İstanbul, yine bir kartpostal
Gelecek bienalin konusu 'İstanbul' olarak
belirlenmişken, çağdaş sanatın vazgeçemediği bir kaynak olarak bu kent
metaforunun sanatsal açıdan artık bir kısırdöngüyü yansıtmaya başladığını,
dolayısıyla kabak tadı verdiğini söylemek belki biraz ters kaçacak! Tabii ki
kaçınılmaz bir durum var ortada, bunu teslim etmek gerek: Batı-Doğu çelişkisi,
çokkültürlülük, bugünün perspektifinde geçmiş-gelecek, kimlik, aidiyet ve
kentliliğin anlamı ve daha nice konuyu düşündüğümüzde, içinde, üzerinde,
kenarında yaşadığımız bu dev organizmadan daha iyi bir metafor olabilir mi?
Fakat İstanbul, işte tam da bu yönüyle, o çok kültürlü, çok katmanlı, çok renkli
yapısıyla artık gittikçe çok klişe olan bir söylemin imgesi olmuyor mu yine?
Yüzyıllardır 'büyülü' atmosferi romantik oryantalist fantezilere fon oluşturan
İstanbul, şimdi bir postmodernlik ucubesi olarak meraklı bakışların yarattığı
kartpostalların yeni gözdesi. Bakıyorsunuz, buranın sanatçısı bile kendi
kentinin bir tür turisti oluvermiş.
Bir kente bakıp, hep aynı şeyleri çok
ilginç ya da çok sosyolojik bulan gözler, Avrupa merkezli oryantalist bir bakış
açısının önyargılarını değil belki ama, hemen hemen hep aynı klişeleri gözler
önüne seriyor. Bu göz, kentin eski, izbe köşelerinde geziniyor biraz, yıkık
dökük evleri, hayatları resmediyor, derken kentin daha 'modern' bölgelerindeki
hayattan da enstantaneler yakalıyor. Eğer bu iki kutbu aynı karede
yakalayabilmişse, bu daha da ilginç sayılıyor. Bazı sergilerde hemen hemen aynı
görüntüleri, farklı imzalarla görüyoruz bu yüzden. Örneğin kısa bir süre önce,
biri yabancı, diğeri Türk iki farklı sanatçının geleneksel-modern çatışmasını
ele almak için dijital pano kullanan bir camiyi konu edinen iki videosunu
izlemiştim, hiç kuşkusuz birbirlerinden habersiz, ama birbirlerinden yaratıcılık
anlamında hiç de farklı olmayan bir iş yapmışlardı. Sanatın bugün bir tür sosyal
antropoloji boyutu taşıması, bunun başlıca nedeni. Fakat mesele zaten bu değil
mi? Bir meseleyi sosyal antropoloji boyutundan öteye taşımak, onu görünür
kılmanın daha yaratıcı yollarını bulmak, ondan sanat yapmak ... Herhalde sorun
oluşturan ve zor olan da bu!
Aksanat'ta açılan 'Zaman
Çizgisi-İşaretler Şehrini Okumak/İstanbul: Açık? Gizemli?' başlıklı sergi, işte
bu gibi soruları/sorunları akla getiriyor. Sergideki sanatçıların çoğu yabancı:
Geçen bahar İstanbul'a gelerek kentte iki hafta geçirmişler ve İstanbul'u birer
'turist' gibi değil, 'gezgin' gibi bakarak okumaya çalışmışlar. Bu çerçevede
karşılaştığımız görüntüler ve sesler arasında, İstanbul'un dünü ve bugünü
arasında köprüler kuran düşüncelere rastlıyoruz: Bir yanda Ayasofya, öte yanda
restorasyonu sırasında kurulan iskelenin modern görüntüsü. Bir yanda modern kent
afişleriyle donanmış bir sokak, öte yanda bir hayvan leşinin de bulunduğu bir
çöplük. Harabe yapıların üzerine bindirilmiş çağdaş gökdelen görüntüleri.
Anadolulu PVC'ciler... Kısacası, sıradan bir turistin değil belki ama, güncel
yaşama biraz meraklı bir turistin hep gördüğü, göreceği şeyler. İpek Duben'in
'Türk Nedir?' başlıklı projesi kapsamında sergilenen ve Avrupa merkezli
oryantalist bakış açısının Türk'e dair önyargılarını gözler önüne seren
kartpostalların yanında bu görüntüleri, evet, önyargısız olmaya özellikle
çalışan bakışlar şekillendirmiş belli. Ama bunlar da yazık ki yine yeterince
derinliği olmayan salt meraklı, bazen şaşkın bakışlar.
Steril bir galeri ortamının içine
İstanbul'u taşımanın hiç de kolay bir iş olmadığını ortaya koyan bu sergi, Italo
Calvino'nun 'Görünmez Kentler'ini esin kaynağı olarak kullanmış. O kitabın
'Kentler ve Göstergeler' başlıklı bölümünde, "Onu betimleyen söylemle asla
karıştırılmamalı bir kent..." der Italo Calvino. Acaba ne demek ister, onu
düşünüyorum. Belki bu cümleyi çözenler işte, gerçekten gezgin -kendi kentinde de
gezgin- olabilenler?
Radikal - Ahu Antmen |