Söyleşi
Arredamento Dekorasyon, Çağdaş Türkiye
Mimarları Dizisi 2
Doğan Tekeli
İlk yıllardan beri, toplumsal bir sanat olan mimarlığın mimar için değil
toplum için ve toplumun olanakları ile yapıldığı, mimarlığın bir gösteriş
aracı değil bir hizmet mesleği olduğu galiba köklü bir biçimde
bilincimize yerleşmiş. Bu bilinç bizi tüm tasarımlarımızda yapı
ekonomisini en başlarda düşünmeye, inanılır gerekçelere dayanan biçimleri
aramaya, olağan, belki dingin denebilecek bir mimariye yöneltiyordu. Bu da;
Abdi Güzer'in 1994 yılında yayınlanan ve yaptıklarımızı irdeleyen güzel
yazısında belirttiği gibi risksiz ve zamana direnen bir mimariyi getiriyor,
buna karşılık mimarimizde baş döndürücü coşku ve anlık heyecanlar görülmüyordu.
Güzer'in bu çoğunlukla haklı tespitinin nedenleri arasında yukarıda sözünü
ettiğim toplumsal ve mesleki sorumluluk bilinci olduğu kadar her ikimizin de
hesapsız risk almaktan kaçınan kişiliklerimizin etkisi olmalı.
İlk yıllardan beri Modernist Mimari ilkelerinin ve etiğinin bize çekici
ve inandırıcı geldiğini başka vesilelerle de söylemiştim. Bu ilkeler ve
etik anlayışı, ilkokul yıllarından başlayarak bizim kuşağımıza güçlü
bir biçimde öğretilen, ulusça çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmamızı
amaçlayan Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet öğretisi ile de uyumlu görünüyordu.
Mimaride bizim tarihselci, nostaljik, rejyonalist yaklaşımlardan uzak durmamızın
nedeni herhalde bu düşünceler olmalı.
Mimarinin, mimarın bilgi, deneyim, düşünce ve yaratıcılık yetenekleri
ile hizmet ettiği toplumun her alandaki birikiminin ortak ürünü olduğuna
inanmamıza karşın daha düzeyli, daha çağdaş bir mimariye ulaşabilmek için
varolan olanakları zorlamaktan geri durmuyorduk. Ama ömeğin bir Gehry yapısını, tasarlamaya gücümüz yetse bile, böyle bir yapıyı Türkiye'de
hangi işverenle gerçekleştirebilirdik? Bu bakımdan uyguladığımız
mimarlığı, uluslararası üst düzeyi amaçlayan ama Türkiye'nin gerçeklerini
gözden uzak tutmayan bir mimarlık olarak nitelemenin yanlış olmayacağını
sanıyorum.
Mimarimizin kendimize özgün bir dili olup olmadığına, bir söyleme dayanıp
dayanmadığı konularına da bir açıklama getirmek istiyorum.
Mies'in yaptıklarının, düşüncelerinin en etkili olduğu yıllarda bile,
mimarlığına saygı duyduğumuz halde tüm yapılarına benzer bir elbise
giydirmesini kabul edemiyor, kuşku ile karşılıyorduk. Buna karşılık
Aalto, Modernist mimarinin bize daha yakın gelen bir ustası idi. Aynı şekilde
Sedat Eldem'in incelmiş zevkine, detay hakimiyetine hayran olsak da birçok yapısında aynı dili kullanmasını eleştirmekten kendimizi alamıyorduk.
Son yıllarda Mario Botta'nın kendine özgü dilinin de sonunda tıkanacağını,
bunun bir tür kolaycılık hatta kendi kendine hayranlık olduğunu düşünüyorduk.
Bu nedenlerle her yeni tasarıma başlarken, koşulları, olanakları, varsa
çevreyi dikkate alarak, yapıdaki yaşamı, ilişkileri senaryolaştırıyor,
bu verilerle yapıları biçimlendirmeye, biçimde, gölge-ışıkta, dokuda,
yeni ve daha çekici çözümler bulmaya çalışıyorduk. Her yapı eldeki
veriler ve bizim birikimimizle yepyeni bir başlangıç, yeni bir buluş ve
yaratma ümidi idi. Yeteneklerimiz ve zorlamaya çalıştığımız olanakların
bizi ulaştırılabileceği en iyi sonuca, en azından bir öncekinden daha
ileri bir düzeye geçmeye çalışıyorduk. Bu tutum ve yukarıdaki düşünceler,
neden her tür yapıda kullanacağımız kendimize özgün bir dil aramadığımızı
umarım açıklamaktadır.
Söylemi olan mimar kavramı, meslek yaşamımızın ortalarında, 70'li yıllarda
karşımıza çıktı. Daha önceden, Wright'ın, Corbusier'nin, Mies'in
mimarilerini etkili gerekçelerle açıkladıklarını, savunduklarını
biliyorduk. Ama bu sadece birkaç büyük usta ile sınırlı bir tutumdu. Çağdaş
mimarların büyük çoğunluğu az ya da çok bu büyük ustaları izliyorlardı.
Modernizm'in inanılırlığı sorgulanmaya başlandıktan sonra, yeni düşünce
akımları, sayıları çoğalan uluslararası yıldızlar,
dolayısıyla bu yıldızlara inanılırlık ve meşruiyet kazandıracak birçok
söylem ortaya çıktı. Mimarlığın düşünce ufku genişledi. Ancak bizim
tasarım yaparken yıllardır uyguladığımız bir yöntemimiz, sistematik
olarak bizimki doğrudur diye savunmasak da mimarimizi yönlendiren düşüncelerimiz
vardı, kendi yolumuzda ilerlemeye çalışıyorduk.
Biçime zaten ön kararlarla ulaşmadığımız için, biçimi önceden yönlendiren
bir düşünce sistemi olarak "söylem"i belki mimarlığın olmazsa
olmaz bir bileşeni saymıyorduk. Söylem bolluğunda çoğu inandırıcı
olmayan, ortaya konan mimari ile örtüşemeyen söylemleri, ve söylem olsun
diye söylem geliştirmeye çalışanları önemsemiyor, mimarın mimarlığı bırakıp
fikir satıcısına dönüşmesini de yadırgıyorduk.
Baştan beri yeniden özetlemeye çalıştığım mimarlıktaki tutumumuzun
bizi, mimarinin bir sonuç değil bir süreç olduğunu söyleyenlere yaklaştırdığını
ve zaten dahilere özgü tanrı vergisi ilham gelse bile çok çalışma ve araştırmadan
başka yol olmadığına inanmakta devam ediyorum. Bu konuda Le Corbusier'ye
yürekten katılıyorum: "Yaratma sabır gerektiren bir süreçtir."
|
|