
Fotoğraflar Rahmi Aksungur'un izniyle kullanılmıştır.
Elif Erdine: Heykel sizin için ne ifade ediyor? Heykeli insan yaşamının
genel akışı içinde nasıl bir yere yerleştiriyorsunuz?
Rahmi Aksungur: Bence heykeli tek başına konuşmak biraz yanlış
olabilir çünkü heykeli tanımlarken onun zamana, sosyal ve çevresel koşullara
göre sürekli anlam değiştirdiğini göz ardı etmemek gerekiyor. Bu bağlamda
baktığımız zaman heykelin temel olarak üzerinde yapılandığı alanların
çevre ve mekan olduğunu söyleyebilirim. Bu nedenle ben hep mimariye çok yakın
bulmuşumdur heykeli ve bence mimarlık da bir sanattır. Mimarlık ve heykel
birbirine çok yakın, birbirini besleyen sanatlardır.
Heykelin insan yaşamında çok önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.
Bir kütle oluşturan heykel, içinde bulunduğu mekanla beraber çalışıyor.
Bu kütle ve mekanlar, salt görselliğin ötesinde onlara bakan insanlarla
fiziksel ilişkiler kuruyorlar. Böyle bir fiziksel ilişkiyi bir resimde
bulamazsınız, ancak mimari eserle ya da heykelle fiziksel ilişkilere
girersiniz. Elbette bu tip bir ilişkinin doğurduğu bazı katkılar var. Örneğin
heykel çok yüklü bir bilgiyi çok kısa bir zamanda izleyene veriyor. Bu
bilgiyi ya doğrudan, ya da çeşitli çağrışımlar uyandırarak kişiye ulaştırıyor.
Bu anlamda heykelle insanın karşılıklı olarak çok olumlu ilişkilere girdiğini
söyleyebilirim.
Ülkemizde heykelin insan yaşamı içindeki rolünü düşündüğüm zaman
şunu görüyorum. Eğer bizlerin veya çocuklarımızın dolaştığı, oynadığı
sokaklarda çok heykel olsaydı daha yaratıcı mesleklere yönelebilirlerdi.
Daha doğrusu, icra ettikleri meslek her ne olursa olsun, onu çok daha yenilikçi,
yaratıcı ve vizyonu geniş bir biçimde gerçekleştirebilirlerdi. Böylece
toplumu ileriye sıçratabilen insanlar da artardı. Tabii bizim sokaklarımızda,
kentlerimizde bu tip çalışmalar çok az miktarda yapılıyor. Bu noktada
ilerlemenin sağlanabilmesi için yerel belediyelere ve büyük kurumlara ciddi
sorumluluklar düşüyor. Elbette bu kuruluşlar eskiye oranla konuya yönelik
daha fazla çalışma yapıyor, fakat yapılanlar yine de yetersiz kalıyor.
Heykelin toplumla ve yaşamla bütünleşememesi de belirsiz bir ortam doğuruyor,
heykel yaşamdan soyutlanıyor. Kentler verimsiz, görsel kirlenmenin baş rolü
oynadığı çevreler olarak yaşayanları rahatsız ediyor. Bence bu konudaki
çalışmalara ağırlık verilse heykelin yaşam içindeki rolünü belki de sözcüklerle
tanımlayamayacağımız kadar derinden anlayacağımıza inanıyorum.
E.E. : Milli Reasürans Sanat Galerisi'ndeki
serginizden bahsedecek olursak, mekanda
daha önceden var olan mavi halı kaplamayı değiştirdiğinizi öğrendim.
Bunu sebebi nedir?
R.A. : Bu soruyu yanıtlarken ilk olarak benim çalışmalarımda
mekanın kaçınılmaz olduğunu söylemem gerekiyor. Mekanın çalışmama, çalışmamın
mekana olan etkisini ve izleyicinin buradaki rolünü hesaplamak zorundayım.
Bu mekanda bazı çalışmalar yapmaya karar verdikten sonra zeminin yapacağım
eserlerin içeriği açısından uygun olmayacağını gördüm. Benim bu çalışmalarda
görmek istediğim bir "ara nüans" vardı. Bazı ara nüanslar o
kadar hassastır ki, tüm anlamları izleyicinin psikolojik durumunu belirler ve
yönlendirir; izleyicinin eserle temasa geçmesini sağlar. Aynı zamanda o çalışmanın
boyutunu da etkileyebilir. Benim burada yakalamak istediğim, "gölge"
ile "ayna" arasında oluşacak olan ara nüanstı. Bu ne tam olarak gölge,
ne de tam olarak aynanın yansıması olmalıydı. Zemin öyle bir ara çizgide
durmalıydı ki eser kendini zeminden koparmalı, mekan uzaylaşmalıydı. Dolayısıyla
izleyici mekanda mı, yoksa uzayda mı olduğunu sorgulayarak "mekan"
ve "uzay" kavramları üzerine düşünmeliydi. Bu şekilde belki de
alıştığımız klasik mekan ve uzay ölçütlerinin doğru olmayabileceğini
gündeme getirmeye çalıştım.
Buradan yola çıkarak hangi metalin bana uygun olduğunu seçtim. Ancak bu
seçimi yapmak aylarımı aldı. Alt salonda sergilenen en büyük parçanın
yapımının iki haftamı aldığı düşünülürse kaplamanın ne kadar büyük
bir önem taşıdığını görebilirsiniz. Bu süreçte hemen hemen her
metalden birkaç metrekare alıp üzerinde çalışmalar yaptım. En sonunda çinkonun
istediğim etkiyi vereceğinde karar kıldım. Ancak metaller oksidasyonla renk
değiştirir, dolayısıyla yansımaları da değişebilir. Bu sebeple istediğim
matlık derecesini geleneksel bir yöntemle dondurarak bu sorunu hallettik.
E.E. : Işığın yerleştiriliş biçiminin mekana ve eserlerinize bir
katkısı oldu mu?
R.A. : Evet, ışık verilmesi istenen ara nüansa göre ayarlandı,
örneğin birçok yerde ışıklar söndürüldü. Alt salondaki büyük parçada
kullandığım zeminden yayılan mavi ışığın ise başka bir amacı vardı.
Daha önce de belirttiğim gibi çalışmalarımın çoğu zeminde oluşturulan
ara nüans sebebiyle adeta zeminden koptu. Halbuki bu heykeldeki mavi ışık
onu ağırlaştırdı, büyük bir parçaya dönüştürdü.
Beş metre uzunluğundaki bir eser sergilenmek için büyük bir parçadır,
fakat ben yaptığım çizimlerle başka bir açıdan yaklaşarak yine mekan
kavramını sorguladım. Çizimlerde büyük dediğiniz parça bir bina olarak
tasarlanmıştı, dolayısıyla sergilenen çalışma artık bir maketti. Diğer
çalışmalarda nasıl gölge ile yansıma arasındaki nüansla uzay-mekan
kavramlarını sorguluyorsam, burada da boyuttan, ölçekten yola çıkarak aynı
kavramları irdeledim.
Çalışmaları izlediğinizde belki dikkatinizi çekmiştir, bunların hepsi
tanıdık kavramlar, nesneler ( elma, yaprak, balık..) üzerinden yola çıkılarak
tasarlandı. Bu benim için çok önemliydi, çünkü insanlar günümüzün
enformasyon hızında bir şeye bakıp da onun ne olduğu anlamak için
saatlerce etrafında dönmüyor. Bir heykelle ancak o ilk teması kurduktan
sonra onun üzerine düşünmeye başlıyor. Temas kurmak için de ağır, zor
kavramları kullanmaya gerek yok. İlk teması kurduktan sonra eğer sizin aradığınız
başka derinlikler varsa ben sizi iç mekana davet ediyorum. Eğer daha da derin
ilişkiler kurmak istiyorsanız, eğitim durumunuz daha müsaitse, biraz önce
de değindiğim gölge-yansıma arasındaki ara nüanstan yola çıkarak sizi içinde
bulunduğunuz mekanı, "mekan" kavramını sorgulamaya yönlendiriyorum.
Bunu da alt salondaki büyük parçayla bir yoldan, diğer parçalarla ise başka
yollardan yapıyorum.
Büyük parçanın neden mavi olduğuna gelince, bana göre mavinin bizde ve
belki de doğadaki tüm canlılarda getirdiği bir şartlandırma var. Büyük
mavi bir gökyüzü var, mavi denizler var. Dolayısıyla mavinin hayatımızdaki
gerçek yeri çok büyük. Örneğin çevreme bakarken, gökyüzünün mavi olma
kararından ötürü uzaktaki dağları, binaları, kısacası tüm dünyayı
mavi kökenli değişik renklerde görüyorum. Demek ki mavi ne kadar kuvvetli,
karar verici, ağır, baskın.. Maviyi yatay bir parçada kullandığım zaman,
bu parça da daha ağır ve baskın olmaya başlıyor. Işık kütleyi ağırlaştırıyor,
kütle ışığı yönlendiriyor, eğriltiyor.

E.E. : Buradan hareket edersek, diğer heykellerinizde kullandığınız
farklı renklerin de sebebi var mı?
R.A. : Çok önemli bir sebebi var. Bence heykel malzemeye göre
tasarlanmaz. Bir sanatçının, ister mimar, ister heykeltraş, ister yönetmen
olsun, tasarımları vardır. Bu tasarımları kurguladığı bir beyni vardır.
Örneğin ben bir heykel tasarlarken boş bir odada otururum. Gözümün önünde
onun üç boyutlu halini görürüm, onu döndürürüm, beğenmediğim
yerlerini değiştiririm. Olmamışsa çöpe atarım, başka bir şey
kurgulamaya başlarım. Eğer beğenirsem, ilk olarak neden beğendiğimi
sorgularım. Buna cevap veremezsem, gene çöpe atarım. Eğer cevap vermişsem,
tasarladığım bu parçanın neye yarayacağını, hangi boşluğu dolduracağını,
insan duygularında veya psikolojisinde ne gibi bir yere oturacağını sorarım.
Düşündüklerimi not alırım, çizerim. Yapacağım çalışmanın insanla
ilişkisini düşünürüm. Örneğin çalışmanın ölçüsü ne olmalıdır,
ve neden o ölçülerde olmalıdır? Eğer bunlardan birinin cevabını
veremezsem o çalışmayı yapmam. Hepsinin cevabını veriyorsam, fakat bazı
cevaplarda sorun varsa çalışmaya başlarım.
Bu heykeli yaparken malzemenin benim için hiçbir önemi yoktur. Sadece
heykeli en hızlı ve en ucuz nasıl yapabileceğim konusunda karar verirken
malzeme önem taşır. Bu kararı verirken ayrı ayrı her malzemenin yaratıcı
bir imkanı olduğunu göz önünde bulundururum. Buradan yola çıkarak malzeme
konusunda karar verdikten sonra modeli ya ben yaparım, ya da bir profesyonele
yaptırırım. Bu arada benim başka tasarımlar üzerinde çalışacak vaktim
olur. Dolayısıyla bence önemli olan malzeme değil, tasarlanan projedir.
Benim bu tasarımları boyamamın amacı rengin altındaki malzemenin ne olduğunu
saklamaktır. Malzemeyi saklamamın birinci sebebi onu geri plana itmektir. İkinci
sebebi ise rengin kütleye kazandırdığı hafiflikleri ve ağırlıkları
ortaya çıkarmaktır. Mesela bazı renkler ışığı yuttuğu için ağırlaşmaya
başlarlar ve o kütleyi de ağırlaştırırlar. Bu ağırlaştırmanın oranı
benim için çok önemli, çünkü uzayda uçurma veya zeminde ağırlaştırma
kararını veren kişi benim. Bu kararı ne oranda vermek istediğimi biliyorum.
Bundan ötürü benim için rengin önemi vardır, ancak malzemenin yoktur.
E.E. : Sergiyle ilgili dikkatimi çeken bir başka nokta da eserlerinizin
isimlerinin yazılı olmamasıydı. Bunun belirli bir nedeni var mı?
R.A. : İyi farketmişsiniz. Evet heykellerin isimlerinin olmamasının
bir sebebi var. Açıkçası çalışmalarıma isim koymak bana anlamsız, hatta
yanlış geliyor. Çünkü yapılan bir eser var, ve sonuçta bu eser barındırabileceği
tüm anlamları bizi aşan bir biçimde kendi üzerinde topluyor. Elbette hatırlarken
zorluk çekmemek için belli bir kodlandırma sistemine ihtiyacım var. Bu amaçla
eserlerime basit isimler veriyorum. Örneğin ben çinekopu çok severim ve günün
birinde çinekop heykeli yapmaya karar verdim. Ancak ileride tekrar çinekop
heykeli yapacağım ihtimalini de düşünerek bu heykele Ç1 ismini koydum. Bu
gibi basit çıkışlarla isim veriyorum eserlerime.
E.E. : Hareket ve kişiyi fiziksel ölçeğinden koparma kavramlarının
sizin çalışmalarınızda önemli yerlere sahip olduklarını biliyoruz. Bu
kavramlarla ilgili neler düşünüyorsunuz?
R.A. : Fiziksel ölçeği kırmaya çalıştığım noktalar tamamen
sizin mekanı sorgulamanız için. Dolayısıyla ölçek kavramını da mekanla
ilişkili olarak düşünüyorum. Mekanı uzayda sınırlanan noktalar olarak
tarifliyoruz. Peki biz bu noktaları neye göre sınırlıyoruz? Geometriden
yararlanarak sınırlıyoruz. İnsan bedeninin hareketlerine, bu hareketlerin
nasıl değiştiğine hep geometri ile karar veriyoruz. Örneğin biz genellikle
hep köşeli odalarda yaşıyoruz, çünkü masadan telefona kadar herşey köşeli
olarak tasarlanmış. Herhalde birkaç bin senedir böyle yaşıyoruz. Bu yönden
baktığım zaman acaba çevre bizde yanlış şartlanmalara mı sebep oluyor
diye düşünüyorum. Örneğin bir insana baktığınız zaman, onu hiç
bir zaman kesin bir geometriyle tarif edemezsiniz, milyonlarca yönden kesit
alabilirsiniz ve bu kesitler her milimetrede değişir. O zaman geometri tanımsız
hale geliyor ve başka bir geometrinin gerekli olduğunu düşünmeye başlıyorum.
Ben kendi alanımdan yola çıkarak böyle bir geometrinin mümkün olup
olamayacağını araştıyorum. Bu nedenle de mekanı ve mekandaki ara-nüansları
sorgulayarak araştırmamı yürütüyorum.
E.E. : Bu anlamda hareket kavramına nasıl yaklaşıyorsunuz?
R.A. : Ben temel olarak ara-nüansları sorguluyorum. Geçmişte de
hareketteki ara-nüansı sorgulamıştım. Bunu şu şekilde yapmıştım: Kendi
elime baktım, elim duruyordu, fakat biliyordum ki içerde damarlarım vardı,
sinirlerim vardı, hareket vardı. Gözümle görmesem de hareket olduğunu
biliyordum. Çevremizde de böyle milyonlarca hareket vardı. Demek ki benim gözlerimle
göremediğim bir hareket vardı ve bu hareket nesnelerde "canlı
imgesi"ni doğuruyordu. Ben de bu canlı imgesini heykelde nasıl yansıtabileceğimi
düşünmeye başladım. Annemin slikondan elini yaptım. Buna öyle bir hareket
vermeliydim ve bu hareket o kadar yavaş olmalıydı ki, siz bakarken onun
hareket edip etmediği konusunda tereddüte düşmeliydiniz. Mesela heykelin
hareket etmediğini, başınız döndüğü için hareketli gibi göründüğünü
düşünebilirdiniz, ya da gerçekten hareket ettiğine karar verebilirdiniz.
Ben bu ara-nüansların aslında çok önemli konuları gündeme getirebileceğini
düşündüm 70'li yıllarda. Bu anlamda bu sergideki çalışmaların da gölge
ile yansıma arasındaki ara-nüansı ortaya çıkararak uzayı ve bu konudaki
problemleri gündeme getirebileceğini düşündüm. Ancak bu sergide tam olarak
hareket üzerine gittiğimi söyleyemem, çünkü burada başka bir ara-nüansta
ölçüm yaparak araştırmalarda bulundum.
E.E. : Tekrar sergi mekanına dönersek, mekana heykelleri yerleştirirken
belli bir kugunuz var mıydı?
R.A. : Elbette. Serginin yapılması kararlaştırıldıktan sonra
sergi mekanını gezdim. Ondan sonra üzerinde çaıştığım kavramların
hangi yönünü ortaya çıkarmalı, çalışmalarımı nasıl bir temel üzerine
oturtarak eserlerimi şekillendirmeye başlamalıyım diye düşündüm. Tabii
ki bu noktada çalışmalarımı mekana nasıl yerleştireceğim de önemli bir
karardı. Açıkçası ben bu mekanı tasarlayan mimara uydum, çünkü onun
yaptığı bazı etkileri değiştiremiyorsunuz. Mekanın tasarımından yola çıkarak
ben yapacağım çalışmaların hangi boyutlarda olacağını kurguladım. Örneğin
elma ancak o boyutlardaki mekanlarda olabilir, ancak ölçüleri çok farklı
olan bir mekanda anlam değiştirmeye başlar. Bu bağlamda mekanda oluşacak
dolaşımı, izleyicinin eserlerle kuracağı ilişkileri de tasarladım. Dikkat
ederseniz, elmanın elmaya benzeyen kısmını merdivenden inerken ilk karşılaşılan
taraf olarak yerleştirdim. Çünkü ilk önce bildiğiniz basit elmayla karşılaşmanız
gerekiyordu. Buna ben karar verdim ve elmanın sergilendiği mekanda dar tarafta
boşluğu bıraktım. siz eğer iç mekana girmek istiyorsanız, o dar alana
girmek zorundaydınız. O dar alana girmak fiziksel zorluk gerektirecekti. Böylece
ikinci sorgulamanıza ya başlayacaktınız, ya da başlamayacaktınız. Başladıysanız
daha derin bakmaya yönlenecektiniz, örneğin gölge-yansıma/ uzay-mekan
kavramları üzerine düşünecektiniz. Ancak eğer bu sorgulamaları
yapmayacaksanız sizi zorlamıyorum elbette.
E.E. : Sizin de belittiğiniz gibi, ben de burada her insanın alabileceği
bazı şeyler olduğunu düşünmüştüm..
R.A. : Kesinlikle, ama tabii ki sizin bilinç ve kültür derecenize göre
alacaklarınız
var. Bence hiçbir insan küçümsenmemeli, herkese bir şeyler verilmeye çalışılmalı,
çünkü her insan çok değerli ve derindir. Ancak eğitim ve kültür
seviyesine göre bunu belli ölçülerde ortaya çıkarabilir ya da çıkaramayabilir.
Bu konuyla ilişkili olarak yöneticilerin dikkatini çeken bir nokta olmuş.
Bu kadar fazla dolaşma oranı son on senedir bir heykel galerisinde pek
rastlanmamış. Belki de bunun nedeni aslında toplumumuzun heykele çok yatkın
ve duyarlı olması fakat bizim bunu ölçemememiz. Bence bu konu da araştırmaya
değer. Sanata, kültüre açık bir toplumuz ve bu da sağlıklı bir şekilde
değerlendirilmeli.
Son olarak şunu da eklemek isterim ki sanat yaşamımın hiç bir evresinde
çalışmalarımı yaparken ticari bir kaygım olmadı. Benim için çalışmalarım
birer araştırmadır, dolayısıyla meslek alanına yaklaşımım hiç bir
zaman ticari olmadı. Eğer dikkat ettiyseniz fuarlarda hiç çalışmam yoktur,
çünkü bu tip etkinlikler piyasaya yöneliktir. Böyle yaklaşımlar bana ters
geliyor, onların tamamen farklı bir çizgide olduğunu düşünüyorum. Benim
çalıştığım alan ise daha farklı.
E.E. : Bu değerli söyleşi için çok teşekkür ederiz..
Söyleşi: Elif Erdine - Şubat
2004
|