Retoriksiz Bir Mimarlık Mümkün mü? Söze
Peter Handke'den bir alıntıyla başlamak istiyorum: "Güzellik, doğal
olan, büyüyen şeylerde yatar, mesaj ya da işaretlerin kendinde değil."
Ardından bir güzel laf daha ekleyelim: "nesnelerin kendi içinde olandan
başka bir fikir, bir gerçek yoktur." Bu da William Carlos Williams'dan.
Benden bu köşede birşeyler yazmam istendiğinde ne konuda yazsam diye epey
düşündüm. Herhangi bir yapıyı ya da mimarı eleştirmek mümkündü.
Koruma, çarpık kentleşme, yerel yönetimler, eğitim gibi konulara girip
verip veriştirmek de bir alternatifti. Ben ise tüm bunlar yerine daha genel,
bir o kadar da derin bir alana girmek istedim. En baştaki sözleri bir kez daha
düşünerek devam edelim.
"Biçim iklimi izler" diyor Charles Correa. Evet iklimi izlemesi
gerektiği ortada. Ama başka şeyleri de izliyor. Mesela sermaye ve onun ima
ettiği sembolleri izliyor. Kimi zaman da icat edilmiş "konseptle" üzerine
inşa ediyor kendisini. Retorikler üzerine kurulan bir mimarlık üretiminden söz
ediyorum kısacası. Özellikle de son yirmi yıldır durum daha da vahimleşti.
İnandırıcı olmayan bir üretim yöntemine yaslanan bir mimarlık eylemine doğru
evrildi.
İyi mimarlık bir 'şey'i temsil etmez aslında. Bir yapı sadece
kendisidir. Mimar ona gereken ve ihtiyaç duyduğu değerleri katar, yardımcı
olur. Carlos Williams "nesnelerin kendi içinde olandan başka bir fikir,
bir gerçek yoktur" derken önemli bir şeyin altını çiziyor: gerçekliğin
üzerini örten her neyse onu kaldırıp özünü keşfetmeye çağırıyor
bizleri. "İcat etmeyi" değil, "keşfetmeyi" kastediyor.
Dayanıklılık, varoluş, bütünlük, uyum gibi değerleri ima ediyor. Tüm
bunlarla beraber hafızamızdan neredeyse silinen sıcaklık ve samimiyeti
yeniden hatırlatıyor. 'Uzun soluklu', 'zamanını aşan'yapılar ancak böyle
bir tutum içinde üretilip nesneler dünyasına katılabiliyor, onlarla bütünleşiyor.
Böyle bir süreçte ise mimar sadece bir aracı. Böyle bir tanım içinde
bir zamanların şamanı ile aynı konumda bir aktöre dönüşüyor.
Kendi adıma tüm kişisel birikimlerin ve mesleğin bizzat kendisinin,
insanlara hizmet etmek, onların yaşam koşul ve standartlarını doğa
yasalarıyla uyum içinde geliştirmek, gerekirse dönüştürmek
gibi ciddi bir misyonu olmasına inanıyorum. Buna modası geçmiş bir
romantizm ya da toplumcu tavır diyenler çıkacaktır, olsun.
Mimarın kişisel ihtiraslarından doğmuş bir mimarlık bana inandırıcı
gözükmüyor. Müellifi orada olmadığı halde "bunu ben yarattım, ona göre..!"
düşüncesini telkin eden bir mimarlığı reddetmeli. Bir yapı kişisel
retorik olmadan da varolabilmeli. Mimarlar çoğu zaman mimarlığın içinden
çıktığı, doğduğu, onu oluşturan temel verileri unutuyorlar. Gidip başka
arayışlara, retoriklere sığınıyorlar. Buna gerek var mı? Mimarlığı vücuda
getiren şeyler ortada dururken bu arayışlar biraz suni ve boş gözükmüyor
mu? Malzemeyi, strüktürü, konstrüksiyonu, toprağı, gökyüzünü işin içine
katmak, içinde güven duyacağımız mekanlar yaratmak varken, ışığı,
havayı, davet ediciliği, bunların sağlayacağı, bize verebileceği titreşimleri
titizce ve dikkatle ele almak varken başka şeyler aramak anlamlı mı?
Herşeyi kontrol edebilen "üstat" mimar anlayışının geçerliliğini
giderek yitirdiği açık. Çünkü içinden geçtiğimiz dönemde üstat
mimarların yaşadığı dönemlerdekine benzer bir bütünlükten
bahsedemiyoruz. İşaret, simge ve görüntülerin akıp gittiği, hafızamızı
ve dünyayı doldurduğu bir dönemde 'bütünlük' nasıl sağlanabilir
bilmiyorum. Bir bütünlük arayışında olan, mimarlık gibi "problem
çözme" eylemlerinin başarılı olmalarının tek şartı var: önerdikleri
çözümlere doğal çevredeki varlıklara benzer bir ruh katmak. Bunu başardıkları
oranda 'bütünlüklü' bir ürün ortaya koyabileceklerini düşünüyorum. Bir
yapı hassas bir şekilde kendi 'yer'i ve kendi 'işlev'i gözetilerek şekillendirilirse,
kendi gücünü zaten geliştiriyor. Bunu da yapaylığın, her türlü keyfiliğin
ötesine geçerek yapıyor.
Retorik üzerine kurulan 'konsept' mimarlığı uzun dönemde onu kullanıp tüketenler
için bir şey ifade etmiyor. Yapıyı bizzat yaşayarak tecrübe edenler onun
fiziksel performansı, yakın çevresi ve coğrafyası ile kurduğu ilişkilerdeki
başarısıyla ilgileniyorlar. Yapının değişen isteklere kendini
uyarlayabilmesi 'konseptin' ötesine geçiyor. Yani yapılar çoğu zaman klişe
diye küçümsediğimiz, az önce bahsettiğim kriteler ve değerlerle kıyaslanarak
değerlendiriliyor. Bunu unutuyoruz.
Kısacası 'yer'e ve 'amaç'a inanalım. Bu kelimelerin kendilerine
inanalım. Duygularla yapıları birbirine karıştırmayalım. Bırakalım
duygular kendileri ortaya çıksın, kendileri varolsun. Üretilen mimari de
kendi gücünü bu gerçeklikler üzerine kursun. Bunu da yapaylığın, her türlü
keyfiliğin ötesine geçerek yapsın.
|