reklam

Söyleşi
Diyalog 2002 > Doğan Tekeli

Tarih: 05 Mart 2002
Yer: Arkitera Forum

Söyleşi
Arredamento Dekorasyon, Çağdaş Türkiye Mimarları Dizisi 2 
Doğan Tekeli

İlk yıllardan beri, toplumsal bir sanat olan mimarlığın mimar için değil toplum için ve toplumun olanakları ile yapıldığı, mimarlığın bir gösteriş aracı değil bir hizmet mesleği olduğu galiba köklü bir biçimde bilincimize yerleşmiş. Bu bilinç bizi tüm tasarımlarımızda yapı ekonomisini en başlarda düşünmeye, inanılır gerekçelere dayanan biçimleri aramaya, olağan, belki dingin denebilecek bir mimariye yöneltiyordu. Bu da; Abdi Güzer'in 1994 yılında yayınlanan ve yaptıklarımızı irdeleyen güzel yazısında belirttiği gibi risksiz ve zamana direnen bir mimariyi getiriyor, buna karşılık mimarimizde baş döndürücü coşku ve anlık heyecanlar görülmüyordu. Güzer'in bu çoğunlukla haklı tespitinin nedenleri arasında yukarıda sözünü ettiğim toplumsal ve mesleki sorumluluk bilinci olduğu kadar her ikimizin de hesapsız risk almaktan kaçınan kişiliklerimizin etkisi olmalı.

İlk yıllardan beri Modernist Mimari ilkelerinin ve etiğinin bize çekici ve inandırıcı geldiğini başka vesilelerle de söylemiştim. Bu ilkeler ve etik anlayışı, ilkokul yıllarından başlayarak bizim kuşağımıza güçlü bir biçimde öğretilen, ulusça çağdaş medeniyet düzeyine ulaşmamızı amaçlayan Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyet öğretisi ile de uyumlu görünüyordu. Mimaride bizim tarihselci, nostaljik, rejyonalist yaklaşımlardan uzak durmamızın nedeni herhalde bu düşünceler olmalı.

Mimarinin, mimarın bilgi, deneyim, düşünce ve yaratıcılık yetenekleri ile hizmet ettiği toplumun her alandaki birikiminin ortak ürünü olduğuna inanmamıza karşın daha düzeyli, daha çağdaş bir mimariye ulaşabilmek için varolan olanakları zorlamaktan geri durmuyorduk. Ama ömeğin bir Gehry yapısını, tasarlamaya gücümüz yetse bile, böyle bir yapıyı Türkiye'de hangi işverenle gerçekleştirebilirdik? Bu bakımdan uyguladığımız mimarlığı, uluslararası üst düzeyi amaçlayan ama Türkiye'nin gerçeklerini gözden uzak tutmayan bir mimarlık olarak nitelemenin yanlış olmayacağını sanıyorum.
Mimarimizin kendimize özgün bir dili olup olmadığına, bir söyleme dayanıp dayanmadığı konularına da bir açıklama getirmek istiyorum.
Mies'in yaptıklarının, düşüncelerinin en etkili olduğu yıllarda bile, mimarlığına saygı duyduğumuz halde tüm yapılarına benzer bir elbise giydirmesini kabul edemiyor, kuşku ile karşılıyorduk. Buna karşılık Aalto, Modernist mimarinin bize daha yakın gelen bir ustası idi. Aynı şekilde Sedat Eldem'in incelmiş zevkine, detay hakimiyetine hayran olsak da birçok yapısında aynı dili kullanmasını eleştirmekten kendimizi alamıyorduk. Son yıllarda Mario Botta'nın kendine özgü dilinin de sonunda tıkanacağını, bunun bir tür kolaycılık hatta kendi kendine hayranlık olduğunu düşünüyorduk.
Bu nedenlerle her yeni tasarıma başlarken, koşulları, olanakları, varsa çevreyi dikkate alarak, yapıdaki yaşamı, ilişkileri senaryolaştırıyor, bu verilerle yapıları biçimlendirmeye, biçimde, gölge-ışıkta, dokuda, yeni ve daha çekici çözümler bulmaya çalışıyorduk. Her yapı eldeki veriler ve bizim birikimimizle yepyeni bir başlangıç, yeni bir buluş ve yaratma ümidi idi. Yeteneklerimiz ve zorlamaya çalıştığımız olanakların bizi ulaştırılabileceği en iyi sonuca, en azından bir öncekinden daha ileri bir düzeye geçmeye çalışıyorduk. Bu tutum ve yukarıdaki düşünceler, neden her tür yapıda kullanacağımız kendimize özgün bir dil aramadığımızı umarım açıklamaktadır.
Söylemi olan mimar kavramı, meslek yaşamımızın ortalarında, 70'li yıllarda karşımıza çıktı. Daha önceden, Wright'ın, Corbusier'nin, Mies'in mimarilerini etkili gerekçelerle açıkladıklarını, savunduklarını biliyorduk. Ama bu sadece birkaç büyük usta ile sınırlı bir tutumdu. Çağdaş mimarların büyük çoğunluğu az ya da çok bu büyük ustaları izliyorlardı.
Modernizm'in inanılırlığı sorgulanmaya başlandıktan sonra, yeni düşünce akımları, sayıları çoğalan uluslararası yıldızlar,

dolayısıyla bu yıldızlara inanılırlık ve meşruiyet kazandıracak birçok söylem ortaya çıktı. Mimarlığın düşünce ufku genişledi. Ancak bizim tasarım yaparken yıllardır uyguladığımız bir yöntemimiz, sistematik olarak bizimki doğrudur diye savunmasak da mimarimizi yönlendiren düşüncelerimiz vardı, kendi yolumuzda ilerlemeye çalışıyorduk.
Biçime zaten ön kararlarla ulaşmadığımız için, biçimi önceden yönlendiren bir düşünce sistemi olarak "söylem"i belki mimarlığın olmazsa olmaz bir bileşeni saymıyorduk. Söylem bolluğunda çoğu inandırıcı olmayan, ortaya konan mimari ile örtüşemeyen söylemleri, ve söylem olsun diye söylem geliştirmeye çalışanları önemsemiyor, mimarın mimarlığı bırakıp fikir satıcısına dönüşmesini de yadırgıyorduk.
Baştan beri yeniden özetlemeye çalıştığım mimarlıktaki tutumumuzun bizi, mimarinin bir sonuç değil bir süreç olduğunu söyleyenlere yaklaştırdığını ve zaten dahilere özgü tanrı vergisi ilham gelse bile çok çalışma ve araştırmadan başka yol olmadığına inanmakta devam ediyorum. Bu konuda Le Corbusier'ye yürekten katılıyorum: "Yaratma sabır gerektiren bir süreçtir."

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz