Türkiye Dünyaya Mimarlık Öğretebilir
mi?
Yazının
başlığı Türkiye’de onyıllardır sürekli yeniden üretilen, dolayısıyla çok
sevildiği besbelli bir düşünme yaklaşımını özetliyor. Yaklaşımın çok bildik özü
şu: Üzerinde en azından sekiz bin yıldır mimarlık ürünleri verilen, nice önemli
anıtsal yapıların konumlandığı, klişe deyişle, pek çok kültüre ev sahipliği
yapmış bir ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ülke elindeki birikimin zenginliğinden
ötürü, güncel mimari yaratım alanında dünyanın aynı derecede şanslı olmayan
toplumlarına yol gösterici olabilir ve olmalıdır. Çünkü, örneğin, Amerika sadece
iki yüz yıllık bir tarihi bulunduğundan, aynı olanaktan yararlanamaz. Ama biz,
sahibi olduğumuz bu mal varlığına bakmayı, ondan dersler çıkarmayı başarabilsek,
çağdaş dünya mimarlığına ve şehirciliğine büyük katkılarda bulunabiliriz.
Hemen hemen her politik görüştekini kolay ikna eden,
her mecrada sürekli dile getirilen ve o nedenle de altına kolayca imza
atılabilen bu akıl yürütme biçimini ve önermelerini biraz kurcalamakta yarar
var.
Tüm bu ifadeler bütünü, aslında belirli bir tarihyazım
kavrayışıyla doğrudan bağlantılı. O kavrayış şöyle bir düşünme rotası içinde
işlerlik kazanıyor: Tarih yazmak için tarihin verileri, belgeleri olarak
kullanılabilecek “malzeme”ye ihtiyaç vardır. Çünkü, bu “malzeme”nin içinde, eski
deyişle “kuvveden fiile çıkmamış halde” bilgiler gizlidir. Yani, tarihsel
mimarlık yapıtlarının içinde potansiyel olarak saklı bilgiler bulunur. Düşünen,
araştıran aydın insan (tarihçi, mimar, mimarlık kuramcısı vs.) çalışa çabalaya o
gizli bilgileri açığa çıkarır, çıkarmalıdır. Ve ne ilginçtir ki, o bilgiler ne
denli eski bir mimarlık yapıtının içinde saklanmış olurlarsa olsunlar, sonraki
kuşaklar için de geçerli olmakta devam ederler. İçinde gizlendikleri yapı
yüzyıllar önce harap olmuş, terkedilmiş, unutulmuş, hatta nefret edilmiş olsa
bile, oradaki potansiyel varlığına emin olunan bilginin kullanım ömrü –nedense-
hiç dolmaz. O orada hep kendisini keşfedecek çalışkan ve inançlı araştırmacıyı
bekler. Sonra, araştırmacı onu bulur, güncel mimari üretime neden ve nasıl yol
gösterici, yönlendirici olduğunu anlar ve bu anlayışını başkalarına yazıp çizip
anlatarak aktarır. Onlar da kendilerine sunulan ve güncel geçerliliği apaçık
besbelli (!) bu bilgileri yeni mimari üretimlerinde kullanırlar. Böylece
tarihsel malvarlığında gizli bilgi yeni mimarlığın da temellerini atmış olur.
Kuşkusuz, Türkiye’de o eski mimarlık ürünleri çok sayıda bulunduğu için, Türkler
bir kez onlara bakmayı ve keşfetmeyi öğrenseler, dünyaya ne bilinmedik bilgiler
sunacaklardır, inşallah.
Tarihte hiç ömrü dolmayan ve gelecek kuşakları
aydınlatıcı dersler gizli olduğuna inanan bir dünya için yukarıda sunulan akıl
yürütme biçimi anlamlıdır. Ancak, tarihe gizli hikmetler deposu olarak
bakılmayalı çok oldu. Daha da önemlisi, uzun zamandır, bilginin bir yerlerde
(yapılarda, bilgelerin zihinlerinde, kutsal metinlerde vs.) gizli olduğunu
değil, sürekli üretilir ve yeniden üretilir olduğunu düşünmeye başlamış bir
dünyada yaşıyoruz. Artık bilginin öznesinin insan zihni, nesnesinin de (ve
malzemesinin de) yine bilgi olduğuna ikna olduk. Açık bir deyişle, o yapılar, o
Antik kentler, o eski tapınaklar, o Osmanlı evleri orada sadece dururlar. Bu
yazıda tartışılmayacak nedenlerle korunmaları, gelecek kuşaklara aktarılmaları
doğal olarak gerekli ve zorunludur. Ne var ki, Türkiye’de durmaları ile
Zimbabwe’de, ABD’de, Rusya’da durmaları arasında, çağdaş mimari üretim üzerine
düşünme bağlamında hiç fark yoktur. Onlardan hiçbirine sahip olmayan bazı
toplumların mimarları, tarihçileri, kuramcıları çağdaş dünyanın mimari kaderi
konusunda çok daha yaratıcı olabilirler. Mimarlık üzerine düşünmek için (hatta,
her şey üzerine düşünmek için) kişiye, ulusal sınırların içindeki yapı stoğuyla
asla sınırlı olmayan, giderek ilgili bile olmayan bir ufuk genişliği ve inşa
edilmiş binaların kurmadığı, başka bir altyapı gerekir.
O düşünce altyapısı ise, yine düşüncelerden oluşur.
Bilgi, bilgiler aracılığıyla, başka bilgilerin, daha önce üretilmiş bilgilerin
tanımladığı bağlamlarda üretilir. Barthes’ın yeni üretilmiş olanı “zaten
yazılmış” diye nitelemesi bundandır. Kısacası, ister didişilerek, karşı
çıkılarak ya da revize edilerek, ister additif bir biçimde birbirine eklemlene
eklemlene üretilsin, yeni bilgi mevcut bilgilerden “mamul”dür. Türkiye sınırları
içindeki o yapı stoğunun bilgisi de, yine o yapılar sayesinde değil, bilgiler
sayesinde üretilir, üretilmektedir, üretilecektir. Demek ki, bilgi bir
konstrüksiyondur.
“Türkiye dünyaya mimarlık öğretebilir mi” sorusunun
sayısız komplikasyonu var. Biri, yukarıda çok kısaca özetlendiği gibi, köhne
tarihyazım yaklaşımlarını çağrıştırıyor. Diğeri, epistemolojik nitelikte, yani
bilginin doğasının ne olduğuna ve nasıl elde edileceğine ilişkin bir başka köhne
yaklaşımla bağlantılı. Ancak, şu “mahut” sorunun onlardan da daha çarpıcı bir
komplikasyonu şu: Çok eskimiş, hatta gerici bir ast-üst, hoca-öğrenci,
yöneten-yönetilen ilişkisini ima ediyor. Mimarlık sözkonusu olduğunda,
birilerinin öğrenmesi gerekenler, ötekilerin de öğretme yeterliliğinde
bulunanlar olarak tanımlandığı bir dünya tahayyülü bu. Bu ülkenin insanlarının
da kuşkusuz öğreten üst sınıftan olması gerekiyor. Soruyu soran ve anlamlı
bulanların, öncelikle, dünyada artık ulusal ve ülkesel bağlamda öğretenin ve
öğretilenin olup olmadığını kendilerine sormaları gerek. Olup bitenler, bilginin
üretim ve yeniden üretimi, dolaşımı, mecra, kanal ve dil değiştirmesi,
rekompozisyonu, dekompozisyonu (ya da rekonstrüksiyonu ve dekonstrüksiyonu)
süreçleri şeklinde pekala tanımlanabilir. Dolayısıyla, Türkiye’nin (ve başka
herhangi bir ülkenin) insanlarına bir öğreticilik rolü biçmek için, postkolonyel
dünyanın entelektüel iklimi hiç uygun değil.
Ve nihayet son komplikasyon: Türkiye’nin dünyaya
mimarlık öğretip öğretemeyeceği sorusu, bir tür toplumsal kompleksin ifadesi.
Kendisini sürekli öğrenci konumunda gören ve hiç hoca konumuna
“yükselemeyeceğinden” korkanların psikolojisi bu. Birkaç yüzyıldır hep Batı’dan
bilgi transfer ettiğini düşünme ve dolayısıyla onun ezikliğini duyup, adeta
öğrenmek yerine, başkalarına öğretmek için yanıp tutuşma psikozu bu. Neredeyse,
ezildiği için ezmek ihtiyacında olanların mimari kompleksi. Oysa, böyle bir
komplekse hiç kapılmamak da mümkün. Yukarıda da çok kısa anlatıldığı gibi,
bilginin sürekli mecra, yer, araç, dil değiştirdiği, her durakta yeniden
üretildiği bir epistemolojik tahayyül çağdaş dünyaya çok daha uygun bir kavrayış
olurdu. Düşünmek ise, özellikle bu süreçler içinde üretilen bilgilerin yapısını
çözmeye çalışmak, hatta onlara tahribe benzer dekonstrüktif bir ilgiyle
yaklaşmak demek.
Başlıktaki soruyu “evet, tabii ki öğretebilir” biçiminde yanıtlayanlara olsa
olsa şu söylenebilir: Bırakın dünyaya mimarlık öğretmeyi Mimarlık üzerine
söyleyecek taze sözünüz, yapacak anlamlı tasarımınız, dışavuracak yeni bilginiz
ve üretilmişlere yönelik dekonstrüktif bir habisliğiniz varsa, onları ortaya
koyun. Bilgiler öğrenmek için değil, öğretim yaparak üstünlük kompleksini tatmin
etmek için hiç değil, ama üzerlerinde yeni bilgiler inşa etmek içindir. Yeni
bilgileri de ülkeler, uluslar, ulus-devletler, etnik gruplar değil, bireyler
üretir.
Yazı hakkında görüşlerinizi yazarla paylaşmak için aşağıdaki
formu kullanabilirsiniz.
Uğur Tanyeli ile ilgili detaylı
bilgiye Diyalog sayfalarından
ulaşabilirsiniz.
|