reklam

Cem İleri ile Vasıf Kortun
Diyalog 2003 > Vasıf Kortun

Tarih: 25 Şubat 2003
Yer: Arkitera Forum

 

Cem İleri: Son günlerde küratörlükle ilgili bir tartışma başladı sanat ortamında. Enis Batur'un görüşlerini dile getirmesinden sonra tartışmaya Beral Madra, Hasan Bülent Kahraman, Erdal Aksel, Ahu Antmen, Samih Rifat ve diğerleri de yazılarıyla katıldılar. Küratörlük olgusu üzerine yoğunlaşıldı; küratörlere yönelik eleştiriler, onların kendilerini savunmaları, küratörlük meselesiyle ilgili ortak bir tanım yapılamaması, bu kimliğin sanat tarihçisinden, akademisyenden, sanat eleştirmeninden, düşünür, yazar ya da kuramcıdan ayrıştırılamaması, mesleğin işleviyle ilgili bir takım kaygılar, öneriler, küratörün iktidarına yönelik eleştiriler ve meşruğluğunun tam olarak nerede ortaya çıktığının belirgin bir şekilde saptanıp saptanamayacağına dair bir sorgulama; sen bu tartışmaları nasıl görüyorsun? Öncelikle bu süreci izledin mi?

Vasıf Kortun: Hayır, bu süreci, bu konuşanlar ve konuşuulanlar nasıl önemsenebilir ki? Geçtiğimiz altı ay içinde dünyada bu işle üzerine düşünen en önemli isimleri İstanbul'a geldi ve konferanslar verdiler. Ama bu tuhaf ülkede her konuya maruf Abdurrahman Çelebiler bu konuşmalara gelip tartışmalara katılmak, meseleye eğilmekten ziyade, kişileştirilmiş, denetimsiz, enformasyonsuz bir yorum kültüründen kurtulamadılar. Benim merak ettiğim küratörlük meselesinden ziyade bu anda, neden bu dönemde, bu zamanda İstanbul'da, böyle bir tartışma başladığı. Bu öncelikle lokal bir tartışma, yani lokal kültürün içine gömülmüş ve konuyu da ısrarla lokal kültüre, oyunculara ve pozisyonlara çeken bir konuşa tarzı. Neden bu dönemde böyle bir tartışma ortaya çıktı? Birilerinin canı yanıyor, birilerinin lokal kültür üzerindeki erk ve denetimi aşılanıyor, daha doğrusu temsil ettikleri lokal kültürün zaafiyetinden olsa gerek, savunmaya çekiliyorlar. Cascavlak ortada kalacaklarının bilincinde, sarınabilecekleri son bez parçası için bir kavga veriliyor, sanat ortamındaki bütün beklenmedik, çirkin uzlaşılar da bununla ilgili, her neyse.

Cem İleri: Ortada pek fazla değişen bir şey yok aslında, yani pazarın büyümesi, aktörlerin bu dönemde çeşitlenmesi gibi.

Vasıf Kortun: Sanatçı olarak çok ama çok yeni aktör var. Türkiye'deki sanat ortamı artık lokal kültürün ekonomisi içinde devinip tepilmiyor. Güncel, görsel sanat zaten kültüre karşıdır, kültür ona atfedilen bir şeydir, ya da kültür sanatın denetlenme biçimidir, güncel sanatın dili aradadır, kültüre doğru çalışmaz, hele hele son on yılda oluşan dillerin aradılığını da aklımızdan çıkartmayalım. Şimdi, birincisi böyle bir sıkıntı var. Benim için bir çift deplasman söz konusu. Birincisi Türkiye içinde deplase edilmiş durumdaydım, Türkiye dışında zaten deplasmandayım. Bu deplasman hali bana özgü bir durum değil, dünyadaki bir sürü küratörün durumu benzeşiyor, özellikle eski üçüncü dünyalar için. Bu insanlar aralarında bir tür hayali cemaat oluşturmuş durumda. Birbirimizle konuşuyo, paslaşıyor, tartışıyoruz, bilgi değiştiriyoruz. Birer birer güçlü olabiliriz ama iktidar değiliz. 

Yani kurumların başlarında, koleksiyoncularla, galericilerle ve mütevelli heyetleriyle dirsek temasında değiller. Dahası, hepsi günün sonunda de eve ekmek götürmek zorunda, hiçbirinin gelecek garantisi yok ve, onun hırçınlığıyla, hızıyla hareket etmek zorundalar. Lokal kültür ekonomisiyle bir sürtüşme var. Özellikle o entelijansiya ile diller uyuşmuyor, lokal entelanjisayının sanata hümanist/modern bakışıyla gayet akademik, kabul göreni olumluyor. Bak, buna rağmen çift deplasmandakiler aslında kendi ortamlarıyla çok ilgililer, bu ilgi kültürel çevirmenlik temelinde değil, her ne kadar gerekli (ve malumunuz) imkansı olsa da. Hou Hanru'yu düşün örneğin.

Cİ: Ama onda bir temsil var gibi…

VK: Yanılmıyorsam kimi zaman beklenen temsil değil. Arkadaşım Cuauhtemoc Medina'nın bizden beklenen "kültürel farklılığın ilüstrasyonu" der. Hanru'nun da sergilerinde temsile cevap verdiğI sanmıyorum, Cities on the Move'u düşün bir kere. Bulunduğun yerden, geldiğin yerden sanatçılarla çalışırken bulunduğun yer de çeviri yapıyorsun başka yerlere de. Ayrıcalığı olmayan bir acentalık vazifesi. Artık, ama onlar sana soruluyor. O anlamda bir 'agency' oluyorsun, bir mediasyon vazifen oluyor.

Cİ: Arkasında bir ülkenin, bir coğrafyanın birikimini taşıyan bir küratör pozisyonuna geçiyorsun. Senin için de bu türden bir coğrafya tanımı yapılabilir.

VK: Evet, ama kaygan bir platform düşün. şaşırtmayı, dallandırmayı ve sonuçlarını önemsememeyi... Platform'un misyonlarından biri bu, 125'in üzerinde sanatçı dosyası var, bir o kadar da CD, VHS ve ekte matbuat. Dışarıdan gelenlere, ön eleme filtreleme yapmadan sunuyoruz. Onların araştırmalarında bile ortaklıklar azalmaya başladı. Dışarıda Türk sergisi yapmamaya özen göstermeme rağmen, danışılan adreslerden biri de benim.

Cİ: İçinde bulundukları ikili durumla oynuyor sanırım, bu gruba dahil olan küratörler; yani bir yandan temsil etme, bir yandan da iki türlü deplase edilmiş olma ve isteneni vermeme durumuyla. Sergilerinde de bu çelişkiyi bir avantaja dönüştürüp bu açmaz üzerine düşünmeye çalışıyorlar.

VK: Aynen. Bir de, bugünkü sanat ortamına bakarsan zaten lokal anlamda işlerin birbirine benzeştiği bir yoğunluk yok. Beş yıl önce bahsedilebilirdi. Daha önceleri de çok sınırlı sayıda sanatçıdan bahsedebilirdin ve işlerin çok ortak paydası olurdu, ya da görsel sonuçları apayrı olsa da problemlere benzer bakıyorlardı. Mesela bu bir parça Proje4L'nin birinci sergisinde ("Yerleşmek"de) bellidir. Ama şu andaki dinamik öyle değil. İstanbul mucizesi söz konusu. Hans Ulrich Obrist geldiğinde burdaki ortama çok şaşırmıştı, bunun ne buradakiler farkında ne de oradakiler. En büyük handikapımız da türkçe yazmamız, ikinci dilde yazmak ve yaymak gerekiyor, buradaki sanatçıların sadece bu coğrafyaya konuşmuyorlar, konumlar iyiden iyiye müstakilleşti. Artık Türkiye sanatını bir potada eklemleyemezsin. Ayşe Erkmen'in bir anlamda ön örnektir, lokal ekonomiden taşar. Tamamen mekân ve geçicilikle çalışan bir sanatçı. Eskiden bu nevi sanatçılar yalnızdılar ki bu müstakil olmak aynı şey değil yani bu küratörlük tartışmasına bu seviyede bir neden göremiyorum. Bir erk kaybı olsa olsa.

Cİ: Yani sadece bu yüzden mi çıktı bu tartışma?

VK: Mesele küratörlükten ziyade, küratörlerin üçüncü alan açılmasında faal olmalarının getirdiğI rahatsızlık. Kabaca da olsa, Enis Batur'un söylediği bazı şeylerde doğruluk payı var. Küratörlük bir meslek değil; sergilerin bir tarihi var ama küratörlüğün kendi başına bir tarihi olamaz. Çağ başından beri belli küratör örneklerini alırsak sanatçılarla alışveriş görmemek olanaksız, kimi zaman sanatçılar küratör konumunda. Hatta, bir çok küratör de ipuclarının sanatçılardan almıştır: Duchamp'ın yerleştirdiği sergiler, Peggy Guggenheim'ın "Art of the Century" galerisi, Kiesler'in düzenlediğI sergiler. Harald Szeeman'ın "Tutumlar Biçime Dönüşünce" sergisi bile tümüyle sanatçılar tarafından ortaya çıkarılmış bir enerjinin sergi biçimine dönüştürülmesidir, adından belli zaten. 'Sergi, küratörlere bırakılmayacak kadar ciddi bir iştir' diyor ya bu ciddiye alınmalı her şey için öyle, alıntısı için de. Rahatsızlık hissediyorum çünkü, biz bundan 10 yıl önce Bilkent'te Derrida'nın, Robert Wilson'ın, Peter Greenaway'in yaptığı sergileri Bilkent'te okutuyorduk ve tartışıyorduk. 

Ben daha o zaman sergi de yapmamıştım. Amerika'da müzedeyken, şair John Ashberry'den sergi yapmasını istemiştim, sanatçılar hakkında önemli yazıları vardı ve onun bir küratör olmadan bu kadar yakından tanıdığı sanatçıları bizlere nasıl göstermek isteyeceğini merak ediyordum. Sonuçta olmadı. Yıllardır küratörlük tariflerinin değişmesi ve açılmasına çalışıyorum. Sonuçta, izleyici sergiyi kimin yaptığına bakmaz ki hiçbir zaman, izleyici sergiye bakar. Sanatla ilgilenmeye başladığımda ciddi anlamda takip ettiğim ilk sergiler; ParisMoscow, ParisBerlin; Pontus Hulten'in ve Jean Hubert Martin'in dönemindeki Centre Pompidou sergileri ve arkasından Lyotard'ın Les Immatériaux'su, daha sonra da Yer Sihirbazları'ydı. Ben o zamanlar ne Jean Hubert'i tanırdım ne de bu işlerle uğraşacağımın farkındaydım ama sergi herşeydi.

Cİ: Peki bütün bu farklı türdeki sergiler, sergi düzenleme stratejileri birbirinden nasıl ayrılıyor, daha doğrusu bunları ayrı ayrı değerlendirmek, tarihsel bir sınıflandırma yapmak mümkün mü ve gerekli mi? Derrida, Lyotard, Kristeva gibi kuramcıların düzenledikleri sergiler, küratör sergileri, şehir sergileri, farklı sanat disiplinlerinden gelen sanat üreticilerinin sergileri, klasik anlamdaki müze sergileri vs. Binlerce sergi ve tutum var. Hayali bir cemaatin üyeleri olarak gördüğün yeni küratörlerin çalışmaları bu farklı yaklaşımlarla karşılaştırılabilir mi, farkları nerede ortaya çıkıyor?

VK: Klasik anlamda birinci kuşak küratörler; Harald Szeeman, Pontus Hulten, Kasper König, Jean-Christophe Ammann, Rene Block dönemi, Avrupalı, erkek, uzun yıllar müstakil durmuşlar ve aynı sanatçılara dönmüşler, birlikte çalışageldikleri sanatçıların da coğrafya ve cinsiyeti de bellidir. Bunlar arasında kendini yenileyen öncelikle Rene Block ardında da Szeeman'dır. Onların ardından gelen kuşak ise 40'larını aşmaz, arada bir boşluk vardır, yeni kuşağın çoğu eleştiriyor olsalar da neoliberal ekonomi ve küreselleşmenin ve 1989 sonrasının ayrıcalıklı özneleri, dünyanın her yanından geliyorlar, sanatın klasik çerçevesinde çalışmıyorlar ki bu yeni sanatın durumuna koşut, bunları sanatın aldığı çoklu manzalardan ayırmak ayrı olarak tartışmak olası değil.

Cİ: Bunların hepsi birbirine bağlı, birlikte çalışıp birlikte üreten insanlar mı?

VK: Birlikte üretmesek bile birbirlerinden haberdar.

Cİ: Sen onların içinde mi konumlandırıyorsun kendini?

VK: Evet, çünkü tartışmaların içindeyim, hayır çünkü o yarışın, dünyayı arşınlamanın içinde değilim. Bir de, 1993 sonundan 1997'ye kadar, Center for Curatorial Studies'de sektörün çok farklı oyuncularını, çok farklı yer ve kuşaklardan gelen kişileri ağırladık Slavoj Jijek'ten, Catherine David'e, Jan Hoet'ten Paolo Herkenhoff'a kadar çok kişi 15-20 kişilik dar ve yoğun gruplar içinde konuşmalar, workshoplar yaptık. Sao Paolo Bienali, Global Conceptualism sergisi ghibi önemli sergilerin planlama toplantıları bizde gerçekleşti. Bu toplantılar benim yeniden ögrenmem için çok önemliydi. Sonra, 1997 1999 arası VOTI -Union of the Imaginary- küratörler forumunda oldukça tavissiz tartışmalarımız oldu.

