“The City of Tomorrow” (“Geleceğin
Kenti ve Planlaması”)
“Seyahatim
tamamlandı, ama daha hiç bir şey söyleyemedim. Türklerin yaşantıları hakkında
tek bir kelime sarf edemedim - tek bir kelime! Kitapla bile anlatmam zor
olurdu.Yedi haftalık seyahatim yetersizdi. Dolayısıyla, bu konu üzerinde fazla
konuşmak istemedim. Söyleyeceğim her cümle yüzlercesini eksik bırakırdı.
Yaşantısını anlamadan İstanbul’u tarif etmek ruhuna aykırı olurdu. Size
İstanbul’un yaşamı ve varlığı arasındaki uyumu izah edebilseydim, çağdaş zamanın
acımasız şartlarıyla, bu kentin yok olacağının kaçınılmazlığını anlardınız.
Ziyaretimde İstanbul’un gün batışına şahit oldum.”
Le Corbusier “Journey to the East” sayfa. 160

Yukarıda “Doğuya Seyahat” kitabından alıntı yaptığım
Le Corbusier bugün İstanbul’u gezseydi ne düşünürdü? “The City of Tomorrow and
It’s Planning” (“Geleceğin Kenti ve Planlanması”) tezlerinin dolaylı etkisiyle
İstanbul’un bu kadar mahvolacağını tahmin edebilir miydi? Paris’in merkezini
radikal şekilde revize etmek isteyen Corb, Atatürk’e yazdığı mektupta İstanbul’a
olan hayranlığını dile getirmiş ve kentin bütünüyle korunmasını önermişti.
Bugün, Batı artık çoktan “geleceğin kenti”ni,
(MEGAPOLİS)si, inşa etmekten vazgeçmiş. Biz, Corb’un yarım asır önceki planlama
formülleriyle yeni projeler geliştirmeye ısrarla devam ediyoruz. İstanbul’a ve
diğer geleneksel kentlerimize, sil baştan, yeni imaj vermek amacıyla BÜYÜÜK
projeleri SÜÜPER tasarımlarla, uzun vadeli borçlarla finanse etmeye çabalıyoruz.
Trafiğin daha HIIZLI ve daha AKICI olması için denizi doldurup otoyollar
yapıyoruz. Sürekli daha YÜKSEK yapılarla daha YOĞUN bir kent merkezi yaratma
sevdası içindeyiz. Üstelik bu projeleri ÇAĞDAŞ KENT yaratmanın kaçınılmaz
“olmazsa olmaz”ları olarak kabul ediyoruz.
Peki ama yaratmak istediğimiz bu çağdaş kentin yaşam
kalitesini tarif edebiliyor muyuz? Neyi yaratırken neleri kayıp ettiğimizin
farkında mıyız?
“Eğer New York’u İstanbul ile kıyaslayacak olursak,
birisinin felaket, diğerinin ise bir yeryüzü cenneti olduğunu söyleyebiliriz”
Le Corbusier’in “Urbanisme” kitabının 1971 derlemesinin 5. bölümünden.
Artık kabul edilmeli ki, biz çok kısa bir süre içinde
yaşadığımız “cenneti” bir “cehenneme” çevirmişiz ve tereddütsüz, azimli
adımlarla bu yola devam ediyoruz. Aslında, büyük kentlerimizi mahveden “hızlı
göç” veya “taşralıların istilası” değil. Kamusal alanları istila eden alçak
katlı gecekondular kentlerimizin insani ölçeğini bozmuş olamazlar. Plansız,
imarsız, ruhsatsız ve iskansız gecekondular, kentlerimizi çarpıklaştırdı, kabul;
ama biz yanlış kentleşmeyi PLANLI ve PROGRAMLI bir şekilde uyguladık. Yüksek
eğitimli, görgülü akademisyen planlamacıların yanlış vizyonlarıyla, finans gücü
olan elit yöneticilerin teşvikleriyle, ve mimarlarımızı projeleriyle
kentlerimizi mahvettik.
“Mimarca” tasarlanan ve uygulanan her büyük ölçekli
proje kentlerimizin mevcut dokusuna zarar vermeye devam ediyor. Konut ve ticari
alanların yüksek yapılarla yoğunlaşması ve yeni yatırımların kent dışına kayması
mevcut kent merkezini ekonomik açıdan tehdit ediyor. Ekonomik temelini kaybeden
kent merkezi yeni eğlence ve turizm projeleriyle pompalansa bile kaybedilen
samimi geleneksel kent yaşamı tekrar canlanamıyor. Kenti tekrar canlandırma
(kentsel dönüşüm) projeleri mevcut kent dokusundan ve ölçeğinden soyutlandıkları
için sınırlı ve sanal bir ortam yaratıyorlar. Yurtdışında 60’lar da uygulanan
“urban renewal” dönüşüm projelerinin başarısızlığı bizim için uyarıcı olmalı.
Biz mimarlar bahsettiğim tahribata sadece seyirci
kalmıyoruz. Kent ölçeğinin bozulmasını onaylıyor ve yanlış kentleşme sürecinin
önemli bir lokomotifi oluyoruz. Projelerimizde kendi yapılarımızın ön planda
olmasını istiyoruz. Bireysel mimari eser yaratma hırsıyla kentin dokusunu tamir
etme ve kent mekanı tanımlama fırsatlarını göz ardı ediyoruz. Ama aslında en
büyük yanlışımız kentlerimizde halen direnmeye devam eden ve mevcut var olan
yaşam kalitesinin mimari potansiyelinden faydalanmıyoruz.
Bahsettiğim yanlış kentleşme, planlamanın çok
büyük ölçekte olmasıyla başlıyor. Planlama, kenti bir MEGAKENT ve bir BÜYÜK
PROBLEM olarak algılıyor. Böylece kentin fiziksel problemlerine odaklanan
planlama, insan ve yaşam kalitesi ölçeği dışında kalarak, gereken toplumsal
eleştiriden kendini soyutluyor. Ulaşım ve altyapı problemlerini önemseyen
planlama sadece teknik ve bilimsel metotlarla tepeden inme kararlar alıyor.
Başka bir deyişle, planlama tasarlanmamış, test edilmemiş ve toplumun onayını
almamış kararları yasalaştırıyor ve uyguluyor. Bu uygulamaya usulsüzlükler de
eklenince her türlü kaliteden yoksun bir kent karmaşası ortaya çıkıyor. Ortak
bir kent vizyonunu paylaşmayan toplum yolsuzluğa ve yanlış kararlara karşı
gereken tepkiyi veremiyor. Sosyal ilimler kökenli ve “hedef” yerine “süreci”
önemseyen planlama, yasalarla yapılaşmayı yönlendirirken yaşamının kendiliğinden
kaliteli olabileceğini savunuyor. Planlama imar yasalarıyla “olmazları”
engellerken aslında arzu edilen “olması gerekeni” imkansız kılıyor. Tabiatıyla,
planlama kentin formunu büyük ölçekte biçimlendirirken makro ölçekte estetik
kaygıları göz ardı ediyor. Neticede estetik kaygısız planlanan kentin sadece
mimari ve peyzaj ölçeğinde nitelikli kazanması imkansızlaşıyor. Halbuki, arzu
edilen, doğru kentleşme küçük ölçekte, yaşam kalitesi önemsenerek, tasarlanmalı.
Tasarım eleştirildikten sonra ortak görsel vizyon olarak benimsenmeli ve sonra
planlanarak uygulanmalıdır. Mimari, kentsel tasarım, planlamanın dışında değil
merkezinde oluşmalıdır.
Bir asır evvel ziyaretinde Le Corbusier kentlerimizde
ki yaşam kalitesine hayran kalmış. Sanırım o kendi planlama tezlerinin bizde bu
kadar sorgusuz uygulanmasını istemezdi. Uygulanan bütün bu yanlışlar dışında
kentlerimizde bazı yaşam belirtileri devam ediyor.
Türk insanı, belediyeden beklemeden çevresine ağaç
dikiyor.
Kent sokaklarımız, çevre esnafının ve seyyar
satıcıların sahiplenmesiyle canlanıyor. Kentlimiz tanımlı mahallelerde yakın
komşuluk ilişkileriyle yaşamayı tercih ediyor. Bu toplumsal sahiplenmeye burun
kaldırma, onunla “çarpık kentleşme ” diyerek mücadele etme yerine, bunu bir
avantaj olarak görmemiz mümkün. Bizim mevcut kent yaşam tarzımıza mimarimizle
kalite kazandırmak asıl amacımız olmalı. Batı, sanal olarak kentlerini
canlandırma amaçlı değişik teşvikler yaratırken bizim doğamızda yaşadığımız
mekanı canlandırma arzusu var.
Günümüzün nitelikli Türk mimarisi, kent tasarımından
kendini soyutlamış görünüyor. Konkurlarda kentsel tasarım projeleri sadece yapı
tasarlamakla ve peyzaj düzenlemekle yetiniyor. Genelde mimarlarımız ileri yapı
teknolojisi kullanmayı ve anıtsal mimari tasarlamayı önemserken, küçük ölçekte
kentsel doku üretmeyi benimsemiyor. Kentsel tasarım projesi, büyük ölçekte
mimari (bireysel yapılar gurubu) üretme anlamına geliyor. Halbuki, mevcut
yaşamımıza daha uygun bir ölçekte kentlerimizi daha küçük birimler olarak inşa
etmek mümkün. Kentlerimizin tekrar tanımlı biçimde mahalle, sokak ve semt olarak
gelişmesine imkan vermeliyiz.
Daha insani ve daha kaliteli kentler yaratabilen
çağdaş bir Türk mimarisi dünyaya çok yeni şeyler söyleyebilir ve öğretebilir.
Not: Eklediğim karikatür Corbusier’in
eskizlerinin montajıyla yapılmıştır. Karikatür, İstanbul çınarı altında
“Geleceğin Kenti”ni hayal etmenin, mimari zaafını simgeliyor.
Yazarla yazı ile ilgili görüşlerinizi paylaşmak için aşağıdaki
formu kullanabilirsiniz.
Kaya Arıkoğlu ile ilgili detaylı
bilgiye Diyalog ve AMV
sayfalarından ulaşabilirsiniz.
|