Kopya?
Prof.Dr.Jale Erzen, Arredamento Mimarlık
2002/02, sayfa 57-60
Sanat ile ilgili analitik kuramlardan önemli birkaçı ilk kez Platon'un
diyaloglarında dile getirilir. "Devlet"in 10. kitabında Sokrates
sanatçının "yatak" tasvirini üçüncü dereceden bir kopya olarak
gösterir ve aslında herşeyin üç nüshası olduğunu söyler: Tanrı'nın
yarattığı, dünyada maddesel olarak yaratılan, örneğin marangozun yaptığı
yatak, bir de sanatçının resmettiği üçüncü nüsha. Bu anlayışa göre,
sanatçının ortaya koyduğu herşey aslında yalnızca bir görüntüdür ve
asıl varolanın kopyasıdır. Sanatçı bilerek birşey yaratmaz; o
"esin"lenmiş, ruhunu bir "esin"e teslim etmiş, kendini
kaybetmiş kopyacıdır.
Kopya, taklit, tekrar ve temsil ile ilgili sanat kuramı, olumlu ya da
olumsuz sanat felsefesinin en önemli kavramlarının doğuşuna yol açmıştır.
Yaratıcılık, esin, mimesis, kendini başkasının yerine koyma, ben ve öteki,
yansıma, yorum ve amaçlılık kuram ve kavramlarının hepsi bir yerde gelir
bu kopya düşüncesine dayanır. Bu düşüncenin kaynağı ise "gerçek"
anlayışına bağlıdır.
2400 yıl önce yaşamış olan Platon'un yazıya geçirdiği düşünceler
bugün de tazeliğini koruduğu gibi, örneklerinin ve dilinin sadeliği
Platon'un kuramlarını bir o denli çarpıcı kılıyor. Platon'un söylediği,
temelde yaratıcılığın yalnızca tanrıya ait olduğu ve asıl gerçeğin ya
da varlığın tinsel bir varlık olduğu, ve bu dünyadaki herşeyin bir görüntü
olduğudur1. Platon'un
metafizik yaklaşımı onun modern dinler tarafından bugüne dek
benimsenmesinin nedenidir. Ortaçağ düşüncesi ve sanatı ise buna çok
benzeyen bir şekilde güzelliğe ve sanat yapımına yaklaşmıştır. Herman
Hesse'nin Siddhartha adlı romanı Ortaçağ'da sanatçının tavrını yakından
tanıtır.
Din ile ilgisi olmayan sanat kuramları da Platon gibi tüm gerçeği ve
yaratıcılığı zihinsel olana, yani tanrıya ve madde-ötesine bağlarlar. Bu
kuramlar estetik alanında büyük tartışmalara yol açmaktadır. Platon'un
ideal devlette asıl yaratıcının filozof olduğunu söyleyerek sanatçının
üretimini zihinsel ve dolayısıyla etik bir kontrole tabi tutmak istemesi
gibi, bugün de sanat felsefesinde ve estetik alanında benzer tavırlar
"kuramcılar" ve duyumsal gerçeğe inananlar arasında bitmez tükenmez
tartışmalara yol açmaktadır.
Son yıllarda yaygınlaşan biyenallerde eleştirmen ve küratörlerin,
ortaya koydukları kavramlara göre sanatçılardan iş ısmarlamaları, sanatçıyı
el hüneri ya da herhangi bir teknik ile bir fikri temsil eden ve
"filozof'un altında çalışan biri gibi de göstermeye başlamıştır.
Bu biyenallerin çoğunda karşımıza çıkan sanat eseri ilginç bir fikir
olmanm ötesine pek nadiren geçmektedir. Her ne kadar sonunda sanat olarak
kalan eserler bu ender işler olsa da, bugün revaçta olan sanat düşüncesi,
sanat eserini herhangi bir nesneden ayıran şeyin onun duyumsal nitelikleri değil,
onun hakkındaki yorum olduğudur. Son yıllarda kendinden en çok söz ettiren
Arthur Danto'ya göre bir sanat eserini herhangi bir nesneden ayıran yalnızca
yorumdur2.
Marcel Duchamp'ın, adını "Çeşme" koyarak sanat işi mertebesine yükselttiği
pisuarı yorumun yarattığı bir sanat eseridir. Bundan yola çıkarak Arthur
Danto düşüncelerini kanıtlamak için Van Meegeren'in Vermeer'i kopye ettiğinde
Vermeer uzmanı Profesör Bredius'un bile yanıldığını söyler. Yani, aslı
ile kopyayı birbirinden ayıran şey, görülebilen ya da duyumsanan nitelik değildir.
Danto'ya göre bugün Van Meegeren'in resmine baktığımızda onu Vermeer
resimlerinden ayırabiliyorsak, bu farkı zaman içinde öğrendiğimizden ve
zaman içinde bu farklılığa birtakım anlamlar yüklendiği içindir. Arthur
Danto'ya göre bir sanat eseri önce sanatçının yorumu ile oluşur, sonra da
bir toplum, ya da kurum3
bu yorumu kabul ederek bu nesneyi sanat mertebesine yükseltir. Yoksa bir nesne
ve bir sanat eseri arasında duyumsal birtakım nitelik farkları değildir,
birini sanat eseri, ötekini basit bir nesne yapan.
Platon, Arthur Danto ya da George Dickie'nin sanat işini yalnızca bir yorum
ya da bir düşüncenin taklidi ve temsili olarak gören yaklaşımları
Hegel'in temel ilkelerini çizdiği ve hiyerarşisini kurduğu Aydınlanma sanat
anlayışına denk düşer. Hegel'in düşüncesine göre, insan zaman içindeki
aşamaları ile giderek "tin"i yapabileceği en üstün teknikle
temsil eder, sanat bunun aracıdır. Ama bir yerden sonra sanatın tekniği artık
"tin"i temsil etmeye yeterli değildir, o vakit artık
"tin"i ifade edecek olan felsefedir. Sanatın rolü sona ermiştir.
Sanata tarih aşamaları içinde baktığımızda, kademe kademe,
"tin"in yeryüzündeki yansımalarını farklı kalıplarla ifade
ettiklerini görürüz. Buna göre sanatın teknik ve üslupsal imkanları sınırlı
ve kategoriktir; Platon'un da inandığı gibi, gerçeğe daha yakın ya da gerçekten
daha uzak olan türde sanatlar olabilir, yani çeşitli derecede kopyalar
olabilir.
Ortaçağlar'da Aziz Augustinus'un inancı, gerçeğin değişmez olduğu ve
onun için de asıl güzel olanın ve gerçeği temsil eden niteliklerin görünür
niteliklerden çok, uyum ve oran ile ilgili nitelikler olduğu idi. Aziz
Augustinus'a4
göre doğanın görünüşünün altında yatan asıl gerçek ancak sayılarla
verilebilirdi, çünkü bunlar hiçbir zaman şaşmaz ve değişmezdi. Hegel ise
her ne kadar değişik sanatlar üzerinde yorumlar geliştirmişse de, sanatın
rolünü yalnızca tinin temsili olarak görmüştür. Sanat bir temsil aracı
olarak görüldüğü sürece kopya konusu gündeme gelir. Ancak sanatı gerçeğin
temsilinde bir aracı olarak gören düşünce için sanat nasılsa bir
"kopya" olduğundan, nasılsa hiçbir zaman gerçeğin kendisi olamıyacağından,
kopya konusu o kadar da aşağılatıcı ya da önemli olamaz.
Nitekim bütün Ortaçağ ve geleneksel yaklaşımlarda kopya bir sorun değil,
bilakis aranan birşeydi. Bu bütün sanatlar için geçerliydi ve hatta Barok döneme
kadar güçlü bir şekilde sürdü. Örneğin, Rönesans şairi Ben Jonson için
daha önceki dönem şiirlerini taklid etmek şairliğin katlanılması gereken
önemli zorluklarından biriydi. Resimde de özellikle dini resimlerde
ikonografi, anlamları aktaran bazı görüntü, görsel nitelik ve sembollerin
bütün sanatçıların değiştirmeden uygulaması gereken kurallarmı içermekteydi.
İsa'nın Çarmıha Gerilişi, ya da Son Yemek, ya da Göğe Yükseliş gibi
konuları her sanatçı istediği gibi işleyemez, ancak belirli ustaları
taklit ederek bu konulara yaklaşabilirdi. Bu kuralları kırmak ve taklit
etmemek için ancak kendini olağanüstü şekilde ispatlamış bir sanatçı
olmak gerekirdi. Bu da ancak Rönesans için geçerli olan birşeydir. Ortaçağ'da
ise belli başlı konularda geleneklerin dışına çıkan kimseyi, yani taklit
ve kopya etmeyeni bulmak zordur. Sanattaki yenilikler sanatçıların yeni biçimler
icad etmesinden çok, özellikle Ortaçağ'da yeni teknik, yeni konu ve yeni
patronlar bulmasıyla kendiliğinden, yavaş yavaş olan bir şeydi. Kuşkusuz,
bu konuda da karşı iddialar çıkmıştır; Erlande de Brandenburg'un "Taş,
Altın ve Ateş" adlı kitabı bütün Gotik sanatçılarınm adlarını ve
yaratıcılıklarını ispat etmeye yöneliktir5.
Yine de bu sanatçılar ne kadar yaratıcı olsalar da, önemli olan yaratıcılığın
vurgulanması değildi.
Ortaçağlar'da özellikle Batı sanatında mesele genellikle insanları
etkileyecek bir güzellik yaratmak değil, onlara konuyu anlatmak, bazı öyküleri
tanıtmak ve bu yolla onları Tanrı yoluna sokmaktı. Bu bakımdan, sanatın
duyumsal niteliklerine ait değerler pek de önemli olamazdı6.
Denilebilir ki, sanatçının görüşü, ifadesi ve el hüneri ile
yapabildikleri değil, konunun iyi tamtılması idi önemli olan; onun için de
tasvirlerin "sanat" yönü belki en az isteneni idi. Özellikle ileri
derecede dini ortamların çoğunda insanların görüntülerin ya da seslerin güzelliğine
kapılmaları, onlardan zevk almaları istenilen birşey olamazdı; zira bu
etkiler insanlan gerçekten uzaklaştıran, geçici olana kaptıran şeylerdi.
Her ne kadar tasavvufi yaklaşımlarda ve bazı inanç türlerinde güzellik
tanrıya götüren bir şey7,
ya da tanrının bir alameti olsa da, genellikle dinin hakim olduğu kültürlerde
sanatın başlıca rolü insanı tanrıya ve gerçeğe yaklaştırmaktı.
Dünya sanatına ya da tarih içinde farklı kültürlerin sanatsal
ifadelerine baktığımızda yaratıcılık kavramının pek de önemle
vurgulanmadığını görüyoruz. Üstelik, güzellik her zaman iddialı bir
yaratıcılık, kişisellik, farklılık ile de gerçekleşmiyor. Picasso'nun
hayran kaldığı Afrika heykellerini yapanlar yaratıcılık peşinde değillerdi,
hatta böyle bir kavramları dahi yoktu. Aynı şekilde Avusturalya
Aborijinleri'nin resimlerinde de kesin kurallar var. Üstelik birçok kültürde
sanat eseri denilebilecek nitelikteki ifadeleri tek kişi üretmiyor, birkaç kişi
bir arada yapabiliyor. Özellikle ritüel nitelikteki nesneler bir toplumun
ortak üretimi olarak değer buluyor. Ya da onu üreten kişinın mahareti
geleneği ne kadar iyi tekrarladığında yatıyor.
Caz gibi, daha anonim olan sanatlara baktığımızda, ya da makam üzerine
kurulmuş klasik Türk musikisini incelediğimizde, ustalığın yepyeni bir şey
yaratmak olmadığım, kişisel müdahalenin çok ince bir sınır içinde yapılabildiğini
görüyoruz, cazda olduğu gibi. Bu tür geleneksel sanatlar, geleneksel
kurallara uysa ve tekrarlansa da (örneğin Osmanlı kültüründe bunun içine
minyatür ve mimari de eklenebilir) her uygulandığı yerde, her uygulandığı
zamanda karşımıza farklı bir havada çıkarlar. Zira bunlarm çoğu yazılmış,
dondurulmuş, planlanmış, saptanmış, kesinleşmiş değildir. Tekrar edildikçe,
yani taklidi yapıldıkça ve kopyalandıkça kişiliğini bulur8.
Bu bakımdan kopya üzerinde bugün düşünülen olumsuz şeyler bu alanda
katiyen geçerli olamaz.
Birçok doğu kültüründe kopya ve taklit kavramının olmaması, sanatçı
ve yaratıcı olarak bireylere birtakım atıflar yapılmadığından
kaynaklanmaktadır. Özellikle Japon kültüründe resmi ya da herhangi bir güzel
eseri yapan "ben" ya da "ego" önemli değildir. Sanatçı
"ben" yalnızca var olan bir şeyi ortaya çıkarmakta aracıdır, bir
medyum gibi. Bu yaklaşım biraz da Japon dilinin özelliğinden kaynaklanır9.
Fiiller çekilirken kişilere göre çekilmez. Ben, sen, biz, herhangi birimiz için
fiil aynı şekilde çekilir. Bu bakımdan da Japonca konuşurken etkinliğin
kendisi önemli olur kimin yaptığı ikinci derecede önemlidir. Bu dil tecrübesi
insanların sanata ve doğaya yaklaşımında da etkilidir. Bir eseri ortaya çıkaran
kişi, adeta kendini eserin arkasında saklamaya çalışır. Onun için önemli
olan yaptığı işin hiçkimseninkine benzememesi değil, aksine bir ustanınki
benzemesidir.
Sanatçının yaratıcı olması gerektiği ve hiç yapılmamış yepyeni birşeyle
ortaya çıkması düşüncesi daha ziyade Romantik yaklaşımın ürünüdür.
Her ne kadar Romantizm 19. yüzyıl ürünü olsa da, 17. yüzyıldan itibaı
yavaş yavaş karşımıza, bireysellikleriyle etrafı büyüleyen, gelenekleri
farklı yorumlayan, daha doğrusu "yorum" yapan sanatçılar çıkar.
Rönesans'taki sanatsal üslup farklılıklarını daha ziyade kentlerin kültürel
farklılıklarına, mesenlerin kendilerini birer farklı gelenek koruyucu; gibi
sunmalarma bağlayabiliriz. Tabii bunlara istisna teşkil eden Michelangelo,
Leonardo ve Raphaello gibi ustalar var. Onlar gelenekleri kullanırken bile herşeye
kendi damgalarını basıyorlar. Ama toplumun görüşlerinden ve değerlerinden
farklılaşan ilk "romantik" diyebileceğimiz sanatçı Caravaggio ile
karşımıza çıkıyor. Roma'da adeta aristokrat toplumun dışında yaşayan
Caravaggio, bir taraftan da zengin ve güçlülerin aradığı ve koruduğu bir
sanatçı, aranan biri. Ama Caravaggio İsa'nın ayaklarını kirli, giysisini yırtık
gösterebiliyor. Ya da yine 17. yüzyılda Hollanda'da tüccar kesimi parasına
güvenip de kiliseye karşı gelebilince, onlar için resim yapanlar da birçok
geleneği hiçe sayabiliyor. Böylece dini resimlerin kurallarından sıyrılmış,
gündelik yaşamı istediği gibi, kendi gözlemleriyle tanıtan sanatçılar çıkıyor
karşımıza. Daha sonra da özellikle 19. yüzyılda kendine yani patronlar
bulan sanatçılar gelenekleri ve kuralları istedikleri gibi yıkabiliyorlar.
İşte sanatçınının gerçek bir "yaratıcı" olarak görüldüğü
ve artık kopyaya tahammül edemeyecek bir sanat anlayışı gelişiyor.
Romantik düşüncenin kendine özgü bi sanat felsefesi yaratması ve bunun
özellikle tutkulu yazarlar tarafından dile getirilmesi "yaratıcılık"
ve "deha" ya da "istem" gibi kavramların modern sanat
terminolojisine ve yaklaşımına güçlü bir şekilde girmesine neden olmuştur.
Bu düşünürlerin başında Schopenhauer gelir. Onun için sanat insanın
irade gücünün ve yaşam isteminin maddeye ve duyumsanan gerçeğe dönüşmesidir.
Kendi yaşam gücünü ve kendi tarihini yaratan birşeydir bu. Sanatçıyı oluşturan
deha her ne kadar Kant'ın dediği gibi doğadan gelen birşey olsa da, insanın
iradesini belirginleştirerek ve ona ait olan kültürel dünyayı yaratarak,
insan için gerçeği yaratan şeydir sanat. Fakat Schopenhauer de sanat üstündeki
yazısında, sanatın gerçeği en evrensel ve duyumsal olarak anlatan şey olduğunu
söyledikten sonra, yine de asıl içsel gerçeğin duyumların ve sanatsal üretimin
ötesinde olduğunu iddia eder.
Gerçeğin duyumsanan dünya dışında, ötesinde, ya da fizikötesi olduğunu
iddia eden bütün felsefelerde sanatın kendisi bir "kopya"dır.
Sanat birşeyi "temsil" etmek için bir aracıdır. Romantik sanat akımı
ya da sanatçının bireyselliğini ve öznelliği öne çıkaran yaklaşımlar
ise duyumsananı, yani görsel, işitsel, vs. niteliklerin değerini ve sanatın
estetik ya da biçimsel yönünü vurgulayarak, sanatçının yarattığı biçimi
başlı başına bir "gerçeklik" olarak görürler. O vakit gerçekten
de orijinal, özgün olan ve yaratılmış bir ilk örnek vardır. Bunun kendine
göre bir dili, üslubu ve adeta genetik eşsizliği vardır. Bugün sanat dünyasını
daha çok ilgilendiren kopya kavramı ancak bu tür bir yaklaşımı içinde önemli
olabilir. Bu yaklaşım ise Batı kültüründe çok kısa zamandır rağbet görmektedir.
Linda Hutcheon, Michel Foucault'nun, yaratıcı olarak sanatçı ya da yazarın
öne çıktığı kültürlerin tarih içinde pek az sayıda ve pek az zamanda
varolduğunu söylediğini anlatıyor10.
20. yüzyıl Batı kültürü, sanatı yeni bir din ya da tinsellik gibi ön
plana çıkarıp, sanatçıya bir kahraman ya da yarı tanrı gibi bakmış olsa
da, sanattaki değerler de dahil olmak üzere herşeyi sorgulaması, herşeyi
alaya alması, herşeyi tahtından indirmesi, yaratıcılık, özgünlük ve
deha kavramlarmı esirgememiştir. 20. yüzyılda her sanat dalında her
zamankinden daha fazla kişi aktif olarak üretmiş, sergilemiş ve üzerinde
yazılmış, kültürün tüm ifadeleri her zamankinden daha fazla üretilmiştir.
Bu yoğunluk çeşitli bakış açılarını da birlikte getirmiş, çeşitli
sanatsal yaklaşımların da bir arada yaşamasına yol açmıştır. Bir yerde
Batı kültürünün kutsal değerleri sorgulanırken, bir yerde diğer kültürlerin
değerleri de çoğulcu bir ortam içinde değer bulmuşlardır. Örneğin, bir
yandan sanatçı bir yaratıcı gibi el üstünde tutulurken, bir yanda
"sanatçısız" sanatlar üzerinde konuşulmaya başlanmıştır. Ya
da en azından sanatçı kavramı sürekli olarak yeni yorumlara ve yeni tür
anlayışlara açılmıştır.
Batı için bu değişikliklerin başında makinenin insan üretiminin yerini
alması gelir. Örneğin, görsel sanatlarda fotoğraf makinesi insanın yapacağından
daha iyi bir şekilde doğayı ya da görüneni kopyalayabildiği için, insanın
el mahareti önemini yitirir ve sanatçı, düşüncesi ya da yorumu ile yaratıcı
olur. Tabii bu tür bir yaratı kavramı bizi yine Platon'a geri götürmektedir.
Yazının başında da belirtildiği gibi, Danto'nun kavrama verdiği önem pek
de yeni değildir. Platon'da bunun daha derinlikli açıklamalarını buluyoruz.
Fakat, 19. yüzyıl sonunda itibaren Batı'nın dehaya, kişiye ve bireye verdiği
öneme rağmen, yaratıcılık anlayışı eski değerini kaybeder. Bir kere
sanat yapıtı eleştiriyi kendi içinde yürütmeyi amaçlayarak daha önceki
bir işin yorumu olarak karşımıza çıkabilir. Manet'nin "Çimenler Üzerinde
Öğle Yemeği" Giorgione'nin bir resmi üzerine bir yorumdur, aynı şekilde
Picasso'nun birçok resmi Velasquez üzerine yorumlardır. Bu türden yapıtlar
resme özel değildir, edebiyatta çok daha önce başlamış, müzikte eskiden
beri süregelmiştir. Flaubert özellikle ilk yapıtlarında belirgin şekilde
Stendhal'a referanslar verir. "Karanlığın Yüreği" adlı ve
Vietnam savaşını konu alan film, Joseph Konrad'ın tamamen başka bir yüzyılda
yaşanan bir öyküsüdür. Bunun gibi örnekleri kimse kopya olarak görmez.
Her ne kadar bu tür yorumlar, eski örnekleri tekrar işleyen yapıtlar 20.
yüzyılda belirgin şekilde karşımıza çıkmışlarsa da (belki de bunları
bugün daha iyi bilmemiz medyanm yaygınlığı ile de ilgili), sanatta her
zaman alıntı ve ödünç, sanatı üreten başlıca esin ve kaynak olmuştur.
Bir sanat eseri ancak bir sanat eserinden ürer. Örneğin, söylendiğine göre
Magritte'ın "Bu Bir Pipo Değildir"11
adlı eseri ya da eserleri hem resmin bir kopya, yani gerçeğin temsili olduğu
fikrini sorgulamakta, hem de denildiğine göre, o günlerde Le Corbusier'nin
pipoyu işlevsel tasarımın en iyi örneği ve yeni estetiğin sembolü olarak
gören düşüncesine karşı koymaktadır 12.
Eserlerin kopya ya da asıl olduklarını anlamak ve de kopyalamanın, alıntıların,
ya da ödünçlerin anlamını kestirmek, ancak sanatın kendi içinde yapılabilecek
ve son derece derin ve zengin bir bilgi ve anlayış donanmışlığı isteyen
birşeydir. Fakat, konu resmin ya da eserin kaça satıldığı ve de müşteri
bulmasına yönelik bir çaba ile ilgili olduğu vakit, kopya sorunu basit bir
pazar sorunu olmaktan öteye gitmez. Satılmak için yapılan Fikret Mualla
kopyaları gibi. Bu konular sonunda sanat konuları olmaktan çok pazar ve para
konuları oluyor.
Bugün sanatın kendi içinde bir yaklaşım olarak beliren başlıbaşına
ilginç bir kopya konusu, parodidir. Parodiyi yabancı dilde kullanmak daha
anlamlı, zira eskiden beri edebiyatta iyi bilinen bir kavram. Parodi 20. yüzyıl
kültüründe önemli kavram ve görüş yeniliklerine dikkat çeken bir gelişme.
Modern sanat ve kültür bir yerde geleneğe ve tarihin egemenliğine karşı
gelirken, bir yerde de onu tamamen dışlayamamıştır; zira her kültürel değer
ve sembol bir birikim ve süreklilik içinde anlamlıdır. Bu bakımdan, özellikle
sanatın kurallarını yıkanlar anlamlarını vurgulamak için bir şekilde
tarihe referans vermek durumundadırlar. O vakit parodi, eski bir konunun, tekniğin
ya da imgenin kullanılışı, tarihle sürekliliği sağlayarak sanatçının
yeniliğini ortaya koyar.
Postmodern sanat parodiyi en yaygın şekilde kullanmış yaklaşımların başında
gelir. Bu hem tarihe referans, hem kapsamı inkar etme ya da genişletme, hem de
eleştiri şeklinde olabilmiş, hatta mizah bile içermiştir. Postmodern dönemde
parodi en yaygın ve belki de en anlamlı olarak mimari tarafından kullanılmıştır.
Zira artık, zamana ve yere bağımlılığın söz konusu olmadığı
vurgulanmalı, bir sanatçı sonsuz örnekleri kendi istediği karışımda
kullanabilmeliydi. Biçimsel alıntılar sanki bir sözlükden alınıyor gibi
yapadabilirdi: Modernizm sonrası Batı kültürü artık hiçbir bağımlılığı
tanımak istemiyordu.
Pop sanatının marjinal imgeleri ya da Las Vegas popülizmi Postmodern
mimarinin kendini meşrulaştırdığı ilk önemli örnekler oldular, ama
Klasik Yunan kolonbaşları, Roma hamamlarının ihtişamlı süsleri, İtalyan
villalarının bahçe heykelleri Postmodernizm'in en yaygın sözcülerini oluşturdular.
Artık burada taklit ya da kopyadan söz etmek ya da sanatçının gerçek bir
yaratıcı olmadığını ileri sürmek tümüyle geçersiz bir iddia olur. Özellikle
Charles Jencks modern sanatçının kendini ifade etmesi için çoğul
referanslar kullanması gerektiğini vurgulamıştı13.
Üstelik bu tür alıntıların yaratıcılığa ve özgünlüğe gölge düşürmediği
20. yüzyılın birçok kuramı ile de vurgulanmıştı. Örneğin medya kültürü
üzerinde yazmış olan Marshall McLuhan anlamın içerikle değil, nasıl bir
ortamda aktarıldığı ile ilgili olduğunu iddia etmişti14.
McLuhan'ın dediği gibi aynı konu ya da içerik farklı ortamlarda,
resimde, videoda, romanda farklı şeyler ifade etmektedir. O vakit geleneksel
sanatlarda, örneğin Türk musikisinde olduğu gibi, ifade her gerçekleştiğinde
ortama göre, güne, yere göre farklı algılanır. O vakit bir kopya
olgusundan söz edilemez. Kopyayı meşru gören bir başka düşünce de Gilles
Deleuze'nin Farklılık ve Tekrar kitabında öne sürdüğü gibi, tekrarın
bir sınıraşma olduğudur15.
Öte yanda, gerek kopya, gerek tekrar ya da taklit bir şekilde metinlerarası
anlamların geliştirildiği, sanatçıların adeta kendi aralarında kendi sözcükleri
ile konuştukları bir ortam da olabilir. Geleneksel sanatlardaki birçok tekrar
ya da ikonografik kullanım böyle bir iletişim ve anlam geliştirme kanalı
olmuştur.
Kopya, tekrar, alıntı, parodi olaylarına bakmanın doğru şekli, sanatçılar
ve onların okuyucuları arasındaki diyaloglar açısından bakmaktır. Bu
konuda kimin kimin eserini taklit edip de kaça sattığı ya da kime yutturduğu
dedikoduları sanatı ancak ucuzlatan bir şey olacaktır. Her türlü aracı kötüye
kullananlar her zaman bulunacaktır, bunların yeri dedikodu ve pazar ortamı
olmalıdır. Öte yanda, sanatçılar arasında diyalog zamanın smırları ötesinde
de sürer; bir sanatçı kendine asırlar önceden birini yakın buluyorsa
diyaloğunu onunla kurar ve ondan alıntılar yapar. Sanatını böyle geliştirir.
Sanat öncelikle onu üreten ve onun içinde yaşayanların yaşam ortamlarıdır.
Onlar arasındaki diyaloglar sadece kopya ya da taklit şeklinde olmayabilir. Örneğin
Robert Rauschenberg'in 1953'de Willem de Kooning'in bir çizimini silmesi
negatif bir kopya olarak da görülebilir16.
Sanatçılar tarih boyunca birbirlerinin eserlerinden esinlenmişler, kıskanmışlar,
merak etmişler. Ezeli bir rakip çift de yüzyıl başında, hatta 1950'lere
kadar Picasso ve Matisse idi. Picasso Matisse'in atölyesine çok sık gider,
onun en son neler yaptığını bilmeden rahat edemezdi. Kuşkusuz, tarihin en
yaratıcı sanatçılarından biri olan Picasso kendine güvendiği için istediği
örnekten, istediği sanatçıdan istediği gibi alırdı.
Mimesis denilen olgunun sanatta basit bir taklitten çok farklı bir etkisi
var. Taklitten çok, bunu kendini diğerinin yerine koyma, özne ve nesnenin
arasındaki sınırların kaybolması ve algılayanın kendiliğinden ötekinin
kimliğine bürünmesi olarak açıklayabiliriz. Auerbach'ın ünlü kitabı
Mimesis tarih boyunca edebiyatm nasıl bir kültürel ortamın bilinci ya da
bilinçaltı gibi çalıştığını göstermiş, sanatın adeta farkında
olmadan, toplumun değerlerini ve toplumdaki önemli kaygıları yansıttığını
göstermiştir17.
Burada sanatın kendisi toplumun ruhu gibi çalışmaktadır. Sanat ürünündeki
temsiliyetin ortaya çıkmasında sanatçının, temsil ettiği şeyi algılarken
farkında olmadan onun kişiliğine bürünmesi, tiyatrodaki en önemli ve
Platon'dan beri farkedilmiş olan hususlardan biridir. Aristoteles algılanan ve
de benimsenen şeyin görüntü değil, o şeyin canlılığı, yaşam hareketi
ya da temeldeki doğal işleyişi olduğunu söyleyerek mimesisin basit bir
taklitten çok daha derin ve önemli bir iletişim ve anlama unsuru olduğunu
ortaya koymuştur.
Sanatta kopya kavramının olumsuz anlamlarını gideren bir felsefe daha
var. 20. yüzyıl estetik ve sanat felsefesini temelden etkilemiş olan John
Dewey'nin Deneyim Olarak Sanat kitabında sanat herhangi birşeyin temsili değil,
deneyimin ve yaşantının en yoğun şekli olduğu düşüncesi, yaratıcılık,
deha, özgünlük vb. gibi kalıplaşmış sanat kuramlarının karşısında
her zaman tazeliğini koruyor18.
Eğer sanat eseri bize yaşamın en yoğun canlılığını verebilen ya da
aktarabilen bir şey ise, onu taklit etmenin zaten hiçbir şekilde olanağı
yok. Eğer taklit olarak bilinen şey bize aynı heyecanı veriyorsa, önemli
olan onun taklit olması değil, kimliği olan bir iş olmasıdır. Taklitlerin
en kötüsü ve ölüsü pazara sunmak için bir sanatçının işini taklit
eden teknik ustaların yaptıkları değil de, pazara sunmak için kendini
taklit eden sanatçıların yaptığıdır.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Platon'un
sanat üzerindeki düşünceleri tutarlı değildir. Devlet'te sanata karşı
adeta düşmanca ve ileri derecede kontrolcü bir tavır takınan Platon daha
sonraki bazı yazılarında, örneğin Şölen'de farklı bir yumuşaklıkla karşımıza
çıkar.
2 Arthur
Danto, "Art and Meaning", Theories of Art Today, ed. Noel Carroll, The
University of Wisconsin Press, 2000, s. 130-140.
3 Sanat
eserinde duyumsal niteliklerin kriter olmadığını, toplumda bazı sanatla
ilgili otoritesi olan kurumların neyin sanat olduğuna karar verdiğini ileri süren
George Dickie'nin kuramına "Kurumsal Kuram" adı verilmiştir. Bkz.:
"The Institutional Theory of Art", Theories of art Today, ed. Noel
Carroll, s. 93-109.
4 Saint
Augustine, "De Ordine", Philosophies of Art and Beauty, ed. Albert
Hofstadter ve Richard Kuhns, University of Chicago Press, 1964, s. 176-191.
5 Alain
Erlande-Brandenburg, De pierre, d'or et de feu, Fayard, Paris, 1999.
6 Eco, Ortaçağ
estetiği üzerindeki kitabında bu dönemde insanların güzelliği çok fazla
hissettiklerini ve onun etkisinden korktuklarını, ve tüm Ortaçağ sanatında
bu cazibe ve kaçış diyalektiği olduğunu yazar. Umberto Eco, Art and Beauty
in the Middle Ages, Yate University Press, New Haven, Londra, 1986.
7 Platon, Şölen'de güzelliğin tanrıya giden
yolu açtığın anlatır. Philosophies of Art and Beauty, a.g.e., s. 68-77.
8 Cem Behar,
"Klasik Türk Musikisinde Yazı", Türk Musikisi Üzerine Denemeler,
Bağlam, Ankara, 1976, s. 19-58.
9 Japon
sanatında yaratıcılık ya da egonun yokluğu ile ilgili kuramlar Kenichi
Sasaki ve Iwaki tarafından Japon dilinin yapısına bağlanarak geliştirilmiştir.
Bkz. Kenichi Sasaki, "The Aesthetic of the Intransitive", yayınlanmamış
bildiri, 14. Dünya Estetik Kongresi, 1998, Ljubljana ve Kenichi Iwaki,
"Japanese Philosophy in the Magnetic Field Between Eastern and Western
Languages", 15. Dünya Estetik Kongresi, Makuhari, 2001, yayında.
10 Linda
Hutcheon, A Theory of Parody, Methuen & Co. Ltd., Londra, 1985. Bu eserde
Linda Hutcheon, Michel Foucault'nun bu iddiasından söz eder s. 4. (Michel
Foucault, Language, Counter-Memory, Practice, İngilizce'ye çev.: Donald F.
Bouchard ve Sherry Smith, Cornell University Press, Ithaca, NY, 1977).
11 Michel Foucault,
Ceci n'est pas une Pipe kitapcığında Magritte'in resminin temsiliyet ile ilişkilerini
anlatmaktadır.
12
Hutcheon, a.g.e. Magritte ile ilgili açıklamalar s. 2 ve 13.
13 Charles
Jencks, The Language of Post-Modern Architecture, Academy, Londra, 1977.
14 Marshall
McLuhar, Understanding Media, Signet Books, New York, 1964, s. 23-35 "The
Medium is the Message".
15 Gilles
Deleuze, Difference et repetition, Presses Universitaires de France, Paris,
1968.
16 Leo
Steinberg, Encounters with Rauschenberg , University of Chicago Press, 2000, s.
16-17.
17 Erich
Auerbach, Mimesis, çev.: Willard R. Tcask, Princeton University Press, 1953.
18 John
Dewey, Art as Experience, Capricorn Books, New York, 1934.
|