reklam

22 Mart 2004 Pazartesi
Ana Sayfa > Haberler

Yılanlı, akrepli, sevdalı şehir: Diyarbakır

"O zamanlar Diyarbakır'da camiler farklı bir kültürdü, sokak bambaşka bir kültür. Hatta İbn-ül Emin Mahmut Kemal, Diyarbakırlı bir şairin hayatını anlatırken der ki: 'O zamanlar çok farklı bir Diyarbakır vardı. Herhangi bir namaz vakti, Ulu Cami'nin önüne gelip iki kolunuzu açın, kucaklayabileceğiniz kadar kalabalığı kuşatın. Gözlerinizi kapayıp içlerinden birini çekip çıkarın. Bu tuttuğunuz adam ya şairdir ya da müşir.'"

Tarihe 1000 canlı tanık / 57
1934 doğumlu İhsan Biçici. Kunduracı Feyzi bey ailesinin 10 çocuğundan biri olarak Diyarbakır'da doğar ve büyür. 1953 yılında hukuk fakültesinde okumak üzere Ankara'ya gelir. 1964 yılına kadar Ankara'da yaşar. Eşi Gülgün hanım ile burada tanışır ve 1963 yılında evlenir. O yıllarda pek çok gazetede çalışır. Askerlik sonrası 1966 yılında memleketine, Diyarbakır'a döner ve avukatlık yapmaya başlar. Evliliğinden üç çocuğu olur. 1998 yılında eşini kaybetmesinin ardından kızı, damadı ve torunu ile birlikte yaşamaya başlar, işleri azalsa da avukatlık mesleğini sürdürür. Kendisiyle, adına şiirler yazdığı memleketinde, Diyarbakır'da görüştük. (DSM) Diyarbakır Sanat Merkezi'nin katkılarıyla gerçekleştirdiğimiz sözlü tarih görüşmesinin ilk bölümünü yayımlıyoruz. Bu bölümde İhsan beyin çocukluk yıllarına, 1940'lı yılların Diyarbakır'ına konuk olacağız...

Bir gün avludaki odalardan birisine bir serçe girmişti. Küçüğüm, o serçenin peşinde koşturuyorum, kapı kilitlendi. Mandalı düştü, ben içeride kaldım, ağlamaya başladım. Sonra babam camı kırdı avludan, merdiven bıraktılar, içeriye girip beni aldılar, yani o evden anı olarak aklımda kalmış. Doğduğum bu ev sur içindeydi, Bayram Paşa Camisi'nin yanından Meryem Ana Kilisesi'ne giderken sol taraftaki ilk kapıydı. Hanbeli Hacı hanımların eviydi orası." İhsan beyin çocukluk anılarını şekillendiren bu evde Biçici ailesi kiracı olarak oturmaktadır. "Kirada oturduğumuz evlerden biri de Cumhuriyet İlkokulu'nun yanında havuzlu ev diye bahsettiğimiz çok büyük avlusu, birçok odaları olan bir ev vardı. Tabii bütün odalarını biz kullanmıyorduk. Bir de hizmetçimiz vardı, biz Ayşe derdik ona, Zaza. Hiç Türkçe bilmezdi. Hatta ona sık sık tembihlenirdi işte sokakta giderken sakın konuşma, birisi bir şey sormadan ağzını açma, hani o zaman Kürtçe konuşanlara falan da ceza meza yazıyorlardı. Ondan sonra uzun süre kaldığımız Helvacı Hasan efendinin evi var. Daha sonra babam dedemin evini satın aldı. Evlerimizde mobilya yoktu. Evlerin hepsi birbirine benzerdi. Karşıda bir sedir vardı, üzerine döşekler bırakılmış. Onun kendi halısı vardır, arka kısımlara da yastıklar bırakılırdı, kadife kaplı yastıklar... Gardırop, mardırop falan yoktu. Çamaşırlar yük penceresi dediğimiz yerlere bohçalar halinde yerleştirilir, pencerenin önüne bir örtü serilirdi. Akşam bu yüklüklerden yataklar çıkarılır, yere serilir, sabahleyin kalkınca onlar toplanırdı. Hemen hemen her evin o misafir odasında tunç mangal bulunurdu."

Asker düğmesi
"Çocukken genellikle evimizin avlusu yetiyordu bize. Yani sokağa fazla çıkmazdık, yani bırakmazlardı. İşte sokağa çıktığımız zaman da şeftali çekirdeğidir, yahut da bilye oynayacağız falan. Ben demircilik oynuyordum, evimizin yanında demirci dükkanları çoktu, oradan gider demir falan toplar getirirdim. İşte ben de kendi kendime kömür mömür yakardım, bunları ısıtır ve o çekiçle döğerdim. O zaman böyle oyuncak moyuncak falan yok. Oyuncağımız şeftali çekirdeği falan. Şimdi bu şeftali yenildikten sonra, o zaman boldu Diyarbakır'da şeftali, çekirdeklerini yıkardık, temizlerdik. Bunları dizerdik böyle, işte belli bir mesafeden atacağız yani, kim ne kadar çekirdeği vurursa o kadarını kazanıyordu. Asker düğmesi de o zaman çoktu, bu İkinci Cihan Harbi sırasında, asker elbiselerinin buharla temizlendiği yerler kurmuşlardı. Oradan kopan düğmeleri toplardık. Toprağa dizerdik. Ondan sonra bilyayla belli bir mesafeden düğmeyi vurmaya çalışırdık. Bir de aşık oynardık. Evlerde sık sık paça yapılırdı. Budun uç kısmından kalan kısımdan, aşıklar ordan çıkardı. Annem onu küllü suyun içerisine bırakırdı, kaynatırdı, üzerinde et falan kalmasın diye, temizlendikten sonra o aşıklarla da oynardık. Tabii bazısının ortasını delerdik çiviyle falan, ondan sonra kurşun dökerdik içerisine, ağırlaşsın diye. Ağırlaşınca çok daha rahat vururdun. Ve köylüler çok güzel bilye yapardı, hani bizim 'gar' dediğimiz mermerden... Top mesela, o zaman annemiz bezden bize top dikerdi." İlkokula başlamadan mahalle mektebine gider İhsan Biçici. Aynı yıllarda baba mesleği olan kunduracılığa merak sarar ve sık sık babasının dükkanına gider.

Balıkçı Abuş Ağa
"Babamın dükkanı, Ulu Cami'nin bulunduğu civardaydı. Zaten Diyarbakır'da o dönemlerde, esnaflar hep belli yerlerdeydi. Yani Kasaplar Çarşısı, kasapları yalnızca orada bulabilirdiniz. İşte Yemeniciler Çarşısı, Kunduracılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, Tenekeciler, Kalaycılar, hep öyle belli yerlerdeydi, onun dışında esnaf başka bir yerde dükkan falan açmazdı. Bir de dedemin dükkanı vardı. Dedem hem bahçıvandı hem Diyarbakır'ın en ünlü balıkçısıydı, zaten lakabı Balıkçı Abuş ağaydı. Abdurrahman'dı ismi, herkes Abuş ağa derdi ona. Çok sevilip sayılan bir insandı. 1945 yılında, ben ilkokul birinci sınıftayken vefat etti. Babam ise Fevzi usta diye anılırdı. Fazla lüks ayakkabı değil de, böyle orta halli insanlar için iskarpin dediğimiz erkek ayakkabısı ile şehirli hanımların giydiği 'zenne' dediğimiz ayakkabılar yapılırdı dükkanında. Ve daha çok köylülerin giydiği böyle cicili, bicili işte, kırmızı renkte 'sahtiyan' dediğimiz bir deriden yemeni imal edilirdi. Mesela Muş'a ayakkabı gönderdiğini çok iyi bilirim. Ayakkabı malzemelerinin satışını da yapardı yani köseledir, deridir falan. Ben çok hevesliydim mesleği öğrenmeye ama babam kızardı. 'Ben senin okumanı istiyorum' derdi. O yüzden mesleği tam olarak öğrenmedim. Ama çok seviyordum dükkanı. Hiç unutmam bayram yaklaştığı zaman, şimdi önce siparişler falan yapılır, bayrama bir gün kala ev halkının ve dükkanda çalışan işçilerin ayakkabıları yapılırdı. Bayramda her işçinin bir çift ayakkabı hakkı vardı, son gün sipariş falan almazlardı, bizim ayakkabılarımız da özenilerek yapılırdı orada."

