reklam

İhsan Bilgin
Köşe Yazısı
> İhsan Bilgin

18 Eylül 2004

Beton ve Sanat

"Mimarlık doğayı insana yaklaştırır." demişti Martin Heidegger. Modern şehirlere bakılarak anlaşılabilecek, doğrulanabilecek bir söz gibi gelmiyor kulağa.

Daha ziyade Siena, Bologna, Brugge, Safranbolu gibi ortaçağ şehirlerine, daha da ötesi kırsal peyzaja işaret eden bir ifade gibi tınlıyor. İnsanın içinde kendini mutlak bir yabancı olarak bulacağı el değmemiş doğayı, kendi zihninden ve elinden çıkmış artifaktlar aracılığıyla benimsemesinin, içselleştirmesinin ifadesi olarak görünüyor bu yerleşmelerin mimarileri.

Modern şehirlere ve metropollere gelince iş değişiyor. Doğanın tamamen askıya alındığı bir büyüklüğün ve yoğunluğun içinde, ona yaklaştıracak bir aracıyı değil gerçekleştirmek, hayal etmek bile zor. Metropoller, doğayı içselleştirmek şöyle dursun, hala bir yerlerde bulunabileceğini bile düşündürtmüyorlar. Dolayısıyla doğal ve artifisiyel olan arasındaki zincir de kesintiye uğramış oluyor. Doğa, insan ile hayal ettiği ve yaptığı arasındaki tansiyonu tetikleyen, anlama aracılık eden bir referans, bir uğrak olmaktan çıkıp devre dışı kalıyor. İnsanın doğayla, kendine verilmiş olanla değil, kendi yaptıklarıyla ilişkisi ön plana çıkıyor. Kendi elinden ve zihninden çıkmış olanla mesafesi konu haline geliyor. Kendi yaptığıyla uğraşır hale geliyor insan, araya kendinden önce yapılmış olanı sokmadan. Kendiyle uğraşıyor, araya ötekini (bilinmeyeni/mitik olanı) sokmadan. Ancak bu kez de kendi elinden ve zihninden çıkan, bir "öteki"ne (bilinmeyene, efsaneye) dönüşmüş oluyor. Kısa devre yapmış, tamamlanamamış bir dolayım ilişkisine dönüşüyor insanın yaptığıyla ilişkisi böylelikle.

Negatif vurgulu yan anlamıyla "betonlaşma" adlandırması bu kısa devrenin evrensel hale gelmiş ifadesi olarak çıkıyor karşımıza. Çağdaş metropollere ilişkin rahatsızlıkları, hayal kırıklıklarını kestirmeden ifade etmeye yarayan bir klişe "betonlaşma". 20. yüzyıl metropollerinde ortaya çıkan bina ihtiyacının karşılanmasında baş rolü oynamış bir araç olarak betona yüklenmiş oluyor bu klişe aracılığıyla sorumluluk. Ondan şikayet etmekle, onu şikayet sözcüğüne dönüştürmekle kendi yaptığından, kendinden şikayetini dile getirmiş oluyor aslında insan kestirmeden.

İşin bir de öteki tarafı var: insanın kendi yaptığıyla arasındaki mesafesini, memnuniyetsizliğini otomatiğe alınmış bir refleksin ifadesi olmaktan çıkarıp, bilinçli bir işleme, güncel anlamıyla eleştiriye, kastedilmiş, düşünülmüş, tasarlanmış bir pratiğe, demek ki bir ürüne ve ifadeye dönüştürmek anlamına gelmeye başlıyor 20. yüzyılda sanat. Modern sanat insanın kendi yaptığını kendisine başka türlü gösterme gücünden alıyor iddiasını her şeyden önce. Alışılmış, sıradanlaşmış yaşantı deneyimlerini olduğu kadar, içi boşalmış klişeler yoluyla dile gelen şikayetleri de ilk bakışta göründüklerinden farklı bir çehreye büründürdükten sonra yeniden sunma iddiasını taşıyor bizlere.

20. yüzyıl mimarlığının betonla ilişkisi de bu tansiyon üzerinden okunabilir: Mimarlığın betonla, tarihteki bu ilk artifisiyel yapı hammaddesiyle ilişkisi, onu yapılı çevrelerin modern konvansiyonlarına uyum sağlayacak şekilde dağarcığında tutmak ile, onu sessizce içinde devinilen konvansiyonları açığa çıkaracak, başka türlü gösterecek şekilde kullanmak ve dağarcığını zenginleştirmek arasında salınarak kuruldu 20. yüzyıl boyunca: Konvansiyon olmadan sanatsal pratiğin konusu, nesnesi de olmazdı. Sanatsız da hayallerimizi genişletemez, kendi şikayetlerimizin içinde kavrulur giderdik.

Sanatla hayat arasındaki bıçak sırtında yürüyen ilişkinin içinden konuşmanın dayattığı iki zorunlu uyarı:

1. Gündelik konvansiyonlarla sanatsal pratik arasındaki ilişkiyi eşitler arasındaki bir güçler dengesi olarak okumamak, birincisinin baskınlığı ve koyuluğu ile ikincisinin uçuculuğu ve kırılganlığı arasındaki asimetriyi göz önünde bulundurmak gerekir. Akıntı olmadan ters-akıntı da olmazdı. Ama ters-akıntı olmadan akıntının olabileceğini biliyoruz. Ancak bir tarihten, bir hikayeden yoksun kalmak anlamına gelirdi ters-akıntıdan, sanatsal pratikten, estetikten yoksun olmanın bedeli.

2. Fenomenal olanla jenerik olan, estetik ile gündelik arasındaki ayrımı normatif bir tutumla farklılaştırmak, performans şartnamelerine endeksleyerek tanımlamaya çalışmak, bu tansiyonun kendisini ortadan kaldıran bir statükonun içine düşmek anlamına gelir, ki 20. yüzyılın sanata yatırım yapan içi boşalmış klişeleri esas olarak bu aralıktan sızarak oyarlar sanatsal pratiğin altını.

Yazarla yazı ile ilgili görüşlerinizi paylaşmak için aşağıdaki formu kullanabilirsiniz. 

Ad : *

Soyad : *

Email : *

Meslek :   

Mesaj :   *

   

 
  

Not: Betonart Dergisi'nin 2. sayısında yer alan önsözden alınmıştır.

 

Köşe Yazısı

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz