|
reklam |
|
|||||||
Şehir plancısı, mimar gibi bir uzmanı bir ayakkabı tamircisi gibi bir uzmandan ayırt eden nedir? Roland Barthes, Architecture D'Aujourd'hui (A.A.) adlı mimarlık dergisinin 1971 yılındaki şehir özel sayısında Victor Hugo'nun 'Notre Dame de Paris' adlı romanından bir alıntı yapar. Bu alıntıda Victor Hugo bir keşişin ağzından 'bu, onu öldürecek!' diye seslenmektedir. Keşişin 'bu', dediği kağıttır. 'O', dediği ise taştır. Victor Hugo'nun 19. Yüzyılın ortasında 'kahince' dile getirdiği bu karşıtlık, 'kağıt' ile 'taş' arasındaki rekabete işaret etmektedir. 'Nesne ile iletişim'in yerini 'kağıt ile iletişim' almaktadır. Taş ustası: Taşı taşla resmeden kişi. Marangoz: Ahşabı ahşapla resmeden kişi... Bugünkü sözcük dağarcığımızdan 'üretmek' fiilinin yerine bu durumda 'resmetmek' fiilini kullanmak belki daha doğru olur: Zanaat, ustalık, gelenek basit bir tekrar olmadığı için, bu tekrarı bugün bir projeden veya örnekten hareketle tıpa tıp tekrarlamak anlamına gelen 'üretmek' ile karıştırmamak gerekli. 19. Yüzyıl ikinci yarısında mimarlıkta, endüstriyel üretimde yaygınlaşan dizisel olarak üretilmiş döküm yapı ögelerinin, bina süslemelerinin, eşyaların marangoz, demir ustası, taş ustası hatta heykeltraş gibi zanaatkarlar tarafından elle üretilen örneklerden kalıp alınarak gerçekleştiğini tahmin etmek zor değil. Modernleşen dünyada varolma hakkı ve 'insani bir anlamı olan şeyler' yalnızca temsil edilmiş olanlar. Böylece insan pratiklerinin kendi kendilerini gösterdikleri geleneksel anlamlandırma düzeneği temsil eden ile temsil edilenin birbiriyle örtüştükleri özel bir bilme biçimine dönüşür. Modern dünyada 'hakikat' hem vardır, hem de temsil edildiği anda kendisinden başka bir şey olur. Binaların, evlerin, kentlerin makineler, eşyalar gibi tasarlanması geçmişte çok tartışılmış bir konu. Ünlü mimar ve şehirci Le Corbusier, konutu 'yaşamak için makine' olarak adlandırmıştı. Bu sözün arkasında büyük olasılıkla ünlü mimarın 1930'larda uçak, otomobil, düdüklü tencere gibi sanayi ürünlerine duyduğu hayranlığın olduğunu tahmin edebiliriz. Modern Mimarlık akımının öncülerine göre konut tipleri için 'doğru', 'akla uygun' bir tasarım geliştirilecek ve akıl yürütmenin sonucu ortaya çıkan bu yeni tip, zaman içinde geleneksel konut tiplerinin yerini alacaktı (Yeni Mimari ve Bauhaus, 1929). Gelecekte konutlar, binalar tıpkı endüstri ürünleri gibi keyfi biçimlerden, süslemelerden kurtulacak, teknik ve bilimin ışığında 'normal' biçimlere kavuşacaktı. Buna karşılık modernlik hiçbir zaman bir 'biçem arayışı' olmadı. 'Tasarım' deyince ilk akla gelen kişi, Bauhaus'un kurucusu Walter Gropius öğrencilerine "zanaate geri dönün" diyordu. Tasarımın kağıt üzerinde biçimlenmediğini, her zaman üretimle bir ilişkisi olduğunu hatırlatmak için. Yoksa zanaatkar olmaları, zanaata geri dönmeleri, geleneksel biçimleri tekrarlamaları için değil. Modern mimarlık, endüstri tasarımı, temsil araçlarını sorunsallaştırdı. Örneğin küçük cam, mobilya, metal atölyeleri, terziler, tornacılar, hatta az sayıda üretim yapan 'otomobil fabrikaları' yalnızca büyüyerek endüstriye dönüşmedi. Küçük üretim endüstriyel üretim içinde dizisel ürünlerin kodlayıcısı, yeniliklerin sergilendiği bir alan olarak işlev gördü. Avrupa'da endüstrinin gelişmesi zanaat üretiminden bir kopuşa işaret ettiği kadar bir sürekliliğe tekabül etti. Zanaatla endüstri tasarımı arasında birbirini dışlayan değil, tamamlayan bir ilişki kuruldu. Modernleşmenin normalleşmesi 1970'lere kadar kentsel yerleşim alanındaki kararların alınması, yani hangi kuralların uygulanacağının, hangi işlerin yeralacağının belirlenmesi yalnızca bilimsel teknik bir süreç olarak algılanırken, uzmanlar giderek kamu sahasını tasarlayıcı özneler olma rollerinden uzaklaştılar. Bu elbette kendi kendine olmadı. 19. Yüzyıl'dan yakın tarihlere kadar daha çok iktidarla bütünleşik ve insan topluluklarının yerleşim alanlarını tasarlayıcı bir işlev görmesi beklenen meslek insanları, uzmanlar iktidardan giderek bağımsızlaştılar. Uzmanlar giderek 'gayrı-resmi', yani iktidardan bağımsız bir rol oynamaya başladılar. Modern kamu yönetimi fikri, kamusal alandaki kararların başkaları adına alındığını ortaya koyan uzmanlık pratikleri ve iktidardan bağımsız mesleki-akademik-kurumsal mekanizmalar ile gelişti. Türkiye'de ise durumun tam tersi olduğunu söylemeye bile gerek yok. Uzmanlar evlerimizin, sokaklarımızın, şehirlerimizin tıpkı eşyalar gibi tasarlanabileceğini düşünüyorlar. Yalnızca düşünmekle de kalmıyorlar, yaşadığımız çevreyi kendi özel alanları gibi, kendi tercihleri, bilgileri ile biçimlendirmeye çalışıyorlar. Siyasetin cisimleştiği alanlar, şehirlerimiz, bina yapma kurallarımız bu tepeden inme uzmanlık bilgileri ile biçimlendirilmeye çalışıldıkça karşımıza tuhaf durumlar ortaya çıkıyor. İmar mevzuatı, yapı denetimi, proje hizmetleri gibi uzmanlık hizmetleri giderek bürokratik bir şekilciliğe dönüşüyor. Evlerin, binaların, kentlerin bir eşya gibi tasarlanabileceği iddiası sonuçta tek merkezli totaliter bir yönetim özlemi ile pekişiyor. Konutların, binaların, kentlerin öngörüldüğü gibi tek bir merkezden, kamusal otorite tarafından değil de birden çok uzman tarafından tasarlanmış olması, kamu otoriteleri arasında bir karmaşanın olması, sonuçta kentlerin ve konutların bir eşya gibi üretebileceği fikrini rafa kaldırmıyor. Türkiye'de neredeyse bütün kamu ürün ve hizmetleri sanki özel kuruluşlar tarafından piyasaya sunulan eşyalar, ürünler ve hizmetler gibi. Önce üretiliyorlar, sonra halkın karşısına çıkıyorlar. Kamu yöneticileri adeta her uygulamaları ile halka 'ben istediğimi üretirim, siz kullanmak zorundasınız' demek durumundalar. Oysa kamu ürün ve hizmetleri konusunda halkın tercih hakkı yok. Kamu ürünlerinin veya hizmetlerinin kamusal nitelik kazanması için kavramsallaştırılmaları zorunlu. Yoksa kamu ürünü veya hizmeti vasfını kazanamazlar, özelleşirler. 'Gelişmiş' dediğimiz siyasal demokrasilerin siyasal tercihleri ve yönetimlerin
kararlarını değil, bunların kurgulama safhasını ilgilendirdiği varsayılabilir.
Her ne kadar 'siyasi özne'nin tasarrufları gibi gözükse bile, 'gelişmiş'
dediğimiz siyasal demokrasilerde siyasal pratiklerin bir ölçüde ve
potansiyel olarak, temsil edilenin yerine geçen bir modelden giderek farklılaşan
hukuksal bir düzene doğru evrildiği söylenebilir. Yönetim pratikleri de bu
nedenle ancak bir siyasal bağlamla birlikte okunabilecek bir olgudur. Yönetim
işlevi her ne kadar bir takım hukuki, politik programlar ve kararlardan
ibaretmiş gibi bir izlenim yaratsa da aslında temsilcinin (yönetimin) karar
alma sürecinin düzenlenmesinden ibarettir. Siyasal demokrasinin gelişimi her ne kadar yekpare bir süreç gibi algılansa da, temelde iki ayrı ve karşıt gelişme yörüngesine sahip olduğu varsayılabilir: Birincisi siyasetin bir temsil pratiği olarak algılanmadığı, toplulukların siyasallaşmadığı, topluluklardan yalıtılmış seçkinlerin toplulukların üstünde söz sahibi oldukları bir durum. İkincisi ise siyasal demokrasinin bir temsil düzeni olduğunun farkedildiği ve bunun siyasal pratiklerle ifade edildiği farklı bir durum. 'Klasik' siyasal demokrasilerden, her ne kadar kararlar yönetimler tarafından alınsa da, kararların toplulukları farklı düzeylerde temsil eden organların işleyişi açısından normlaştırılmış olmasını anlayabiliriz.Yönetimlerin hukuksal temeli meşruiyettir, yani siyasi iradenin vatandaş iradesini temsil etmesini sağlamaktır. Hepimizin bildiği gibi, iktidarlar meşruiyetlerini anayasalarda da yeralan bu hukuksal temelden alırlar. Kamusal alanın (piyasa ürünlerine benzer bir biçimde, tıpkı bir eşya gibi) tasarlanması bir ütopya olarak siyasetin bağrında canlı dururken, siyasi temsilin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçici gücü entelektüel bir dirençle 'törpülenmeye' başladı. Başka bir deyişle modernist tasarım ütopyalarına karşı 'temsil edilme' hakkının temel alındığı bir kopuş yaşandı. 'Temsil edilenin' yoksayılması, yerine geçmesi ya da 'temsil edilmeyen'e dönüşme sürecine karşı hukuksal düzenlemeler oluşturuldu: Meşruiyete dayalı olan demokrasi anlayışı, karar alma süreçlerinin normlaştırılması ve 'temsil edilen'in hakları üzerine kurumlaştı. Siyasal demokrasinin özünü siyasal tercihler değil, yönetimlerin, temsilcilerin karar mekanizmalarının normlaştırılması yani tasarlanması oluşturur. Buna 'modernleşmenin normalleşmesi' süreci, ya da temsilin farkedilmesi süreci diyebiliriz. Bu süreç bilginin siyasallaşmasını getirdiği için, bilginin toplulukları nesneleştirmesine karşı entelektüel bir direncin oluşmasını getirdi. Proje bir konuya dair bir hizmetin, bir ürünün, bir uygulamanın önceden tasarlanmasıdır. Bir uygulamanın ortaya konuş safhaları bir fikirin ortaya çıkarılmasını, bu fikirin nasıl bir yolla geliştirilebileceğinin projelendirilmesini, projelendirilen fikirin nasıl uygulanacağının belirlenmesini ve uygulamanın projede öngörüldüğü gibi denetlenmesini içerir. Projelendirme kavramı uygulamalarını temsil eden uzmanlıklar toplumuna ait olan bir modernlik sorunsalı kavramıdır. Her uygulama projelendirme faaliyetlerini içerir. Kamu sektöründe proje kararları önceden belli olan, hukuki normlara tabidir. Siyasal faaliyetler proje fikirlerini içerdiği kadar, bu normları da içerir. İşte belki de bu nedenle modernleşmeyi anlamak için onu 'iddia'sı itibarıyla değil, belki 'kontekst'i ile birlikte okumak gerekir: Sembol, temsil ettiği ile bir sembol olabilir. Bir sembolün temsil ettiğinden bağımsızlaşması, sembol olmaktan çıkması demektir. Sembol bu durumda bir nesneye dönüşür. Şehir plancısı, mimar, tasarımcı gibi uzmanlar semboller üzerinde çalışır. Kenti sembollerle gösterirler. Sembolün bir uzmanlık nesnesi olması, temsil ettiğinin yerine geçmesi ile değil, bir sembol olduğunun anlaşılması ile mümkündür. Şehir plancısı, mimar gibi bir uzmanı bir ayakkabı tamircisi gibi bir uzmandan ayırt eden budur. Hukuksal düzenin siyasi otoritenin tasarlayıcı ve toplumsalın yerine geçme gücüne karşılık sivil hakların sahiplenilmesi arasındaki bir tür gerilimden doğduğu varsayımıyla bu soru şöyle de sorulabilir: Böyle bir gerilimin olmadığı toplumlarda, hukukun üstünlüğünü sağlayan ve meşruiyete dayanan bir kamu mekanizması kendiliğinden gerçekleşmeyeceğine göre, bu koşullarda 'hukuk toplumu'na dönüşümü resmi-siyasal bir seçenek, bir tasarımsal bir proje olarak sunmak mümkün müdür? (Bugünlerde çok anlamlı olabilecek bir biçimde bu soruya şu da eklenebilir: Gelmiş geçmiş hiç bir 'siyasal' seçenek toplumları hukuksal anlamda düzenleyemediğine ve daha doğrusu siyaset seçkinlerinin oluşturduğu siyasal alandaki bütün teknokratik girişimler toplumları böylesine bir düzenlemeye elverişli hale getiremediklerine göre? Tekrar sorulması gereken soru modernleşmeyi bir biçem olarak mı, yoksa bir temsil sorunsalı olarak mı okumak gerekir?) Türkiye'de kentlerin ve binaların -akılcılaştırma fırsatları sağlayan- kurallara sahip olabileceği düşüncesi tam da kuralların, yönetmeliklerinin 'teorik olarak' 'mükemmel' olduğu, binaların imar planlı düzene geçildiği, kentlerin uzmanlar tarafından planlandığı bir aşamada çöküyor. Depremde en çok zarar gören ve yıkılan yapılar, deprem yönetmelikleri ve imar yasaları çıktıktan sonra yapılanlar. İmar planları, yapı ruhsatları, denetim sonuçta birilerine para kazandırmak için uydurulmuş yasaklar. Eğer inşaat sürecini denetlemekle ilgili bir takım kurallar, bürokratik formaliteler konmuş ise, sanki yalnızca 'birileri bundan nemalansın' diye konulmuş. Sözde denetimi yapan teknik kişiler iş sahiplerinin 'ekmek parasına mani teşkil etmemek' için görev yapmaktalar. Sonuçta yapı denetimi ile ilgili konmuş kurallar talep edilen değil, sözde uyulması beklenen kurallar. Bu yüzden siyasetçilerin görevi bu kuralları esnetmek, kuralsızlıkları affetmek ve toplumsal bir talep olmadığı için de kuralların uygulanmasından değil, uygulanmamasından doğan gücü kullanmak. Tek tek sahip olduğumuz akıl, uzmanlardan tepeye, iktidara uzanan bir hatta kayboluyor. Topluluklar olarak -ne yazık ki- pahalı bir aydınlanma süreci yaşamaktayız.
Sonuçta her aydınlanmanın bir maliyeti var. |
|
Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]