‘Benim adım İstanbul’
Almanya’nın
güneye yakın duran şehirlerinden Karlsruhe’de, belirlemeleri kadar,
sundukları ve mekanı ile de iddialı bir sergi sürmekte. Sergi, 17. Avrupa Kültür
Günleri çerçevesinde düzenlenmiş.
Kırk Türk sanatçının 90’ların başından bu yana ürettikleri
eserlerden oluşan sergi, adını Moby Dick’in ilk cümlesi olan ‘Call me
Ishmael’den alıyor.
Merleau-Ponty’den bir alıntı yapmış küratörler: “Bizi hezeyandan
veya halüsinasyonlardan koruyan sahip olduğumuz güçler değil yaşadığımız
mekandır.”
Ardından kendi gözlemlerini özetliyorlar: İstanbul söz konusu olduğunda,
herhangi bir koruma yok; hezeyan, düzenin ta kendisi.
Belirlemeleri kadar, sundukları ve mekanı da iddialı bir sergi var,
Almanya’nın güneye yakın duran şehirlerinden Karlsruhe’de: ‘Call me
Istanbul’.
Kırk Türk sanatçının 90’ların başından bu yana ürettikleri
eserlerden oluşan sergi, adını Moby Dick’in ilk cümlesi olan ‘Call me
Ishmael’den alıyor. Mekan Avrupa’nın önemli sanat merkezlerinden ZKM
(Zentrum für Kunst und Medien Technologie).
17. Avrupa Kültür Günleri
çerçevesinde düzenlenen serginin küratörleri Avusturyalı Peter Weibel,
ABD’li Roger Conover ve Sloven Eda Cufer.
Çok farklı ekollerden ve farklı dönemlerden eserleri biraraya getirmişler.
Yerleştirme karmaşık, dağınık hatta çarpık. Sanki İstanbul’u örnek
almışlar gibi. Almanya’da kimi eleştirmenlerin ‘klişelerin varlığından’
söz etmesi doğal; minareler, göbek dansı, semazenler eksik değil. Ancak küratör
Weibel’in de belirttiği gibi, farklı bir içerik bağlantıları var.
Vahap Avşar’ın ‘Kim Olursan Gel’ çalışmasında semazenler
dj’lerin turntable’ları üzerinde dönüyor. Fuat ve Murat Şahinler’in
hazırladığı ‘Bir Yokmuş Bir Varmış’ video projesinde minare namaz
saatlerinde hidrolik bir mekanizmayla yerin dibinden çıkıyor ve namaz bitince
yerine giriyor. Tarihi arka planla bugünün değerleri arasındaki ilişki bir
çok yapıtta göze çarpıyor.
Tabii, serginin bir amacı da, şehrin karmaşık mimari yapısını ve kültürler
karmaşasını da aktarabilmek. Belmin Söylemez’in daha ilk bakışta dikati
çeken ‘Bıyık ve ‘Dalgalar’ filmleri, ARTE’de yayınlanmış çarpıcı
bir varoş belgeseli ‘Nalan Türkeli: Kaderinde İstanbul Var’ ve İpek Düben’in
‘Türk Nedir?’ başlıklı kartpostal çalışması İstanbul/Türk kültürünün
ipuçlarını veriyor.
Öte yanda bir grup çalışma, mimari-insan-kültür ilişkisini sorguluyor.
Eric Göngrich’in, ‘binalaşmayı’ aktardığı ‘Piknik Şehri’
enstalasyonu, meşakkatli bir istatistik çalışmayla İstiklal Caddesi özelinde
şehri özetleyen ‘İstatistiklal’ ve Revan Barlas’ın insan boyunda hazırladığı
‘içinden İstanbul geçen’ travesti silueti ‘Suni Öpücük’ farklı
boyutlara çarpıcı bakışlar getiriyor.
‘Piknik Şehri’nde sanatçı
İstanbul’daki yerleşim çarpıklığını siyah beyaz mimari çizimlerden
oluşan slaytlar gösteriyor. Paralel bir projeksiyonda ise İstanbul’da yaşayan
farklı kesimlerden insanların şehir üzerine yakınmaları ve mimari tanımlamalar
içiçe aktarılırken iç burkucu bir ironi yakalanıyor.
‘İstatistiklal’ üç kişilik bir ekibin (Ertuğ Uçar, Simge Gökay,
Erhan Muratoğlu) 2003 ile 2004 yılları arasında hazırladıkları bir araştırma/enstallasyon.
Üçlü (ve arkadaşları) İstiklal Caddesi’nde yürürken tutulmuş
istatistikler ve gözlem notlarından çizimler, karalamalar, fotoğraflar üretmişler
ve referans kitaplardan fotokopilerle de zenginleştirip büyükçe bir
prefabrike yapının her tarafını bu ‘bilgi bombardımanı’yla bezemişler:
Cadde üzerinde 97 bayrak, 109 projeksiyon, 220 cephe, 235 çiçek saksısı,
caddeye açılan 244 sokak olduğunu öğreniyoruz. İçerideyse çalışmanın
video kaydı ikiye bölünmüş bir ekran mantığıyla gösteriliyor.
Serginin orta mekanına yakın bir yerde izleyiciler bir daire-projeksiyonun
etrafında dönüp duruyor; amaçları aralıksiz yürüyen travesti siluetini
ve o siluetin içinde akıp giden İstanbul’u izlemek. Revan Barlas’ın
imzası taşıyan ‘Suni Öpücük’ travestinin kimlik arayışı ve değişim
sancılarıyla İstanbul arasında anlamlı ve düşündürücü bir paralellik
kuruyor.
Çarpıcı olan bir başka nokta Türklük ve İstanbul üzerine en geniş
kapsamlı sergilerden birinin Türkiye dışında düzenlenmiş olması.
Turntable-semazenler, İstiklal Caddesi’nin sesleri, boşlukta sallanan keçe
giysiler, orta yere kondurulmuş tek göz bir gecekondu ... Çıkarken geriye dönüp
bakınca insanın aklına çok basmakalıp bir tanımlama geliyor: yamalı bohça.
Ancak İstanbul tam da bu değil mi zaten?
Serginin baş küratörü
Peter Weibel’le söyleşi ...
Peter Weibel (solda) ve Haşmet Topaloğlu
Soru: Neden sergiyi “Call me Istanbul” olarak adlandırdınız?
PW: Henri Melville’in ünlü romanı ‘Moby Dick’in ilk satırı şöyledir:
‘Call me Ishmael’. İncil’den gelme bu isimle, kahraman ‘öteki’yle
savaşına, mücadelesine bir anlam katmaktadır. İstanbul’u, İslam ve Asya
açısından değerlendirince, her zaman bir ‘öteki’ boyutu karşımıza çıkmaktadır.
‘Call me Istanbul’ derken, İstanbul’un bir ‘öteki şehir’ olduğunu
vurguluyoruz. Diğer yandan tarih boyunca farklı yönetimler ve farklı
dinlerle yaşamış olan şehrin ismi de hep değişikliğe uğramıştır.
Constantinopol’dan Estamboel’a ondan İstanbul’a farklı isimler hep bu
farklı kimlikleri anlatmaktadır.
Soru: Sanatçıları ve eserleri hangi kriterlere göre seçtiniz?
PW: Serginin içeriğiyle doğrudan bağlantılı sanatçılar değil de
uzun süredir İstanbul üzerine düşünen ve onu anlamaya çalışan sanatçılar
aradık. “Milliyetçilik nedir? Türklük nedir?” sorularına yanıt aramış
olanları tercih ettik. Bunun yanısıra ‘Zorlama Modernleşme’ kavramıyla
da ilgiliydik. Cumhuriyet kurulurken Mustafa Kemal binlerce yıllık doğu kökenli
kültürü bir anda sona erdirip batılı kültürü kabul ettirmeye çalıştı.
Bunun en güzel örneklerinden biri bizzat kendisinin İngiliz diplomatlar gibi
smokin giymesidir. “Biz laikiz” mesajını vermeye çalışıyordu. O
zamanki bu zorlamanın izlerini hala görmek mümkün.
Aradığımız bunu da gösterebilecek sanatçılardı. Örneğin pikaplar üzerinde
dans eden mevleviler tarihi arka planla bugünün değerleri arasındaki ilişkiyi
kuvvetli bir şekilde veriyor. Hemen minareler ve camiler göstermek istemiyoruz
ama İstanbul’u Düsseldorf ya da Dortmund gibi de anlatamayız. Ekonomik
sorunları bir yana bırakırsanız AB içindeki İstanbul -bir bütün olarak düşünürseniz-
Avrupa’nın başşehri olmaya adaydır. Paris ya da Berlin’den farklı
olarak çok sayıda etnik kimliğin birlikte yaşadığı bir şehir.
Soru: Hale Tenger’in bayrağa gönderme yapan çalışması tarzında
eserler Türk izleyicide tepki uyandırıyor mu? Bu tür bir tepkiyi öngörmüş
müydünüz?
PW: Buraya gelen batılının kafasındaki tipik turistik İstanbul
resmini bulamayıp belirli bir hayalkırıklığı yaşamasını umuyorum. Ancak
bir başka hayalkırıklığını da Türklerin yaşaması gerekir. İstanbul’un
bildikleri, alışık oldukları sunumuyla karşılaşamayacaklar; rahatsız
olup bir şeyleri sorgulamaya başlayacaklar. Hale Tenger bayrağı bambaşka
bir şekilde yeniden oluştururken onu sorgulamaktadır. Bayrakta ne
saklanmaktadır? Oluşturan unsurlar nelerdir? Bize anlatmak istediği nedir? Bu
çalışmada Tenger bir ulusun temel karakteristiklerini eleştirmektedir. Eşarbın
kullanıldığı çalışma ise bize bir çok şey söylüyor. Kadın örtüyü
farklı şekillerde kullanarak dinin çerçevesinde, erkek egemen toplumun
tekelindeki eşarp kullanımına bir tepki duyduğunu gösteriyor. Önemli olan
kendi iradesi.
Bu çalışmayı bir neoavangart yapsaydı onun için bu duvara asılı bir
‘resim’ olmanın ötesine geçmezdi. Halbuki burada eşarbın ve kırmızının
ardında yatan geçmiş ve düşünce tartışılıyor. Bu kırmızı eşarp
bize Türklük ve İstanbul üzerine çok şey söylüyor.
‘İstanbul Bir Megapol
Değil, Metapol'
Soru: Türk sanatçıları hangi alanda daha üretken görüyorsunuz? ‘Ex
oriente lux’ hâlâ geçerli bir ifade mi?
PW: Öncelikle şunu belirtmeli: İstanbul artık bir megapol değil, bir
metapol yani metapolis. Şehirlerüstü bir şehir; diğerleri üzerinde etkisi
olan bir şehir. Bunun nedeni de kozmopolit bir karaktere sahip olması. Böyle
bir şehirde batı kültürüyle iletişim içinde olmadan varolan bir sanatçı
olmak bence mümkün değil. Batı kuruluşunun temellerini aradığında karşısına
hep Doğu çıkar. Roma’nın, yani Avrupa’nın kuruluşu doğudan batıya
bir hareketle olmuştur.
Aynı şekilde Amerika’nın kuruluşu da Avrupa’dan yani doğudan gelen
bir hareketin sonucudur. Avrupa’nın tarihi, her zaman bir göç hikayesi olmuştur.
Aslında her yıl yüzbinlerce kişilik göç alan İstanbul’a şaşmamak mümkün
değil. Kültürün ana unsurlarından biri, diğer kültürleri izlemek ve özümsemektir.
Ne yazık ki doğuda üretilen kimi eserler eşzamanlı olarak batılı göze/kulağa
hitap etmiyor ancak şunu unutmamak gerekir ki yirmi otuz yıl sonrasında batı
aynı eserleri baştacı ediyor. ‘Ex Oriente Lux’ bir efsanedir belki ama
bugün hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Soru: Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye yer var mı? AB üyesi olmak Türkiye’ye
yarayacak mı?
PW: Pozitif bir büyümenin yararları olacağı kesin. Ancak öte yandan
büyük bir Avrupa küçük devletler bütününe dönüşür. Hatta şehir-devletlere.
İspanya’da Katalanlar ya da Türkiye’de Kürtler bu tür bir büyük şemsiyenin
içinde kendi kimliklerini korumak isteyecekler. Artık böyle bir yapıda etnik
kimlikler için savaşılması düşünülemez. Globalleşmenin çoğulculuk
karakterine dikkat etmek gerek; farklı kültürlerin bir potada kaybolmaması
gerekir. Türkiye bu sorunları hesaba katmalı.
NTVMSNBC
|