İstanbul’un arka
sokakları

Fotoğraf: Senih Gürmen
|
Bu hafta İstanbul’un arka sokaklarında dolaşıyoruz.
Tarlabaşı ve Kurtuluş, karşılıklı iki tepe üzerinde kurulmuş,
birbirinden oldukça farklı iki semt. Şehrin içine, derinine doğru
yolculuk yapmayı sevenler için keşfedilmeyi bekleyen sokaklar, tarihi
evler ve anıtsal yapılarla dolu bir küçük coğrafya. |
Kiliseler, camiler, dar sokaklar, ayazmalar ve bir kış günü bu 2 bin 700
yıllık kentin tarihi bir bölgesinde kendini kaybetme isteği. Tarlabaşı-Kurtuluş
bölgesini kendi başınıza gezebileceğiniz gibi, kültür gezileriyle tanınan
Fest Turizm’in turlarına da katılabilirsiniz. Ancak bunun için ocak ayı
sonuna kadar beklemeniz gerekiyor. Hatırlatmakta fayda var, özellikle Tarlabaşı
sokaklarını gezerken güvenliğiniz için dikkat etmeniz gerekiyor. Biz yine
de Fest Turizm’in rotasını izleyerek, bazen kafamıza göre pusulamızın gösterdiği
yönlerden birini seçerek sevinçli bir yolculuk yapacağız.
Tarlabaşı denilen semtin üst sınırları Taksim Meydanı ile Cumhuriyet
Caddesi’nin kesiştiği ve adına Talimhane denilen noktadan başlar, batıda
İngiliz Konsolosluğu’nun arkasında yer alan Kamer Hatun Camii’ne kadar
uzanır. Buraya Tarlabaşı Bulvarı adı verilir. 1986’da Bedrettin Dalan’ın
belediye başkanı olduğu dönemde açılan bu bulvar için 350 tarihi ev yıkılmış,
sadece 1911’de Mimar Kemalettin Bey tarafından inşa edilen Kamer Hatun Camii
kurtulabilmişti.
Bulvara batıdan girenler yolculuğa bu sade camiden başlayabilir. Modern
zamanların ilk önemli mimarlarından biri olan Mimar Kemalettin Bey’in eseri
olan caminin içini görmeden güzelliğini anlayamazsınız.
Eskiden Tarlabaşı olduğu gibi Müslüman mezarlıklarıyla kaplıydı. Bölgedeki
yerleşim, Pera’daki evlerde ve işyerlerinde çalışan Ermeni personelin
ikamet ettiği Dudu Odaları Sokağı’nda başladı. 1830’dan itibaren
semtlerin arasındaki büyük mezarlıkların kaldırılmasına karar verildi. Böylece
Tarlabaşı ve Gümüşsuyu ortaya çıktı. 1850’lerden sonra Tarlabaşı’nda
iskan başladı. Eski Tarlabaşı Caddesi’nin iki yanında bitişik nizam
apartmanlar kuruldu. O vakitler caddede yürüyenler yol boyunca Ermenice,
Rumca, İtalyanca, İngilizce, Sırpça, Bulgarca konuşan insanlarla yani azınlık
ve levantenlerle karşılaşırdı. Ünlü terziler, kumaşçılar, kuyumcular,
ayakabıcılar, kozmetikçiler, şapkacılar buradaydı.
Bu durum 1940’lara, Varlık Vergisi’nin yarattığı sarsıntıya kadar sürdü.
Tarlabaşı ve Kurtuluş 1955’te meydana gelen 6-7 Eylül olaylarında en çok
yağmalanan semt oldu. Semtin huzuru kaçtı. Azınlıklar ve levantenler
mahalleleri terk etti. Yurtdışına çıkanların çoğu binalarını emanetçilere
ya da avukatlara bıraktı. Evlerin büyük kısmı da vakıflara ya da
Hazine’ye geçti. Kamuya geçen meskenler bakımsızlıktan ve işgalcilerin
talanından dolayı harabeye dönüştü. 1990’ların başlarından itibaren
semtin büyük bir bölümü işgalcilerin eline geçti.
Adam Mickiewicz'in Evi
Gezimizin önemli duraklarından biri Sakızağacı Caddesi, Eski Çeşme
Sokak 12 numarada yer alan İstanbul Sanat Merkezi. Bina, Ermeni Anarat Huguyun
Vakfı’na ait. 1843’te manastır olarak yapılmış, 1930’lardan 1982’ye
kadar ortaokul ve lise olarak hizmet vermişti. 1989’da Ziya Ilgaz ve Adnan
Vurdevir’in girişimleriyle sanat merkezi oldu. İçinde Mahir Günşiray’ın
yönetimindeki Tiyatro Oyunevi var. 17-18-24-25 Aralık’ta ‘Unutmak’ adlı
bir oyun sahneleniyor. Binada ayrıca bir kilise, sanat galerileri, dans atölyeleri
de var.
Sakızağacı Caddesi’nin sonunda bulunan ve pek fazla gidilmeyen bir müze
yer alıyor. Mahalle son iki-üç yıldır kapkaççıların üslendiği bir
merkeze dönüşmüş. Bu nedenle giderken dikkatli olmak, grup halinde gezmek
gerekiyor. Serdar Ömer Paşa Sokağı ile Tatlı Badem Sokağı’nın kesiştiği
köşede ünlü Polonyalı şair Adam Mickiewicz anısına düzenlenmiş bir müze
var. ‘Doğmuşum kölelik içinde / Zincire vurulmuşum daha beşikte / Selam
sana istikbalin fecri / Ardından doğacaktır hürriyet güneşi...’
dizelerinin yazarı Mickiewicz, 1855’te mülteci olarak İstanbul’a gelip bu
evde yaşamaya başlamıştı. Şairin amacı, İstanbul’da bulunan Rus işgaline
karşı Polonyalı muhalifler arasındaki görüş ayrılıklarını gidermekti.
Fakat, Mickiewicz’in yaşadığı günlerde İstanbul’da kolera kol
geziyordu. Şair de bu hastalığa yakalanarak 28 Kasım 1855’te hayata veda
etti.
Müze 1955’te açıldı
Arkadaşı tarihçi T.T. Jez’in cenaze törenini anlatan yazısından, o
zamanların Tarlabaşı’nı anlamak mümkün: ‘Beyoğlu’nun çamurlu
yolları arasında, bir çift öküzün çektiği, sade bir tabut vardı.
Polonyalılardan başka kimse yok sanıyordum. Yanılmış olduğumuzu biraz
sonra anladık. Arkamızda, sokağı kaplamış, başlarına siyahlar sarmış,
sel gibi bir kalabalık akıyordu. Cenaze alayında, her ulusu temsil eden kişiler
vardı. Sırplar, Dalmaçyalılar, Karadağlılar, Arnavutlar, İtalyanlar, özellikle
Bulgarlar çoğunluktaydı.’
İlk kez 1870’te binaya bir plaket çakıldı. 1902’de evin müzeye dönüştürülmesi
için kampanya başlatıldı ama bu kampanya şairin ölümünün 100. yıldönümünde
1955’te hedefine ulaşabildi. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne bağlı
olan bu müzede şairle ilgili, belgeler, fotoğraflar, büstler ve Polonya’nın
özgürlük mücadelesine ayrılmış bir bölüm yer alıyor. Pazartesi dışında
her gün 09.30-17.00 saatlerinde ziyarete açık ancak bu aralar temizlik yapıldığından
15 Aralık’tan sonra gezebilirsiniz.
Tarlabaşı’ndaki üçüncü durağımız Aya Konstantin Rum Kilisesi.
Kalyoncu Kulluğu Caddesi ile Kemerbostan Sokağı arasındaki kilise (1861) iki
zarif çan kulesi ve İyon tarzı sütunlarıyla dikkati çekiyor. Taksim’i
Dolapdere’ye bağlayan yokuştan inip vadinin düzlüğüne ulaştığımızda
Panayia Evangelistria Kilisesi’yle karşılaşırız. Bilgi Üniversitesi
Dolapdere Kampusu’na yakın Kasap Hurşit, Hacı İlbey ve Mirimiran sokakları
arasında kalan bu kilisenin eskiden caddeye cephesi vardı. Ama 1950’lerde önüne
bir dizi dükkan yapıldı. Bunlar zamanla kat çıkarak kilisenin önünü
kapadı.
Sıra Tatavla'da
Dolapdere’nin hemen başlangıcındaki yokuşu tırmandığınızda
kendinizi ansızın Kurtuluş’un, eski adıyla Tatavla’nın orta yerinde
bulursunuz. Kurtuluş’a doğru yola çıkmadan, Orhan Türker’in
‘Tatavla’dan Kurtuluş’a’ adlı kitabını okumanızı öneririz. Bu
mahallenin geçmişi, Kanuni dönemine kadar uzanıyor. Semtin kurulduğu alanın
eski adı Aya Dimitri Tepeleri’ydi. Burada at ahırları yani ‘tavla’lar
vardı. Bölge adını bu tavlalardan alarak Tatavla (Ta Taulon) oldu. 1929’da
yangında toplam 350 bina kül oldu, evlerin üçte biri yok oldu, kalan bölgeye
Kurtuluş adı verildi.
Burada sadece Rumlar ikamet ediyordu. İstanbul Ansiklopedisi’nden edindiğimiz
bilgiye göre, Barbaros Hayreddin Paşa’nın Ege Adaları ve Akdeniz’den
getirdiği 10 bin kadar tutsak bu bölgeye yerleştirilmiş. Girit ve İyonya
Adaları’ndan gelen ve Azapkapısı Tersanesi’nde çalışan Yunanlı işçilerin
çoğu da bu bölgede toplanmış. İstanbul’da ticaret yapan Sakız Adalılar’ın
da Tatavla’ya yerleştiği biliniyor.
18. yüzyıl sonunda Tatavla’da 20 bin Rum yaşıyordu. Padişah bir ferman
çıkararak Tatavla’da sadece Rumların ikamet edebileceğini, yabancıların
ikametinin yasaklandığını duyurdu. Ayvalık’tan sonra böylesi özel bir
statü sadece Tatavla’ya verilmiş oldu. 18. yüzyılın başlarından beri bu
semti 12 kişilik bir ihtiyar heyeti yönetirdi. Bugün İstanbul’da kalan
1500 civarındaki Rumlardan bir bölümü hálá Kurtuluş’ta yaşıyor. Semt
pastaneleri, şarküterileri, lokantaları, manavları, meyhaneleriyle tanınıyor.
Madam Despina’nın 1930’larda kurduğu Kurtuluş Son Durak, Açıkyol
Sokak’taki Despina, bölgenin en güzel meyhanesi. Nasıl olsa yolu yarıladığınızda
Kurtuluş’a varmış olacaksınız. İsterseniz semti gezmeye başlamadan bir
öğle yemeği yersiniz, dilerseniz ziyareti bitirdiğinizde akşamcılara takılırsınız.
Hürriyet - Ersin Kalkan |