Kunduracıların piri
"Bütün mesleklerin pirleri vardı, bu bizim pir olarak vasıflandırılan esnaf derneği başkanı gibi. O dönemde işte birisini esnaf kendi arasından seçiyor, o esnafın önderliğini yapıyordu. Hatırlıyorum, bizim dükkanla aynı binada Yemeniciler Çarşısı vardı, onlar sadece yemeni yaparlardı. 1947 yılında bu lastik çizmeler, siyah lastik çıktığı zaman, bu ayakkabıcılığın da yemeniciliğin de sonu oldu. Çok ucuz fiyata satılıyordu, tabii köylü çok ucuz bulunca onu aldı. Babam o zaman işte bu kunduracı esnafının piriydi. Babam tuttu işte, yemeniciler esnafı da toplandı, işte cumhurbaşkanlığına, başbakana, ticaret bakanına birer dilekçe şeklinde, bana yazdırttılar işte, onlar söylüyor, ben yazıyorum. İşte kendi durumlarına bir çözüm getirilmesi için, tabii hiçbir çözüm de getirilmedi ve yavaş yavaş o dükkanlar kapanmak zorunda kaldılar. O zamanlar dükkan açacak insan eğer ustasının iznini almamışsa, iyi gözle falan bakmazlardı yani mutlaka o ustasından gelip rıza alacak, gidecek. Bir de kalfaların her birisinin ustalaştığı dallar vardı. Mesela bu Abdul kalfa dediğimiz, zenne, kadın ayakkabısına ustasıydı. İşte erkek ayakkabısını yapan usta ayrıydı... Hatırlıyorum, 29 Ekim oldu mu mutlaka bütün esnaf resmi geçit olacağı zaman dükkanları kapatırdı, zabıta yani, herkes bayrak asmak zorundaydı. Esnaf dükkanları kapatır herkes merasime giderdi. O zaman köylüler bile geçerdi, resmi geçitte." Çocukluğunun geçtiği çarşılarda bakırcılıktan kuyumculuğa, dökümcülükten keçeciliğe kadar pek çok mesleğin yok olduğuna tanıklık eden İhsan bey "Diyarbakır o zamanlar çok canlı ve güzeldi" diyor ve ekliyor: "El sanatları çoktu, mesela tabakhane vardı tabii kalmadı şimdi. Fabrika yapımı alüminyum tabaklar çıkınca bakırcı esnafı da öldü. Suriye'ye top namlusu dökerlermiş buradan düşünün, Dökümcüler Çarşısı'nda. Bakırcılıkla birlikte kalaycılık da gitti. Keçeciler vardı, onlar da kapandı. Hatta o zaman biz çocukken uzaktan seyrederdik. Yün atarken bir de çok güzel bir ses çıkardı. Hem yünü kendileri hazırlardı hem keçe yaparlardı hem o keçeyi, yün, beze sardıktan sonra ayaklarıyla yuvarlıya yuvarlıya, öyle bir ahenkle yani, türküyle mürküyle giderlerdi. Bu sanatların işte hepsi öldü." İhsan Biçici giden, sayıları azalan gayrimüslimlere de değiniyor yaşam anlatımında: "Mesela burada bu taş işçiliği daha çok Hıristiyanların işiydi, kuyumculuk öyle, demircilik öyle, mesela ünlü marangozlar vardı yani yine gayrimüslimdi onlar. Diyarbakır evlerinde bizim bu horasan işini, duvarların badana işini, hep Hıristiyan kadınlar yapardı. Dayanışma mesela gayrimüslimlerin arasında daha fazlaydı. Yani dilenen bir tane gayrimüslim göremezdiniz. Çok şey olursa kilise onu kendi şeyine alıyordu. Mesela bizim ilkokulda yani Ermeni falan çok daha fazlaydı, Ermeni mahallesi de yakındı bize. Bir tane Yahudi sınıf arkadaşım vardı ilkokulda, zaten Yahudilerin çoğunluğu 1948 yılında falan İsrail devleti kurulduktan sonra Diyarbakır'dan göçtü gitti. Diyarbakır Yahudileri, Ermeni ve Süryaniler gibi sanatkâr değillerdi."

Yılanlı evler
"O zamanlar dedemin dükkanı eski kasaplar çarşısındaydı. O çarşının ön cephesi şimdilerde zaten yok, yıkıldı. Dedemle rahmetli Şeyh Güzel'in dükkanları karşı karşıyaydı. Bazen beni de yanında Şeyh Güzel'in dükkanına götürürdü. Şeyhin dükkanındaki yılanları seyrederdim. Şeyh Güzel'in dükkanının tavan ve duvarlarında sepetlerin içinde asılmış vaziyette birçok yılan vardı. Bazen yeni bir yılan yakalamış olurdu şeyh. İşte gelirdi dükkana bakarsın kendi gömleğinin içerisine falan koymuş yılanı böyle falan kıpırdıyor, görüyorsun. Akrep bile olurdu. Böyle kolunun üzerine koyardı, akrep böyle yürür giderdi. Bunlara dokunmazdı, artık ne hikmetse onu bilemiyorum. Bir süre sonra o yılanları tekrar götürüp bahçelere bırakırdı. Eski Diyarbakır evlerinin hemen hepsinde de her evin bir yılanı ve yılanla ilgili bir de hikayesi vardı. Babamın kunduracı olması nedeniyle bizim bütün kalfalarımız şeyhlerin müridiydiler. Hepsi de elleriyle yılan tutarlardı. Koyunlarından yılan çıkarırlardı. Boyunlarında yılan gezdirirlerdi... Zaten o günlerin Diyarbakır'ında üç tarikat ve bunların şeyhleri vardı. Rufai, Kadiri ve Nakşibendi... Bizim evimizin biraz ilerisinde, akşamüzeri, okuldan çıktım, baktım mahallede çocuklar koşturuyorlar. Dediler ki, 'Evde yılan varmış, onu yakalamaya gelmişler.' Ben de gittim merakla. Sonra baktım bizim kunduracı kalfalarından birisi, bodruma girmişti, yılanı yakalayıp getirecek, millet o havuzun başında, avlunun ortasında merakla bekliyorlar. Biraz sonra bu çıktı geldi, içeriden öyle ıslık sesi var, işte bir şeyler okuyor, onu duyabiliyoruz falan. Yılanı yakalamış vaziyette geldi, havuzun kenarına bıraktı böyle, taşın üzerine, elini sabunluyor. Yılan hareket ettikçe bu dönüp bir şey söylüyor böyle. Yani tam fısıltı halinde de duyamıyorsun, yılan hareketsiz duruyor tekrar öyle, yani onlara gözlerimle şahit oldum. Ondan sonra aldı yılanı götürdü."
İhsan bey gençlik yıllarının Diyarbakır'ını anlatmaya devam edecek...

"Okudu, üfledi, muska yazdı..."
"Bizim mahallede Molla Muhammed diye bir alim ve hoca vardı, hatta annem kaç defa beni ona götürmüş okutmuştur, muska yaptırmıştır. Hatta hiç unutmam bir gün burada ip cambazını seyretmeye götürdüler, orası eski bir mezarlıktı. Çok afedersiniz ben orada çişimi yapmışım. Sonradan gelince eve ben rahatsızlandım. Götürdüler beni Muhammed Efendi'ye, işte okudu mokudu, üfledi ondan sonra bir muska yazıp verdi. Çok muskam vardı. Yani böyle taktığım zaman fişeklik gibi olurdu, ben şimdi ilk erkek çocuğum ya böyle üzerime titriyorlardı... Ondan sonra nazar değdiği zaman ya kurşun döktürürlerdi evde yahut da bu 'üzerlik' dediğimiz bitki vardı. Evlerde böyle süs gibi asarlardı iplere geçirilmiş vaziyette. Onu, tuzla beraber ateşin içine atarlar, o zaten böyle patlar falan, ses getirirdi, o ateşin üzerinden bizi üç defa atlatırlardı böyle, nazar değmesin diye."

Diyarbekir - Delilo  
"Desem ki bu şehir Diyarbekir'dir, adım adım / Kapılarını ben çaldım / Ben açtım kendi elimle / Sokaklarını sevgimle / Ben kurşunladım / Anlattım ona rüyamı bir masal gibi / Dicle'den, Karadağ'dan, Alipar'dan / Anadan, babadan, yardan... Bu kadarmış nasibi / Dicle, bağrı yaşlardan doğagelmiş bir nehir / İnceden, hafiften ağlayıp durur / Yılanlı, akrepli, sevdalı şehir / Hatırladıkça için burkulur… Şimdi... Diyarbekir dolar şimdi / Dolar boşalır şimdi."
(İhsan Biçici'nin 1954'te Diyarbakır'dan çok uzaklarda Ankara'dayken yazdığı ve bir bölümünü yayımladığımız bu şiir yazar Şeyhmus Diken'in "Diyarbekir Diyarım Yitirmişem Yanarım" adlı kitabından alınmıştır. )
Milliyet - Proje danışmanları: Doç. Dr. Aynur İlyasoğlu,
Doç. Dr. Esra Danacıoğlu
Görüşmeyi gerçekleştiren: Hakan Koçak
Deşifre / redaksiyon: Sevil Üzrek
Görüntü kaydı: Tamer Üstel
Yayına hazırlayan: Tuba Çameli

 

Mart 2004 Arşivi

pt sl çr pr cm ct pz
01 02 03 04 05 06 07
08 09 10 11 12 13 14
15 16 17 18 19 20 21
22 23 24 25 26 27 28
29 30 31
diğer aylar için tıklayın

ARKIMEET

ARKIMEET "Çağdaş Hollanda Mimarlığı" Konferansları serisinin davetlisi olarak, Adriaan Geuze 22 Mart 2004 Saat: 19:00'da İTÜ Maçka Kampüsü Mustafa Kemal Anfisi (Eski Maçka G Anfisi)'nde konferans verecek.

Davetiye için tıklayın.


Philips Armatür'ün katkılarıyla

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz