reklam

Konut ve Yerleşme Kültürü Üzerine Yazılar
Diyalog 2002 - II > İhsan Bilgin

Tarih: 30 Ekim 2002
Yer: Arkitera Forum

 

1 2 3

Anadoluda Konut ve Yerleşmenin Modernleşme Süreci1

Sosyolog Anthony Giddens "modernleşmenin" toplumlar üzerinde yaptığı etkiyi şu başlıklar altında toplamıştır: Süreksizlik (discontinuity); bağlamdan koparma (decontextualise) ve düşünümsellik (reflexivity).

Süreksizlik, sıçramalı bir gelişme eğilimine işaret eder. Ortaya çıkan yeniliklerin geçmişle (yani toplumun belleğiyle, alışkanlıklarıyla, kültürüyle) ilişkisinin kesildiğini; devr-i miras zincirinin koptuğunu; geçmişle şimdiki zamanın ilişkisinin arızi ve tesadüfi olmanın ötesine geçemediğini gösterir.

Bağlamdan koparma, ilişkilerin, kurumların ve nesnelerin bir yere ait olma özelliklerini yitirme eğilimlerine işaret eder. Yeni bir ilişki biçiminin, kurumun ya da nesnenin bir yerde ortaya çıkmasının onu oraya ait kılmadığını, dünyanın her tarafına taşınabileceğini, her şeyin her yerde olabilirliğini gösterir.

Düşünümsellik ise, doğallığın, dolayımsızlığın, kendiliğindenliğin yitirilmesine, kendinin farkına varma eğilimine işaret eder. Her şeyin zihinsel süreçler üzerinden dolayımlanan bir projeye, vizyona dönüştüğünü gösterir.

Kuşkusuz bu özellikleri birer eğilim olarak kavramak gerekir: geleneği, aidiyeti, doğallığı hemen ortadan kaldırmayan, ama sürekli aşındıran eğilimler olarak; eskisinden farklı bir zaman, mekan ve varoluş biçimini ortaya çıkaran eğilimler olarak.

19.yüzyıldan sonra batıdan doğuya ve kuzeyden güneye doğru kademeli olarak tüm dünyaya yayılan ve toplumların dokusuna derinden nüfus eden modernleşmenin bu özellikleri, spesifik olarak konut ve yerleşme düzenindeki dönüşümü anlamak için de elverişli araçlar olmaktadırlar.

Modernleşmenin etkilerinin Anadolu coğrafyasını ne zamandan itibaren içine aldığını saptamak, bunu için kesin bir zaman dilimi vermek, başka coğrafyalar için de olduğu gibi güçtür. Farklı önceliklerle ve bakış açılarıyla farklı tarihler verilebilir. Ancak yine de modernleşme eğiliminin düzenli, kalıcı ve sürekli bir biçimde Anadolu'ya yerleşme zamanının ne olduğu konusunda genel bir kabul bulunmaktadır: 19.yüzyılın ilk yarısı, daha özel olarak da Tanzimat Fermanı'nın ilan tarihi olan 1839 yılı.

Bu tarihten günümüze kadarki 150 yıllık dönem, modernleşmenin gerek yayılma alanı, gerekse de yayılma biçimleri açısından homojen bir zaman dilimi değildir. Birbirlerine göre farklılıklar gösteren alt-dönemlere ayrılarak sınıflandırılmaları ve anlaşılmaları gerekmektedir. Her biri modernleşmenin farklı biçimlerine işaret eden bu alt-dönemleri önceki dönemlerden ayırdeden ilk temel özellik, ekonomik/siyasal/toplumsal etkiler bakımından evrensel ve yerel dönüm noktalarının tarihsel olarak üst üste çakışmasıdır. Yani Anadolu'yu kavramak için öncelikle evrensel bir perspektif kurulması gerektiğini göstermektedir, ki bu da modernleşmenin yukarıda sayılan özelliklerini doğrulamaktadır.
1. 19. yüzyıl başı - 1920
evrensel düzlem: Sanayi kapitalizminin etkilerinin dünyaya yayılmaya başlamasından 1.Dünya Savaşı'na.
yerel düzlem: Tanzimat'tan Cumhuriyet'e.
2. 1920 - 1946
evrensel düzlem: İki savaş arası kriz ve belirsizlik dönemi.
yerel düzlem: Cumhuriyet'in kuruluşu ve tek partili devlet eliyle sanayileşme.
3. 1945 - 1980
evrensel düzlem: İki kutuplu ekonomik ve kurumsal entegrasyon; sermaye,
sanayi +teknoloji ihracı dönemi.
yerel düzlem: Çok partili, populist, ithal ikameci sanayileşme dönemi.
4. 1980 -
evrensel düzlem: Çok kutuplu, global, dezorganize, komunikasyon merkezli dönem.
yerel düzlem: Komunikasyon teknolojisinin dünya standartlarında kullanıldığı, ithal ikameci sanayileşmeden uzaklaşılıp, liberal para politikalarının ve ihracatın öne çıkarıldığı dönem.

Genel tarihsel oluşumlarla birbirlerinden ayrılan her alt-dönem, aynı zamanda konut ve yerleşme düzeni üzerinde de gözle görülür değişimlere aracılık etmiştir. Modernleşme dönemini önceki dönemlerden ayırdeden ikinci özellik de budur: Ekonomik/politik/toplumsal gelişmelerle konut ve yerleşme düzeni arasındaki etkileşimin dolaysızlığı.

Modernleşme dönemini ayırdeden üçüncü özellik ise, dönüm noktalarının ardından ortaya çıkan yeni konut, ikamet ve yerleşme formlarının evrensel nitelikte olması ve yerel özellikleri gölgede bırakmasıdır.

Evrensel modellerin yerelliği gölgede bırakmasını mümkün kılan dönemin dördüncü ayırdedici özelliği ise, yeni konut, ikamet ve yerleşme formaları üzerinde, kültürel alışkanlıklardan ve yaşama biçimlerinden çok ekonomik ve politik gelişmelerin izinin bulunmasıdır. Uluslararası etkileşimin etkinliğinin ve hızının artması, kültürel alanı, ekonomik ve politik alan karşısında ikincil/belirlenen konuma itmiştir.

Bu dört ayırdedici özellik (evrensel etkileşimin hızı, yaygınlığı ve gücü / konut ve yerleşmenin ekonomik ve politik gelişmelere bağımlılığı / çözümlerin evrenselliği / kültürel alanın ekonomi ve politika karşısında güçsüzleşmesi, direncini kaybetmesi), başta süreksizlik, bağlamdan koparma ve düşünümsellik. olarak tanımlanan modernleşmenin temel özelliklerinin konut ve yerleşme alanında da yeniden üretildiğini göstermektedir.

I. Sanayi Toplumuna Doğru (Viyana Anlaşması'ndan 1.Dünya Savaşı'na)
Sanayi İle Ticaret Yoluyla Alışveriş (Tanzimat'tan Cumhuriyet'e)

1839 - 1920 (Göreli Modernleşme)

Bu dönemi belirleyen en önemli gelişme, modernleşmenin erken sanayileşmiş ülkelerdeki gibi insanı (işgücünü) mobilize eden sınai sektörüne değil, esas olarak mal ve parayı mobilize eden ticaret ve finans sektörlerine dayanmasıdır. Bu, işgücünü belirli merkezlere çekerek düzenli nüfus artışına yol açan, dolayısıyla da şehirlerin mekansal strüktürünü kısa zamanda tamamen ve köklü biçimde dönüştüren bir modernleşme biçiminin bu dönemde yaşanmadığı anlamına gelmektedir. Gerek şehir ölçeğinde, gerekse de Anadolu'nun bütününde modernleşenle ve geleneksel kalanın kutuplarını oluşturdukları dualistik bir yapı egemen olmuştur.

Anadolu ölçeğinde bakıldığında modernleşme kanadını temsil eden örgü, liman şehirleriyle (İstanbul, İzmir, Mersin, Trabzon) diğer yerleşmeleri bu limanlara bağlayan demiryolu şebekeleri olmuştur. Bu dönemde demiryolu şebekeleri birbirlerinden kopuktur, yani birbirlerine bağlanarak bir sistem oluşturmamaktadırlar. Bu olgu, birbirlerinden kopuk, yani her biri dünyaya farklı kanallardan açılan bölge ekonomileri anlamına gelmektedir: Beyrut ve Şattülarap üzerinden dünyaya açılan Basra ekonomisi, İzmir üzerinden dünyaya açılan ve Ege Bölgesi'ni içeren İzmir ekonomisi, Balkan pazarlarını bütünleştiren ve Selanik'ten dışa açılan Selanik ekonomisi, izleri demiryolu örgülerinden de izlenebilen ve dışarıya kendi kanallarıyla açılabilen ayrışmış bölge ekonomileridir. İstanbul'un ise, primate city (tek hakim şehir) olarak, bölgelerüstü bir konumu bulunmaktadır.

Bu hatların ve özellikle de onları dışarıya açılan mafsal noktalarının dışında kalan geniş bir alan, konut ve yerleşme formu açısından kayda değer bir dönüşüme uğramadan, önceki dönemlerde tanıtılan biçimleriyle varlığını sürdürmüştür. (Bu olguyu, 2-3 bin nüfuslu kasabaların bile tamamen yıkılıp yeniden yapılmasıyla sonuçlanan 1950'ler sonrası dönemle kıyaslamak ilginç olacaktır.) Aynı düalistik yapı, bu şebekenin başlangıç/bitim noktası olan şehirlerde de kendini gösterir. Bir tarafta yangın vb. nedenlerle parçalı olarak dönüşen ve geleneğin izini süren eski şehir (İstanbul örneğinde tarihi yarımada), karşı tarafta da hem mekansal formu, hem de yaşama tarzıyla yeniyi temsil eden yeni şehir (İstanbul örneğinde Galata-Taksim-Beşiktaş üçgeni).

Uluslararası ticaret ve finans sektörlerine dayanan ve düalistik bir mekansal yapı üreten modernleşmenin taşıyıcı aktörleri de yeni orta ve üst-orta tabakalar olmuşlardır. Devlet yapısı içindeki modernleşme eğilimi ile bürokrat kimliği kazanan yönetici eliti de bu aktörler arasına katmak gerekir. Yeni konut ve yerleşme formları da, bu aktörlerin talep ettiği yeni kentsoylu yaşama tarzına yanıt vermek üzere ortaya çıkmışlardır. Gerek bu yeni tabakaların gündelik yaşam örgütlenmesi, gerekse de bunları karşılayan yeni konut ve yerleşme biçimleri, merkez ülkelerdeki emsalleriyle paralellik ve benzerlik göstermektedirler: Bitişik nizam apartman, sıra-ev ve bahçe içinde banliyö evi, Avrupa'nın herhangi bir şehrinde rastlanabilecek tipik özellikleri taşımaktadırlar.

Her birinde ortak olan birinci özellik, depo, üretim, ticaret gibi ikamet dışı işlevlerin konuttan çıkmış olması, yani konutun sadece ikamet işlevini barındırmasıdır. İkinci özellik, ikamet işlevinin içindeki farklı alt işlevleri (yatma, yaşama, misafir ağırlama, pişirme, temizlenme) karşılayacak farklılaşmış mekanların bulunmasıdır. Genellikle Osmanlı üst-düzey bürokratlarına ait olan ve banliyö konutu kategorisi içinde değerlendirilebilecek olan Boğaz yalıları bu konuda bir istisna oluşturmaktadırlar. Sadece ikamet işlevini barındırmakla dönemin yeni konutlarındaki birinci özelliği taşımakta; ancak haremlik-selamlık bölümleriyle ve farklılaşmamış odaları birleştiren orta sofalı planimetrik kurgularıyla geleneksel/yerel yaşam biçiminin izlerini sürmektedirler.

Yeni orta tabakaları barındıran apartman ve sıra-ev tipleri, parsel-yapı adası-cadde-meydan hiyerarşisi ile kurulan bir yerleşme bağlamı içinde yer alıyordu, ki bu da barok planlama geleneğinin 19.yüzyıla devşirilmiş versiyonudur. Caddeleri genişleten ve yeni normlara bağlayan, bina cephelerine ve yüksekliklerine, parselasyona, inşaat tekniğine ve teknik donatıya yeni tanımlar getiren ebniye kanunu, bu düzeni oluşturmak için kullanılan bir araçtır. Birden fazla konut birimini ve çekirdek aileyi aynı çatı altında toplayan bitişik nizam apartman tipolojisi içinde Osmanlı'ya has olan bir variyasyon aile apartmanlarıdır. Aile apartmanları, çekirdek aileyle geleneksel aileyi buluşturan ilginç bir ara çözüm özelliği taşımaktadır.

Biribirine kenetlenmiş şehir dokusunun bir diğer kurucu ögesi olan sıra-ev tipi de, yine batıdaki benzerleri gibi genellikle toplu girişimlerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Lojmanlar ile etnik ve dini cemaatlerin girişimleri, sıra-ev tipolojisinin 19.yy'daki başlıca kaynakları olmuşlardır.

Bahçeli banliyö konutları, gerek demiryolu hattı üzerinde yer almalarıyla, gerek birarada oluşturdukları peyzajlarıyla, gerekse de barındırdıkları üst gelir gruplarıyla, yine 19. yüzyıl Avrupa şehirlerindeki alt-kent yerleşme biçimleriyle paralellikler göstermişlerdir. İstanbul ve İzmir'deki banliyö konutlarını Avrupa büyük şehirlerindeki benzerlerinden ayıran nokta, mevsimlik kullanım özellikleri, yani sayfiye karakterinde olabilmeleridir. Bunun da nedeni, şehrin merkezi bölgelerinin prestijli tabakaları kaçıracak bir gelişmeye sahne olmaması, batı şehirlerinde olduğu gibi işçi ve işsiz konutlarıyla yüklenmemesidir. Böylece banliyö konutu prestijli kesimlerin sürekli ikametgahı değil, mevsimlek sayfiye ikametgahı olarak işlev görmüştür.

Ebniye kanunununun getirdiği bir diğer yenilik de yapım teknolojisi alanında olmuştur. Kanunun teşvik ettiği malzeme ve teknik, ahşap-karkas yerine kagir-yığma binalardır. Pahalı olması nedeniyle önceki dönemlerde sadece önemli kamu binalarında kullanılan tuğla ve taş, bu yeni konut tipleri aracılığıyla şehrin dokusunun ağırlıklı bölümünü oluşturan yapılara da girmeye başlamıştır. Bu teknoloji değişimi, geleneksel ev mimarisi tuğla ve taşla kurulan Avrupa şehirlerine oranla gelenekten daha keskin bir biçimde kopulmasına neden olmuştur.

Bu dönemde, modern şehrin en önemli sorunsallarından birini oluşturan işçi sınıfı konutu tipolojisi henüz ortaya çıkmamıştr.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

1Tarih Vakfı tarafından Habitat II etkinlikleri kapsamında Haziran 1996'da yayınlanan "Tarihten Günümüze Anadolu'da Konut ve Yerleşme Sergisi" kataloğunda, serginin "Modernleşme" bölümünün konsept metni olarak yayınlanmıştır (s.472-490).

1 2 3

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz