Beton ve
Sanat
"Mimarlık doğayı
insana yaklaştırır." demişti Martin Heidegger. Modern şehirlere bakılarak
anlaşılabilecek, doğrulanabilecek bir söz gibi gelmiyor kulağa.
Daha ziyade Siena, Bologna, Brugge, Safranbolu gibi ortaçağ şehirlerine,
daha da ötesi kırsal peyzaja işaret eden bir ifade gibi tınlıyor. İnsanın
içinde kendini mutlak bir yabancı olarak bulacağı el değmemiş doğayı,
kendi zihninden ve elinden çıkmış artifaktlar aracılığıyla
benimsemesinin, içselleştirmesinin ifadesi olarak görünüyor bu yerleşmelerin
mimarileri.
Modern şehirlere ve metropollere gelince iş değişiyor. Doğanın tamamen
askıya alındığı bir büyüklüğün ve yoğunluğun içinde, ona yaklaştıracak
bir aracıyı değil gerçekleştirmek, hayal etmek bile zor. Metropoller, doğayı
içselleştirmek şöyle dursun, hala bir yerlerde bulunabileceğini bile düşündürtmüyorlar.
Dolayısıyla doğal ve artifisiyel olan arasındaki zincir de kesintiye uğramış
oluyor. Doğa, insan ile hayal ettiği ve yaptığı arasındaki tansiyonu
tetikleyen, anlama aracılık eden bir referans, bir uğrak olmaktan çıkıp
devre dışı kalıyor. İnsanın doğayla, kendine verilmiş olanla değil,
kendi yaptıklarıyla ilişkisi ön plana çıkıyor. Kendi elinden ve zihninden
çıkmış olanla mesafesi konu haline geliyor. Kendi yaptığıyla uğraşır
hale geliyor insan, araya kendinden önce yapılmış olanı sokmadan. Kendiyle
uğraşıyor, araya ötekini (bilinmeyeni/mitik olanı) sokmadan. Ancak bu kez
de kendi elinden ve zihninden çıkan, bir "öteki"ne (bilinmeyene,
efsaneye) dönüşmüş oluyor. Kısa devre yapmış, tamamlanamamış bir dolayım
ilişkisine dönüşüyor insanın yaptığıyla ilişkisi böylelikle.
Negatif vurgulu yan anlamıyla "betonlaşma" adlandırması bu kısa
devrenin evrensel hale gelmiş ifadesi olarak çıkıyor karşımıza. Çağdaş
metropollere ilişkin rahatsızlıkları, hayal kırıklıklarını kestirmeden
ifade etmeye yarayan bir klişe "betonlaşma". 20. yüzyıl
metropollerinde ortaya çıkan bina ihtiyacının karşılanmasında baş rolü
oynamış bir araç olarak betona yüklenmiş oluyor bu klişe aracılığıyla
sorumluluk. Ondan şikayet etmekle, onu şikayet sözcüğüne dönüştürmekle
kendi yaptığından, kendinden şikayetini dile getirmiş oluyor aslında insan
kestirmeden.
İşin bir de öteki tarafı var: insanın kendi yaptığıyla arasındaki
mesafesini, memnuniyetsizliğini otomatiğe alınmış bir refleksin ifadesi
olmaktan çıkarıp, bilinçli bir işleme, güncel anlamıyla eleştiriye,
kastedilmiş, düşünülmüş, tasarlanmış bir pratiğe, demek ki bir ürüne
ve ifadeye dönüştürmek anlamına gelmeye başlıyor 20. yüzyılda sanat.
Modern sanat insanın kendi yaptığını kendisine başka türlü gösterme gücünden
alıyor iddiasını her şeyden önce. Alışılmış, sıradanlaşmış yaşantı
deneyimlerini olduğu kadar, içi boşalmış klişeler yoluyla dile gelen şikayetleri
de ilk bakışta göründüklerinden farklı bir çehreye büründürdükten
sonra yeniden sunma iddiasını taşıyor bizlere.
20. yüzyıl mimarlığının betonla ilişkisi de bu tansiyon üzerinden
okunabilir: Mimarlığın betonla, tarihteki bu ilk artifisiyel yapı
hammaddesiyle ilişkisi, onu yapılı çevrelerin modern konvansiyonlarına uyum
sağlayacak şekilde dağarcığında tutmak ile, onu sessizce içinde devinilen
konvansiyonları açığa çıkaracak, başka türlü gösterecek şekilde
kullanmak ve dağarcığını zenginleştirmek arasında salınarak kuruldu 20.
yüzyıl boyunca: Konvansiyon olmadan sanatsal pratiğin konusu, nesnesi de
olmazdı. Sanatsız da hayallerimizi genişletemez, kendi şikayetlerimizin içinde
kavrulur giderdik.
Sanatla hayat arasındaki bıçak sırtında yürüyen ilişkinin içinden
konuşmanın dayattığı iki zorunlu uyarı:
1. Gündelik konvansiyonlarla sanatsal pratik arasındaki ilişkiyi eşitler
arasındaki bir güçler dengesi olarak okumamak, birincisinin baskınlığı ve
koyuluğu ile ikincisinin uçuculuğu ve kırılganlığı arasındaki
asimetriyi göz önünde bulundurmak gerekir. Akıntı olmadan ters-akıntı da
olmazdı. Ama ters-akıntı olmadan akıntının olabileceğini biliyoruz. Ancak
bir tarihten, bir hikayeden yoksun kalmak anlamına gelirdi ters-akıntıdan,
sanatsal pratikten, estetikten yoksun olmanın bedeli.
2. Fenomenal olanla jenerik olan, estetik ile gündelik arasındaki ayrımı
normatif bir tutumla farklılaştırmak, performans şartnamelerine
endeksleyerek tanımlamaya çalışmak, bu tansiyonun kendisini ortadan kaldıran
bir statükonun içine düşmek anlamına gelir, ki 20. yüzyılın sanata yatırım
yapan içi boşalmış klişeleri esas olarak bu aralıktan sızarak oyarlar
sanatsal pratiğin altını.
Yazarla yazı ile ilgili görüşlerinizi paylaşmak için aşağıdaki
formu kullanabilirsiniz.
Not:
Betonart Dergisi'nin 2. sayısında yer alan önsözden alınmıştır.
|