reklam

Ela Kaçel
Köşe Yazısı
> Ela Kaçel

23 Mayıs 2005

OMA/AMO Kimin Ütopyası?

Rem Koolhaas mimarları sadece tasarladığı binalar ile değil, evrensel iddiaları ile de kışkırtıyor: Hazırladığı bir kolaj üzerinde “Gökdelene Ölüm” kampanyasını ilan ederken, dünya ya da ¥€$ (Yen-Euro-Dolar) haritası üzerinde kapitalizmin sınır tanımayan yayılmacılığını gösterirken, eskizvari düşünce diyagramları üzerinde mimarların özerk karar verme imkanlarının ellerinden alındığını anlatırken Koolhaas, önemle şu noktayı vurgulamakta: günümüzde mimarlar, özel sektörün “hizmetkârları” durumundalar. Asıl ilginç olan nokta ise, kapital/küreselleşme/kültür endüstrisi (ya da medya) mimarların mesleki ve entellektüel özerkliğini her geçen gün daha da zayıflatırken, Koolhaas’ın kendisinin tüm kışkırtmalarına rağmen bu karamsar tablo içinden mimarlar için bir çıkış yolu olmadığını iddia etmesi. Bu durumda Koolhaas, 3K üçgenine rağmen kendisi ve mimarlığı için göreceli olarak daha özerk, daha sağlam ve daha kışkırtıcı olan bir mimarlık ortamını hem entellektüel hem de medyatik araçlar ile 3K üzerine nasıl temellendiriyor? Ve daha da önemlisi, tüm bunları yaparken kendisini diğer “star” mimarlardan nasıl ayrıştırıyor?

Hiç kuşkusuz Koolhaas’ın iki atölyesi (OMA: Office for Metropolitan Architecture ve AMO: Architectural Media Office) 3K üçgenine hizmet veriyor. Özellikle son yıllarda gerçekleştirilen projeler ile moda, sanat, eğitim ve kültür endüstrisi devlerinin adları (Prada, Guggenheim Hermitage, ITT, Condé Naste vs.), Koolhaas ile birlikte anılır hale gelmiş durumda. Koolhaas her ne kadar Bilbao Guggenheim Müzesi’ni tüm dünyaya bir salgın gibi yayılan “Bilbao efekti” dolayısıyla eleştirse ve Frank Gehry’i rakibi olarak gösterse de, ABD’de şimdiye kadar sayısı üçe ulaşan Prada mağaza ve ofis tasarımlarına tüketicilerin gösterdiği ilgi ve eleştirmenlerden gelen yankılar göz önüne alındığında, “Prada efekti”nin Bilbao efektinden daha az hatırı sayılır olduğunu iddia etmek çok güç. Eğer Gehry ve Koolhaas arasındaki rekabet 3K koşulları altında bir yanılsamadan ibaret ise, diğer bir ilginç soru, Koolhaas’ın böyle bir yanılsamayı mimarlık söylemi içinde nasıl işler hale getirebildiği ve nasıl meşrulaştırdığıdır.

Modernite içinde entellektüellerin rolünü sorgulayan Fransız sosyolog Pierre Bourdieu için entellektüel olmanın iki koşulu var: İlk koşul, entellektüel üretimin kendine has kuralları içinde dini, ekonomik vb. güçlerden özerk ve bağımsız olarak yapılması; ikincisi ise, bu özerk üretim sırasında edinilen yeterlik ve otoriteyi politik alanda etkin hale getirmek. 19. yüzyılın sonundan itibaren sanatçılar, yazarlar ve bilim adamları politik alanda etkin olmaya başladıkları zaman, reddettikleri ilk şey, reel dünyanın para, güç ve şöhret gibi değerleri idi. Bu değerleri, etik ve humanist değerler aracılığıyla dönüştürmek, entellektüellerin politik alanda verdikleri en önemli mücadele idi.

Mimarların bugünkü entellektüel faaliyet alanına baktığımızda ise, ne Koolhaas ne de yeni mezun bir mimar, maddi değerleri etik değerler karşısında yadsımamaktadır; hatta Koolhaas daha da ileri giderek star-mimarların maddi kazançlarının, film yıldızları ya da star-ressamlarınkinin kat kat altında olmasından yakınmakta; dolayısıyla entellektüellerin başta reddettikleri maddi değerleri yeniden gündeme getirmektedir. Etik ve maddi değerler arasındaki çizgi giderek daha da belirsizleşiyor. Tam da bu noktada mimarlık ve medya arasındaki paradoksal ilişki su üstüne çıkıyor. Bourdieu, medyayı günümüzde entellektüellerin özerkliğinin en büyük tehdidi olarak görürken, Koolhaas mimarların 3K koşullarına teslim ettikleri özerk konumlarını medyanın araçları ile kurtarmaya çalışıyor. Ancak bunu, kendisine bir “kurtarıcı” rolü biçmeden yapıyor; dolayısıyla Bourdieu’nun ütopyası olan “kolektif entellektüel”in evrensel kaygılarını ve uluslararası bir sosyal ağ olarak örgütlenme çabalarını mimarlık için dile bile getirmiyor. Diğer bir deyişle, medyayı mimarlık için bir araç olarak kullanmasına rağmen Koolhaas, bunu mimarların özerkliğini kurtarmak ya da korumak amacı ile yapmıyor; ve böylece, Bourdieu’nun ütopyasının en azından mimarlık alanında gerçekleşemeyeceğinin kötü müjdesini veriyor.

Mimarlar ve medya arasındaki paradoksal ilişki, mimarların özerkliği ile birlikte eşzamanlı olarak mimarlara ve tasarladıkları binalara getirilen eleştirilerin dayandığı temelleri de sorunsallaştırıyor. Medya, mimarlar ve kamu arasında bir aracı konumunda iken bir mimarın tasarladığı binayı manipüle edip binaya iddia edebileceğinin ötesinde yeni anlamlar yükleyebiliyor. Özellikle gündelik basının mimarlık ürünlerini okuyucu kitlesine sunarken öne çıkarttığı değerler ve benimsediği değerlendirme kriterleri, otoriter bir tavırla mimarlık disiplininin kendine özgü eleştiri kriterlerini ekarte edebiliyor. Günümüzde artık, bir mimarlık ürünü disiplin içindeki hatırı sayılır eleştirmenler ya da tarihçiler tarafından değerlendirilmeden önce New York Times, The Guardian gibi gündelik basında yazan mimarlık eleştirmenleri tarafından eleştiriliyor ve kamuya bu mimarlık ürünü -deyim yerinde ise- neşrediliyor. Nitekim Frank Gehry’nin Bilbao Guggenheim Müzesi için “mucize” yakıştırmasını yapan NYT eleştirmeni Herbert Muschamp, müzenin popüleritesini onaylarken ve hatta kamçılarken, Jean Baudrillard gibi bir düşünürün aynı müzeyi bir “ready-made” ya da “sanal mimarlığın bir prototipi” olarak tanımlaması sadece akademik alanda dolaşıma girmekle sınırlı kalıyor.

Koolhaas’ın en azından kendi mimarlık ürünlerini medyanın sahip olduğu bu yargı mekanizmasına “eti senin kemiği benim” türünden bir yaklaşımla teslim edip etmediği ve nasıl bir strateji uyguladığı üzerinde düşünülmesi gereken bir nokta. Bir taraftan, Koolhaas bina fonksiyonlarını kalıp bir mimari çözüm olarak “ayakkabı kutusu” içine sığdırmayı reddederken, diğer taraftan OMA yapılarını değerlendirecek eleştirmenlerin eleştirilerini ısrarla kalıplaşan estetik değerler içine “uydurmaya” çalışmaları, ortaya hem anlamsız hem de absürd bir durum çıkartacaktır. Tam da tarif ettiğim bu nedenden dolayı, Koolhaas medyanın tahrip edici gücünü birinci etapta etkisiz hale getirebilmekte; fakat tabii ki medya, Koolhaas’ın bu stratejisi karşında yeni eleştirmenler ile donanıncaya kadar.

Koolhaas’ın mimarlık eğitiminden önce gazetecilik geçmişinin olması, ikinci stratejinin geliştirilmesine önemli bir dayanak sağlıyor. Koolhaas’ın mimarlık disiplinine 1995 yılında tam anlamıyla bir gülle gibi düşen ‘hantal’ S,M,L,XL kitabı, medyatik bir tavırla mimarlık düşüncesini ve çizimlerini binbir farklı görüntü ile iç içe koyarak 1344 sayfalık bir kolaj oluşturmuştu. Verdiği konferanslarda ise Koolhaas, kuşkusuz yayınladığı kitaplardan çok daha farklı ve seçici medyatik bir ortam oluşturuyor. Konferanslarında gösterdiği her görsel malzeme, izleyiciye ya da eleştirmene bir OMA binasının görsel anlatımının nasıl kurguladığının ve bu görselliğin nasıl bilinçli bir şekilde seçildiğinin ipuçlarını veriyor. Diğer bir deyişle, Koolhaas binalarını görsel olarak birer “mucize” olarak sunmaktan ziyade, binanın yapımı ve kullanımı sırasında yarattığı görselliği özellikle vurguluyor. Dolayısıyla, bir anlamda binanın kendi başına bir obje olduğu iddiasını (Bilbao Guggenheim örneğindeki gibi) hükümsüz kılıyor. Birbirleriyle hiçbir ilişkisi yokmuş gibi görünse de, ne Pekin’deki CCTV binasının temel atma töreni sırasındaki bürokratik geleneklerin ne de Brüksel’de Avrupa Birliği için tasarlanan geçici sergi çadırının dışındaki protestoların izleyicilere sunulan görselliği, Koolhaas’ın mimari ve politik yaklaşımına medya tarafından “biçim” verilip yorumlanmasına ve kamuya “mucize” olarak aktarılmasına fırsat vermiyor. Tartışmasız, Koolhaas bu örnekteki gibi çok ince ve hassas stratejileri ile meslektaş rakiplerinin karşısında kendi koyduğu sınırlar içinde mimarlığı medyaya konu ediyor. Dolayısıyla medyayı, medyanın kendi araçları ile ikinci kez bozguna uğratıyor. Ancak tam da bu noktada, Koolhaas bahsettiğim iki fotoğrafı politik içerikleri hakkında yorum yapmadan sadece göstererek, kendisinin muhtemel “entellektüel” ve “eleştirel” yorumunun yorumunu sözüm ona izleyiciye bırakıyor. Mimarlık tarihçisi Joan Ockman’ın deyişiyle Koolhaas, tasarımlarında “estetik bir akıl oyunu” oynuyor. Benim bahsettiğim görsel strateji ise, bu estetik akıl oyununun ne kadar kırılgan, ikircikli, ama aynı zamanda politik olduğunu ortaya koyuyor.

Koolhaas geçen ay Cornell Üniversitesi’nde verdiği konferansını, Brüksel’de dairesel sergi çadırının bulunduğu göbekli kavşak üzerinde toplanan muhtemelen AB karşıtı protestocuları gösteren bir fotoğraf ile bitirdi. Koolhaas’ın AB için hazırladığı sergi tümüyle sirk görünümündeki çadırın içerisinde yer alırken, çadırın dışındaki alan kamuya bırakılmıştı. Koolhaas’ın yorumu, çadırın sadece sergi için değil protestolar için de mekan oluşturduğu üzerine idi. Protestonun hangi bağlamda, kimin tarafından yapıldığına ise hiçbir açıklık getirmedi. Fotoğrafın izleyiciye doğrudan ‘söylediği’ ise protesto edenlerin muhtemelen İslami bir grup ya da gruplar olduğu idi. Koolhaas’ın fotoğrafın politik içeriğini önemsemeyen tutumu, Bourdieu’nun ütopyasını bir kez daha boşa çıkarırken akıllara Jacques Tati’nin Playtime filminin finalindeki atlı karıncaya dönüşen göbekli trafik kavşağı geliyor. Koolhaas, Brüksel’in işlek bir trafik kavşağının ortasına rengarenk bir sirk çadırı yerleştirerek Tati’nin ütopyası olan bu özgürleştirici, demokratik ve kolektif karnaval havasını modernitenin eleştirisi içinden mi yaratıyor yoksa medyanın yaptığı gibi azınlık gruplarının dışlanmışlığını hem mekansal hem de görsel olarak vurgulayarak politik alandaki karşıt güçlerin arasındaki sınırları daha da mı meşrulaştırıyor?

Yazarla yazı ile ilgili görüşlerinizi paylaşmak için aşağıdaki formu kullanabilirsiniz. 

Ad : *

Soyad : *

Email : *

Meslek :   

Mesaj :   *

   

 
  

Köşe Yazısı

Mimarlık ve tasarım dünyası ile ilgili genel tartışma konuları Mimarlık forumunda

Arkitera.com/forum

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz