reklam

Cem İlhan
Köşe Yazısı
> Cem İlhan

27 Ağustos 2004

Retoriksiz Bir Mimarlık Mümkün mü?

Söze Peter Handke'den bir alıntıyla başlamak istiyorum: "Güzellik, doğal olan, büyüyen şeylerde yatar, mesaj ya da işaretlerin kendinde değil." Ardından bir güzel laf daha ekleyelim: "nesnelerin kendi içinde olandan başka bir fikir, bir gerçek yoktur." Bu da William Carlos Williams'dan.

Benden bu köşede birşeyler yazmam istendiğinde ne konuda yazsam diye epey düşündüm. Herhangi bir yapıyı ya da mimarı eleştirmek mümkündü. Koruma, çarpık kentleşme, yerel yönetimler, eğitim gibi konulara girip verip veriştirmek de bir alternatifti. Ben ise tüm bunlar yerine daha genel, bir o kadar da derin bir alana girmek istedim. En baştaki sözleri bir kez daha düşünerek devam edelim.

"Biçim iklimi izler" diyor Charles Correa. Evet iklimi izlemesi gerektiği ortada. Ama başka şeyleri de izliyor. Mesela sermaye ve onun ima ettiği sembolleri izliyor. Kimi zaman da icat edilmiş "konseptle" üzerine inşa ediyor kendisini. Retorikler üzerine kurulan bir mimarlık üretiminden söz ediyorum kısacası. Özellikle de son yirmi yıldır durum daha da vahimleşti. İnandırıcı olmayan bir üretim yöntemine yaslanan bir mimarlık eylemine doğru evrildi.

İyi mimarlık bir 'şey'i temsil etmez aslında. Bir yapı sadece kendisidir. Mimar ona gereken ve ihtiyaç duyduğu değerleri katar, yardımcı olur. Carlos Williams "nesnelerin kendi içinde olandan başka bir fikir, bir gerçek yoktur" derken önemli bir şeyin altını çiziyor: gerçekliğin üzerini örten her neyse onu kaldırıp özünü keşfetmeye çağırıyor bizleri. "İcat etmeyi" değil, "keşfetmeyi" kastediyor. Dayanıklılık, varoluş, bütünlük, uyum gibi değerleri ima ediyor. Tüm bunlarla beraber hafızamızdan neredeyse silinen sıcaklık ve samimiyeti yeniden hatırlatıyor. 'Uzun soluklu', 'zamanını aşan'yapılar ancak böyle bir tutum içinde üretilip nesneler dünyasına katılabiliyor, onlarla bütünleşiyor. Böyle bir süreçte ise mimar sadece bir aracı. Böyle bir tanım içinde bir zamanların şamanı ile aynı konumda bir aktöre dönüşüyor.

Kendi adıma tüm kişisel birikimlerin ve mesleğin bizzat kendisinin, insanlara hizmet etmek, onların yaşam koşul ve standartlarını doğa yasalarıyla uyum içinde geliştirmek, gerekirse dönüştürmek gibi ciddi bir misyonu olmasına inanıyorum. Buna modası geçmiş bir romantizm ya da toplumcu tavır diyenler çıkacaktır, olsun.

Mimarın kişisel ihtiraslarından doğmuş bir mimarlık bana inandırıcı gözükmüyor. Müellifi orada olmadığı halde "bunu ben yarattım, ona göre..!" düşüncesini telkin eden bir mimarlığı reddetmeli. Bir yapı kişisel retorik olmadan da varolabilmeli. Mimarlar çoğu zaman mimarlığın içinden çıktığı, doğduğu, onu oluşturan temel verileri unutuyorlar. Gidip başka arayışlara, retoriklere sığınıyorlar. Buna gerek var mı? Mimarlığı vücuda getiren şeyler ortada dururken bu arayışlar biraz suni ve boş gözükmüyor mu? Malzemeyi, strüktürü, konstrüksiyonu, toprağı, gökyüzünü işin içine katmak, içinde güven duyacağımız mekanlar yaratmak varken, ışığı, havayı, davet ediciliği, bunların sağlayacağı, bize verebileceği titreşimleri titizce ve dikkatle ele almak varken başka şeyler aramak anlamlı mı?

Herşeyi kontrol edebilen "üstat" mimar anlayışının geçerliliğini giderek yitirdiği açık. Çünkü içinden geçtiğimiz dönemde üstat mimarların yaşadığı dönemlerdekine benzer bir bütünlükten bahsedemiyoruz. İşaret, simge ve görüntülerin akıp gittiği, hafızamızı ve dünyayı doldurduğu bir dönemde 'bütünlük' nasıl sağlanabilir bilmiyorum. Bir bütünlük arayışında olan, mimarlık gibi "problem çözme" eylemlerinin başarılı olmalarının tek şartı var: önerdikleri çözümlere doğal çevredeki varlıklara benzer bir ruh katmak. Bunu başardıkları oranda 'bütünlüklü' bir ürün ortaya koyabileceklerini düşünüyorum. Bir yapı hassas bir şekilde kendi 'yer'i ve kendi 'işlev'i gözetilerek şekillendirilirse, kendi gücünü zaten geliştiriyor. Bunu da yapaylığın, her türlü keyfiliğin ötesine geçerek yapıyor.

Retorik üzerine kurulan 'konsept' mimarlığı uzun dönemde onu kullanıp tüketenler için bir şey ifade etmiyor. Yapıyı bizzat yaşayarak tecrübe edenler onun fiziksel performansı, yakın çevresi ve coğrafyası ile kurduğu ilişkilerdeki başarısıyla ilgileniyorlar. Yapının değişen isteklere kendini uyarlayabilmesi 'konseptin' ötesine geçiyor. Yani yapılar çoğu zaman klişe diye küçümsediğimiz, az önce bahsettiğim kriteler ve değerlerle kıyaslanarak değerlendiriliyor. Bunu unutuyoruz.

Kısacası 'yer'e ve 'amaç'a inanalım. Bu kelimelerin kendilerine inanalım. Duygularla yapıları birbirine karıştırmayalım. Bırakalım duygular kendileri ortaya çıksın, kendileri varolsun. Üretilen mimari de kendi gücünü bu gerçeklikler üzerine kursun. Bunu da yapaylığın, her türlü keyfiliğin ötesine geçerek yapsın.

 

Köşe Yazısı

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz