reklam

Haberler
Haziran 2004

‘Benim adım İstanbul’

Almanya’nın güneye yakın duran şehirlerinden Karlsruhe’de, belirlemeleri kadar, sundukları ve mekanı ile de iddialı bir sergi sürmekte. Sergi, 17. Avrupa Kültür Günleri çerçevesinde düzenlenmiş.

Kırk Türk sanatçının 90’ların başından bu yana ürettikleri eserlerden oluşan sergi, adını Moby Dick’in ilk cümlesi olan ‘Call me Ishmael’den alıyor.

Merleau-Ponty’den bir alıntı yapmış küratörler: “Bizi hezeyandan veya halüsinasyonlardan koruyan sahip olduğumuz güçler değil yaşadığımız mekandır.”

Ardından kendi gözlemlerini özetliyorlar: İstanbul söz konusu olduğunda, herhangi bir koruma yok; hezeyan, düzenin ta kendisi.

Belirlemeleri kadar, sundukları ve mekanı da iddialı bir sergi var, Almanya’nın güneye yakın duran şehirlerinden Karlsruhe’de: ‘Call me Istanbul’.

Kırk Türk sanatçının 90’ların başından bu yana ürettikleri eserlerden oluşan sergi, adını Moby Dick’in ilk cümlesi olan ‘Call me Ishmael’den alıyor. Mekan Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinden ZKM (Zentrum für Kunst und Medien Technologie).

17. Avrupa Kültür Günleri çerçevesinde düzenlenen serginin küratörleri Avusturyalı Peter Weibel, ABD’li Roger Conover ve Sloven Eda Cufer.

Çok farklı ekollerden ve farklı dönemlerden eserleri biraraya getirmişler. Yerleştirme karmaşık, dağınık hatta çarpık. Sanki İstanbul’u örnek almışlar gibi. Almanya’da kimi eleştirmenlerin ‘klişelerin varlığından’ söz etmesi doğal; minareler, göbek dansı, semazenler eksik değil. Ancak küratör Weibel’in de belirttiği gibi, farklı bir içerik bağlantıları var.

Vahap Avşar’ın ‘Kim Olursan Gel’ çalışmasında semazenler dj’lerin turntable’ları üzerinde dönüyor. Fuat ve Murat Şahinler’in hazırladığı ‘Bir Yokmuş Bir Varmış’ video projesinde minare namaz saatlerinde hidrolik bir mekanizmayla yerin dibinden çıkıyor ve namaz bitince yerine giriyor. Tarihi arka planla bugünün değerleri arasındaki ilişki bir çok yapıtta göze çarpıyor.

Tabii, serginin bir amacı da, şehrin karmaşık mimari yapısını ve kültürler karmaşasını da aktarabilmek. Belmin Söylemez’in daha ilk bakışta dikati çeken ‘Bıyık ve ‘Dalgalar’ filmleri, ARTE’de yayınlanmış çarpıcı bir varoş belgeseli ‘Nalan Türkeli: Kaderinde İstanbul Var’ ve İpek Düben’in ‘Türk Nedir?’ başlıklı kartpostal çalışması İstanbul/Türk kültürünün ipuçlarını veriyor.

Öte yanda bir grup çalışma, mimari-insan-kültür ilişkisini sorguluyor. Eric Göngrich’in, ‘binalaşmayı’ aktardığı ‘Piknik Şehri’ enstalasyonu, meşakkatli bir istatistik çalışmayla İstiklal Caddesi özelinde şehri özetleyen ‘İstatistiklal’ ve Revan Barlas’ın insan boyunda hazırladığı ‘içinden İstanbul geçen’ travesti silueti ‘Suni Öpücük’ farklı boyutlara çarpıcı bakışlar getiriyor.

‘Piknik Şehri’nde sanatçı İstanbul’daki yerleşim çarpıklığını siyah beyaz mimari çizimlerden oluşan slaytlar gösteriyor. Paralel bir projeksiyonda ise İstanbul’da yaşayan farklı kesimlerden insanların şehir üzerine yakınmaları ve mimari tanımlamalar içiçe aktarılırken iç burkucu bir ironi yakalanıyor.

‘İstatistiklal’ üç kişilik bir ekibin (Ertuğ Uçar, Simge Gökay, Erhan Muratoğlu) 2003 ile 2004 yılları arasında hazırladıkları bir araştırma/enstallasyon. Üçlü (ve arkadaşları) İstiklal Caddesi’nde yürürken tutulmuş istatistikler ve gözlem notlarından çizimler, karalamalar, fotoğraflar üretmişler ve referans kitaplardan fotokopilerle de zenginleştirip büyükçe bir prefabrike yapının her tarafını bu ‘bilgi bombardımanı’yla bezemişler: Cadde üzerinde 97 bayrak, 109 projeksiyon, 220 cephe, 235 çiçek saksısı, caddeye açılan 244 sokak olduğunu öğreniyoruz. İçerideyse çalışmanın video kaydı ikiye bölünmüş bir ekran mantığıyla gösteriliyor.

Serginin orta mekanına yakın bir yerde izleyiciler bir daire-projeksiyonun etrafında dönüp duruyor; amaçları aralıksiz yürüyen travesti siluetini ve o siluetin içinde akıp giden İstanbul’u izlemek. Revan Barlas’ın imzası taşıyan ‘Suni Öpücük’ travestinin kimlik arayışı ve değişim sancılarıyla İstanbul arasında anlamlı ve düşündürücü bir paralellik kuruyor.

Çarpıcı olan bir başka nokta Türklük ve İstanbul üzerine en geniş kapsamlı sergilerden birinin Türkiye dışında düzenlenmiş olması. Turntable-semazenler, İstiklal Caddesi’nin sesleri, boşlukta sallanan keçe giysiler, orta yere kondurulmuş tek göz bir gecekondu ... Çıkarken geriye dönüp bakınca insanın aklına çok basmakalıp bir tanımlama geliyor: yamalı bohça. Ancak İstanbul tam da bu değil mi zaten?

Serginin baş küratörü Peter Weibel’le söyleşi ...
Peter Weibel (solda) ve Haşmet Topaloğlu
Soru: Neden sergiyi “Call me Istanbul” olarak adlandırdınız?
PW: Henri Melville’in ünlü romanı ‘Moby Dick’in ilk satırı şöyledir: ‘Call me Ishmael’. İncil’den gelme bu isimle, kahraman ‘öteki’yle savaşına, mücadelesine bir anlam katmaktadır. İstanbul’u, İslam ve Asya açısından değerlendirince, her zaman bir ‘öteki’ boyutu karşımıza çıkmaktadır. ‘Call me Istanbul’ derken, İstanbul’un bir ‘öteki şehir’ olduğunu vurguluyoruz. Diğer yandan tarih boyunca farklı yönetimler ve farklı dinlerle yaşamış olan şehrin ismi de hep değişikliğe uğramıştır. Constantinopol’dan Estamboel’a ondan İstanbul’a farklı isimler hep bu farklı kimlikleri anlatmaktadır.

Soru: Sanatçıları ve eserleri hangi kriterlere göre seçtiniz?
PW:
Serginin içeriğiyle doğrudan bağlantılı sanatçılar değil de uzun süredir İstanbul üzerine düşünen ve onu anlamaya çalışan sanatçılar aradık. “Milliyetçilik nedir? Türklük nedir?” sorularına yanıt aramış olanları tercih ettik. Bunun yanısıra ‘Zorlama Modernleşme’ kavramıyla da ilgiliydik. Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal binlerce yıllık doğu kökenli kültürü bir anda sona erdirip batılı kültürü kabul ettirmeye çalıştı. Bunun en güzel örneklerinden biri bizzat kendisinin İngiliz diplomatlar gibi smokin giymesidir. “Biz laikiz” mesajını vermeye çalışıyordu. O zamanki bu zorlamanın izlerini hala görmek mümkün.

Aradığımız bunu da gösterebilecek sanatçılardı. Örneğin pikaplar üzerinde dans eden mevleviler tarihi arka planla bugünün değerleri arasındaki ilişkiyi kuvvetli bir şekilde veriyor. Hemen minareler ve camiler göstermek istemiyoruz ama İstanbul’u Düsseldorf ya da Dortmund gibi de anlatamayız. Ekonomik sorunları bir yana bırakırsanız AB içindeki İstanbul -bir bütün olarak düşünürseniz- Avrupa’nın başşehri olmaya adaydır. Paris ya da Berlin’den farklı olarak çok sayıda etnik kimliğin birlikte yaşadığı bir şehir.

Soru: Hale Tenger’in bayrağa gönderme yapan çalışması tarzında eserler Türk izleyicide tepki uyandırıyor mu? Bu tür bir tepkiyi öngörmüş müydünüz?
PW: Buraya gelen batılının kafasındaki tipik turistik İstanbul resmini bulamayıp belirli bir hayalkırıklığı yaşamasını umuyorum. Ancak bir başka hayalkırıklığını da Türklerin yaşaması gerekir. İstanbul’un bildikleri, alışık oldukları sunumuyla karşılaşamayacaklar; rahatsız olup bir şeyleri sorgulamaya başlayacaklar. Hale Tenger bayrağı bambaşka bir şekilde yeniden oluştururken onu sorgulamaktadır. Bayrakta ne saklanmaktadır? Oluşturan unsurlar nelerdir? Bize anlatmak istediği nedir? Bu çalışmada Tenger bir ulusun temel karakteristiklerini eleştirmektedir. Eşarbın kullanıldığı çalışma ise bize bir çok şey söylüyor. Kadın örtüyü farklı şekillerde kullanarak dinin çerçevesinde, erkek egemen toplumun tekelindeki eşarp kullanımına bir tepki duyduğunu gösteriyor. Önemli olan kendi iradesi.

Bu çalışmayı bir neoavangart yapsaydı onun için bu duvara asılı bir ‘resim’ olmanın ötesine geçmezdi. Halbuki burada eşarbın ve kırmızının ardında yatan geçmiş ve düşünce tartışılıyor. Bu kırmızı eşarp bize Türklük ve İstanbul üzerine çok şey söylüyor.

‘İstanbul Bir Megapol Değil, Metapol' 
Soru: Türk sanatçıları hangi alanda daha üretken görüyorsunuz? ‘Ex oriente lux’ hâlâ geçerli bir ifade mi?
PW:
Öncelikle şunu belirtmeli: İstanbul artık bir megapol değil, bir metapol yani metapolis. Şehirlerüstü bir şehir; diğerleri üzerinde etkisi olan bir şehir. Bunun nedeni de kozmopolit bir karaktere sahip olması. Böyle bir şehirde batı kültürüyle iletişim içinde olmadan varolan bir sanatçı olmak bence mümkün değil. Batı kuruluşunun temellerini aradığında karşısına hep Doğu çıkar. Roma’nın, yani Avrupa’nın kuruluşu doğudan batıya bir hareketle olmuştur.

Aynı şekilde Amerika’nın kuruluşu da Avrupa’dan yani doğudan gelen bir hareketin sonucudur. Avrupa’nın tarihi, her zaman bir göç hikayesi olmuştur. Aslında her yıl yüzbinlerce kişilik göç alan İstanbul’a şaşmamak mümkün değil. Kültürün ana unsurlarından biri, diğer kültürleri izlemek ve özümsemektir. Ne yazık ki doğuda üretilen kimi eserler eşzamanlı olarak batılı göze/kulağa hitap etmiyor ancak şunu unutmamak gerekir ki yirmi otuz yıl sonrasında batı aynı eserleri baştacı ediyor. ‘Ex Oriente Lux’ bir efsanedir belki ama bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Soru: Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye yer var mı? AB üyesi olmak Türkiye’ye yarayacak mı?
PW: Pozitif bir büyümenin yararları olacağı kesin. Ancak öte yandan büyük bir Avrupa küçük devletler bütününe dönüşür. Hatta şehir-devletlere. İspanya’da Katalanlar ya da Türkiye’de Kürtler bu tür bir büyük şemsiyenin içinde kendi kimliklerini korumak isteyecekler. Artık böyle bir yapıda etnik kimlikler için savaşılması düşünülemez. Globalleşmenin çoğulculuk karakterine dikkat etmek gerek; farklı kültürlerin bir potada kaybolmaması gerekir. Türkiye bu sorunları hesaba katmalı.
NTVMSNBC

Arşiv

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz