reklam

Sergi Üzerine...
Sanat > Mercek Altında

RAHMİ AKSUNGUR HEYKEL SERGİSİ

Milli Reasürans Sanat Galerisi'nde eserleri sergilenmekte olan Rahmi Aksungur, sanat yaşamı boyunca sorguladığı heykel sanatına ilişkin tanım ve algılama sorunlarını bu sergisinde de irdeliyor. Çevreye düzen vererek ya da kurulu düzeni bozarak kendisine yer edinen heykel disiplininin doğası üzerine konuşmak, heykelin insan yaşamı ve dünya içindeki konumunu tartışmak sanatçının belli başlı hedeflerinden yalnızca birkaçı. Elbette bu soruları sorarken net bir cevap bulmak gibi bir kaygısı yok, çünkü bu soru(n)lar yalnızca bir heykel sanatçısının cevaplayabileceğinin çok ötesinde, adeta tüm heykel sanatının geçmişini ve geleceğini kapsamaktadır.

Özellikle heykel sanatı konusunda ne yazık ki çok gelişme gösterememiş olan bizim kültürümüzde, heykel genel olarak gönderimini kendi iç yapısından alan, çevresiyle ilgisiz ve çoğunlukla soyut bir biçim olarak algılanmaktadır. Heykelin ya bir anıt olarak kamusal alanlarımızda, ya da galeri mekanlarında yaşamdan ve dolayısıyla insandan kopuk bir şekilde boy gösterdiği ülkemizde, heykel ve insan arasında giderek büyüyen bir uçurum oluşmaktadır. Heykel, yüce bir estetiğe sahip, ayrıcalıklı bir biçim olarak düşünüldüğü için yaşamın günlük akışına girememekte, insan olgusuyla bütünleşememektedir. Bu sorunları kendi kişisel deneyimlerinin yol göstericiliği ile ele alan Aksungur, heykelin ne olduğu ve bizimle nasıl bir iletişime sahip olması gerektiğini tartışmaya açıyor.

Bence sergiyi anlamak adına en başta belirtilmesi gereken noktalardan biri, Aksungur'un sergi mekanına yapmış olduğu müdahaledir. Normalde galerinin zemini mavi halı kaplı, ancak Aksungur heykellerinin bu kaplama üzerinde iyi durmayacağını düşünerek tüm zemini ve heykel kaidelerini metal çinko ile kaplattırmış. Dolayısıyla galerinin kendisinin bir esere dönüştüğünü ve bizim de bu eser içinde seyre çıktığımızı söylemek sanırım yanlış olmaz. Kaplama, yarı-saydam özelliği ile tüm eserleri üzerinde yansıtıyor, ve bu sebepten ötürü heykeller sanki bir yerde duruyor değil de, boşlukta yüzüyor izlenimini veriyor. Zeminin altı ile üstü arasında meydana gelen bu geçişkenlik ve etkileşim, sergilenen figürlerin de birbirini beslemesine katkıda bulunuyor. Kişi, bir bütünün içinde dolaştığını hissediyor.

Sergi mekanını gezerken az sayıda irili ufaklı imge ile karşılaşıyorum, ancak bu imgelerin yerleştiriliş şekli akılcı ve en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş bir tasarım sürecini hissettiriyor. İlk başta sanki mekanı gözlediğini, dolayısıyla bizi de gözlediğini hissettiren kuş-insan karışımı iki yaratıkla karşılaşıyorum. Bu yaratıkların yakınına yerleştirilmiş olan totem benzeri iki heykel de aynı izlenimi uyandırıyor. Daha sonra ayrı bir odada, tüm yalnızlığı içinde sonbaharı anımsatan büyük sarı bir yaprak görüyorum. Serginin ana mekanında bulunan kuş-balık sentezi ufak canlılar ve sanki ısırılmış gibi duran kocaman yeşil bir elma ile gezintimi devam ettiriyorum. Yine ayrı bir mekanda sergilenen gemi-balık karışımı büyük bir yaratık, altından saçtığı mavimsi ışık ile mekanı aydınlatıyor ve ziyaretçiyi kendine çekiyor.

Tüm bu heykelleri gördüğüm zaman aklıma gelen ilk düşüncelerden birisi, hepsinde ciddi ve sistematik bir çalışmanın ürünü olduklarını hissettiğim doluluk-boşluk ilişkileri oluyor. Bu eserlerde ne tam doluluk, ne de tam boşluk göze çarpıyor, tersine doluluk ve boşluğun bir çekişme halinde oldukları hissediliyor. Bu gidip gelmeler ve sonuçta oluşan gerilim biçimlerin durmaksızın bir devinim halinde olmasına yol açıyor. Biçimlerin sanki statik değil de hareketli oldukları izlenimini veren bu durum, izleyiciyi de şaşırtıyor. Kişi figürlerin etrafında dolanıyor, onlara farklı açılardan bakmak istiyor, adeta hareketli olup olmadıklarını algılamaya çalışıyor. Üretilen biçimden fire verilmeden sağlanan bu hareket ile izleyici heykelin içine çekiliyor.

Gerçekten de, Aksungur'un tüm sanat yaşamı incelendiği zaman, kendisinin hareket kavramına verdiği önem göze çarpmaktadır. Bu kavramı elle tutulur, gözle görülür kılmak için her tür malzemeyi kullanmıştır. Ancak burada gözardı edilmemesi gereken bir nokta onun için malzemenin tasarımı meydana getirmemesi, ancak iyi bir tasarımın oluşmasına katkıda bulunan bir araç olmasıdır. Bu amaç doğrultusunda kullandığı ve bu sergideki tüm eserlerin malzemesini meydana getiren ahşap, aslında geleneksel heykel sanatında statik bir malzeme olarak düşünülmektedir. Ancak, ahşabın kuru havada büzülen, nemli havada genleşen yapısı ile nefes alıp veren canlı bir malzeme olduğunu düşündüğümüz zaman, artık onu farklı bir bakış açısıyla görmeye de başlayabiliriz demektir. Aksungur'un malzeme olarak ahşabı seçmesi, durağanlık ile hareket arasında bir gerilim meydana getirmektedir. Eğer hareketi açıkça gözler önüne seren bir malzeme kullansaydı, durumu hemen kavrayacak ve belki de bu yüzden fazla düşünmeyip arkamızı dönüp gidecektik.

Aksungur'un malzeme seçimiyle yarattığı gerilim, sergideki eserlerinin başka özelliklerinde de ortaya çıkmakta. Eserlerinin bazı kısımlarında ahşabı çok iyi işlemesi ve yumuşak bir doku kazandırmasına rağmen, bazı kısımlarda da ahşabın pürüzlü, kaba olan gerçek dokusuyla karşılaşmaktayız. Aynı şekilde, simetriyi ve asimetriyi aynı anda vurgulaması da gerilimi besleyen ve ziyaretçiyi heykelleri incelemeye davet eden bir durum. Karşıdan bakılınca simetrik gibi gözüken heykellere farklı açılardan baktığımızda, bize bambaşka pespektifler sunuyorlar. Eserlerin uyandırdığı farklı çağrışımlar ve üstüne üstlük isimlerinin sergide yer almaması, ziyaretçiyi yine ikircikli bir duruma düşürüyor. Kişi, seyrettiği yaratığın gemi mi, balık mı, kuş mu, ya da akla gelebilecek başka şeyler mi olduğunu anlayabilmek için uzun süre kafa yoruyor. Bu çeşitli anımsatmaların yarattığı gerilim de izleyiciyi düşünmeye sevkediyor, onu heykelle bütünleştiriyor.

Aksungur'un diğer eserlerinde ve bu sergisinde de sorguladığı bir diğer konu da ölçek kavramı. Sanat yaşamı boyunca, "İzleyiciyi bedensel kalıbından sıyırarak, evrende bir zerre olduğunu nasıl hissettirebilirim?" sorusuna cevap arayan sanatçı, bu sorudan yola çıkarak kişiyi fiziksel ölçeğinden bağımsızlaştırarak onu heykelin iç mekanında tinsel bir gezintiye çıkarmak amacını gütmüş. Bu sebeple sanatçının mekan kavramına da verdiği ayrı bir önem var. Ona göre, "Heykelde mekan, kütlenin kendisi veya kuşattığı alan değil, kütlenin çekim alanının sınırlarıdır. Bu sınırları her birey kendisi için belirler. Bu alan bireyi eğer, büker, hatta yönlendirir." Heykelin yarattığı çekim alanının sınırları elbette yalnızca fiziksel sınırlar değil, aynı zamanda tinsel, yalnızca izleyicinin hissedebileceği sınırlar. Zaten Aksungur da heykelde iki tip mekanın olduğunu savunmaktadır. Buna göre, ilk olarak kütlenin boşluğu kuşatarak veya iç basınçla dışa zorlayarak atmosferi yırtan, çevresinde ya da içinde oluşturduğu, gezinebilen, elle tutulabilen gerçek, fiziksel mekan vardır. Ancak ikinci ve daha önemli olan diğer mekan ise, insan gövdesinin kavrama ölçülerinin ve tinsel değerinin yarattığı öznel mekandır ki Aksungur bunu "bireyin kendi ölçülerine göre idealize ettiği mekan, kısaca K.O.İ.M." olarak adlandırmaktadır. İşte Aksungur'un asıl uğraşısı bu öznel, bir başka deyişle tinsel mekanı yaratmaktır. Bu şekilde izleyici ve heykel arasında bir bağ kurmaya, izleyiciyi heykele katmaya çalışan sanatçı, eserlerinde kişide çeşitli çağrışımlar uyandırabilecek imgeler kullanır. Bu imgeler yardımıyla kişinin belleği yoklanır; bu üç boyutlu dünyanın anlamını, mekan içerisindeki konumunu sorgulaması istenir. Dolayısıyla, izleyicinin belleği harekete geçirilir. Yapıt ile izleyiciyi aynı düzlemde buluşturan, etkileşimlerini en üst düzeye çıkaran bu anlayış doğrultusunda psikolojik bir mekan tasarımını gerçekleştirmeye çalıştığından bahsedebiliriz.

Aksungur'un bahsettiği tinsel mekan kavramı, aslında yaşamımızla içiçe olan ve onu yönlendiren bir özelliğe sahip. Bazen pek farkında olmasak da hepimizin kendi ölçülerimize göre idealize ettiğimiz, yaşamımız içerisinde sınırlarını belirlediğimiz tinsel mekanlarımız var. Diğer bireylerle olan fiziksel yakınlığımızı da bu tinsel mekanın sınırları belirlemekte. Ancak elbette bu sınırlar sürekli olarak değişim halindedir. Örneğin anne babalarımızla olan tinsel sınırlarımız yabancılarla olan sınırlarımızdan oldukça farklıdır. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında evrendeki herşey ile bir hesaplaşma içindeyizdir. Herşeyi sorgulayıp, aramızda oluşacak olası etkileşimleri belirler ve sınırlarımızı koyarız. Bu durum heykele de yansır. Kişi, belleğindeki bilgiler, anılar yardımıyla heykeli değerlendirir ve onunla bir ilişki kurar. Olumlu ya da olumsuz yönde gelişebilecek olan bu ilişki, kişi ile heykel arasındaki fiziksel ve tinsel sınırları belirler. Eğer kişi yapıtla olumlu bir ilişki kurarsa "kendi ölçülerine göre idealize ettiği mekan"ı yaratır. Bu durumda kişi heykelle bütünleşir, kendi mekanını heykelin mekanına uyarlar, heykelin fiziksel boyutu ne olursa olsun onun içinde gezinir, yani kendi fiziksel ölçeğinden bağımsızlaşır.

Sergiyi gezerken gerçekten de fiziksel ölçeğimden arındığım duygusunu hissediyorum. Kendimi kocaman sarı yaprağı elimde tutarken düşünüyorum, ya da küçülerek yeşil elmanın kuytu iç mekanına sığınmış bir şekilde hayal ediyorum. Gemi-balık karışımı yaratığın önüne geldiğimde ise, yine küçülüyorum ve bu sefer de yaratığı tam ortasından kesen tünelin içine giriyorum, mavi ışığın içinde kayboluyorum. Burada bahsetmek istediğim bir diğer nokta da Aksungur'un kendisinin bu yaratığı nasıl hayal etmiş olduğudur. Eserin yerleştirildiği mekanda bulunan çizimlerde, yaratık büyümüş, kocaman bir anıt olmuş. Bulunduğu yere geniş merdivenlerle çıkılıyor, ve merdivenleri çıkan insanlar anıtın yanında birer zerreye dönüşüyor. Ancak bu anıt, tüm ihtişamına rağmen alışık olduğumuz anıtlardaki gibi bizi ezen bir yapıda değil. Tersine, kişi tam olarak sebebini çözemediği bir şekilde onun günlük yaşamının bir parçası olduğunu hissediyor. Belki de bunun nedeni aklımızda yarattığı imgeler, çağrışımlardır.

Sergideki eserlerle ilgili dikkatimi çeken bir diğer nokta da genel olarak bakıldığında heykellerde detaycılığa kaçan bir işçiliğin olmamasıdır. Zaten Aksungur hiçbir eserinde detaycılığa yönelmemiştir, ama daha çok bütünü meydana getiren parçaları orantılı olarak bir araya getirmeyi amaçlamıştır. Bu yüzden detaylarda boğulmuş bir bütün elde etmek yerine, inceden inceye hesaplanmış parçaların ana bütünü oluşturmasını yeğler. Yani, bütün ayrıntılardan meydana gelmez ama ayrıntılar bütüne eşit şekilde dağılır. Bu çok titiz çalışma ile her parça bütün içinde üstleneceği görevi yerine getirmek için tasarlanır. Bir çeşit tümdengelim olarak tanımlayabileceğimiz bu yöntem ile tüm ayrıntılardan arınmış, plastik kütleler çıkar karşımıza. Örneğin bu sergideki eserlere baktığımızda, çoğunun eşit büyüklükteki karelerden meydana geldiğini ve yer yer bu karelerin boşluklar meydana getirdiğini görürüz. İnce bir hesabın ürünü oldukları belli olan eserler rasyonel tasarımları ile farklı yönlerden bakıldıklarında farklı konturlara sahip olurlar, ve böylece izleyiciyi kendilerini incelemeye davet ederler.

Sergi ile ilgili son söz olarak şunu söyleyebilirim ki, Aksungur gerçekten de izleyici ile heykeli aynı düzlemde buluşturmayı başarmış. Kişi sergi mekanını terkettiğinde, aklında uçuşan imgelerin etkisiyle düşünmeye başlıyor. Yaşamda herşeyin ne kadar içiçe olduğunu, evrendeki her canlının, her nesnenin belki de tek bir düzenin parçası olabileceğini düşünüyor. Rahmi Aksungur'un heykelleri artık unutamayacağımız bir şekilde belleğimizdeki yerlerini alıyorlar. Dolayısıyla, Aksungur bizi ve heykellerini bütünleştirerek ülkemizde heykel sanatının gelişimine oldukça önemli bir katkıda bulunuyor.
Elif Erdine

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz