi... Bizim evimizin biraz ilerisinde, akşamüzeri, okuldan çıktım,
baktım mahallede çocuklar koşturuyorlar. Dediler ki, 'Evde yılan varmış,
onu yakalamaya gelmişler.' Ben de gittim merakla. Sonra baktım bizim kunduracı
kalfalarından birisi, bodruma girmişti, yılanı yakalayıp getirecek, millet
o havuzun başında, avlunun ortasında merakla bekliyorlar. Biraz sonra bu çıktı
geldi, içeriden öyle ıslık sesi var, işte bir şeyler okuyor, onu
duyabiliyoruz falan. Yılanı yakalamış vaziyette geldi, havuzun kenarına bıraktı
böyle, taşın üzerine, elini sabunluyor. Yılan hareket ettikçe bu dönüp
bir şey söylüyor böyle. Yani tam fısıltı halinde de duyamıyorsun, yılan
hareketsiz duruyor tekrar öyle, yani onlara gözlerimle şahit oldum. Ondan
sonra aldı yılanı götürdü."
İhsan bey gençlik yıllarının Diyarbakır'ını anlatmaya devam edecek...
"Okudu, üfledi, muska yazdı..."
"Bizim mahallede Molla Muhammed diye bir alim ve hoca vardı, hatta
annem kaç defa beni ona götürmüş okutmuştur, muska yaptırmıştır. Hatta
hiç unutmam bir gün burada ip cambazını seyretmeye götürdüler, orası
eski bir mezarlıktı. Çok afedersiniz ben orada çişimi yapmışım. Sonradan
gelince eve ben rahatsızlandım. Götürdüler beni Muhammed Efendi'ye, işte
okudu mokudu, üfledi ondan sonra bir muska yazıp verdi. Çok muskam vardı.
Yani böyle taktığım zaman fişeklik gibi olurdu, ben şimdi ilk erkek çocuğum
ya böyle üzerime titriyorlardı... Ondan sonra nazar değdiği zaman ya kurşun
döktürürlerdi evde yahut da bu 'üzerlik' dediğimiz bitki vardı. Evlerde böyle
süs gibi asarlardı iplere geçirilmiş vaziyette. Onu, tuzla beraber ateşin içine
atarlar, o zaten böyle patlar falan, ses getirirdi, o ateşin üzerinden bizi
üç defa atlatırlardı böyle, nazar değmesin diye."
Diyarbekir - Delilo
"Desem ki bu şehir Diyarbekir'dir, adım adım / Kapılarını ben çaldım
/ Ben açtım kendi elimle / Sokaklarını sevgimle / Ben kurşunladım / Anlattım
ona rüyamı bir masal gibi / Dicle'den, Karadağ'dan, Alipar'dan / Anadan,
babadan, yardan... Bu kadarmış nasibi / Dicle, bağrı yaşlardan doğagelmiş
bir nehir / İnceden, hafiften ağlayıp durur / Yılanlı, akrepli, sevdalı şehir
/ Hatırladıkça için burkulur… Şimdi... Diyarbekir dolar şimdi / Dolar boşalır
şimdi."
(İhsan Biçici'nin 1954'te Diyarbakır'dan çok uzaklarda Ankara'dayken yazdığı
ve bir bölümünü yayımladığımız bu şiir yazar Şeyhmus Diken'in
"Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım" adlı kitabından alınmıştır.
)
Milliyet - Proje danışmanları: Doç. Dr. Aynur
İlyasoğlu,
Doç. Dr. Esra Danacıoğlu
Görüşmeyi gerçekleştiren: Hakan Koçak
Deşifre / redaksiyon: Sevil Üzrek
Görüntü kaydı: Tamer Üstel
Yayına hazırlayan: Tuba Çameli
|