Cİ: Türkiye'ye gelip konuşma yapan adamlar, HansUlrich Obrist, Hou Hanru, Carlos Basualdo, Charles Esche ve diğerleri, buradaki izleyici için çok yeni şeyler söylediler, çok çarpıcı ve birtakım ortak temaları biribirine başlayan yaklaşımlar getirdiler. Türkiye'de bienalle başlayıp 12 aydır devam eden tartışmaya koşut olarak, bir yandan da bu gerçekten yeni tartışmalar sürüyordu, yine aynı şehirde. Bu iki düşünme biçimi arasındaki fark o kadar açık ki. Belli bir kitle, sanat ortamı izledi bu iki tartışmayı da, bu düzey farklılığı izleyicinin, özellikle de genç insanların, güncel sanata yeni yeni ilgi duymaya başlayan insanların kafalarını daha da karıştırmayacak mı?

VK: Sanmam, izleyiciler ve gençler meselenin farkında ve bizim ilerimizdeler. Senin düşünme biçimi dediğin iki farklı sektörün, aynı yerde olduğunu sanmasından ileri gelmiyor mu? Maalesef bienal dışında kapsamlı ve sürekli sergiler çok az, dolayısıyla konuşulan mesele bir fantezi, Türkiye'nin güncel sanatçıları da izleyici için çoğu için br fantezi, evet artıkları isimleri var, cisimlere ve üretime şahit olmamız gerekiyor oysa.

Cİ: Bu tartışmalarda mesela senin adın bile geçmiyor, Beral Madra'nın küratör olarak verdiği isimler arasında hiç küratörlük yapmamış olanlar bile var, ama senin adın yok.

VK: Ne mutlu bana. Şu anda belki ama ben çok sergi yapmıyorum ki. Hele hele Türkiye'de çok daha az iş yapıyorum. Bana asıl haz veren, sergi yapmaktan çok bunun üzerine düşünmek. Böyle tuhaf bir meslek olabilir mi zaten? Küratörlük antoloji yapmak değil. Canlı biriyle ve işiyle karşı karşıyasın, doğallıkla işinin hakimi olduğunu düşünen, sınırlarını açık bir şekilde belirlediğini düşünen insanlarla sergi yapıyorsun. 

Sergi yapmanın asıl bölümü uzlaşmalar sağlamak, ve çok farklı şapkalar giymek demektir, finansör, ekonomist, psikolog, teorisyen, uzlaşmacı, uzlaştırıcı, sanatçının baş düşmanı, avukat, dost, sırdaş, üçüncü göz, kamuya karşı sorumlu, yazar, hamal, vesaire vesaire. Gene de Türkiye'de istediğim kalitede iş yapamıyorum çünkü tartışmam çoklukla kendimle. Üzerimde bir baskı, iyice düşünmeme fırsat veren bir ortam yok. Eleştirilmiyoruz. Eleştirilmedik. Mesela sen ve Özge Açıkkol, 2000'de yaptığınız Beyoğlu sergisinde Serkan Özkaya'nın Büyük Cam'ını sergilediniz, hatta yazında bu işi tarihe ve Malraux'ya çıpaladın. Aynı işi Maria Hlavayova Utrecht'te sergiledi. Ama Utrecht'te Yaşıyor ve Çalışıyor başlığıyla yeniden tarif edilmesine yardımcı oldu, her sanatçı biyografisinin başında yer alan ibareyi dönüştürdüler, sanatçının portfolyosuyla, dialarıyla ilişkilendirdiler, ve diaların Utrecht'te yaşayan ve çalışan iinsanlardan toplayarak şehre angaje ettiler. insanlar işin etkin parçası haline geldiler, tam 65000 dia ile iş insanlarının birbirlerini gördükleri ve paylaştıkları uçarı, geçici bir kent heykeli haline geldi. Bunu Serkan salt kendi başına da düşünemezdi. Orada küratörler sanatçının 12 ayı aşkın bir süre içinde düşünülmüş bir birlikteliği vardı. Mesele bu. İyi küratör budur, Torino'nun dışında dağ başında gördüğü bir işin menzilinin uzatıp netleştirebilmesine katkıda bulunmak. Gerisi hikaye. Burası için henüz söz konusu bile değil oturup iki yıl sonraki bir sergiyi tahayyül etmemiz. Onun için de iyi sergi yapmıyoruz aslında.

Cİ: İyi sergi neyi gerektirir?

VK: Reçetesi olsa verirdim hemen. Araştırma, kurallar içinde oynamama ve iyi işler ve sanatçılar çok açık bir şekilde söyleyeceğim, çok memnun kaldığım bir sergi yapmıyorum, şu anda alanı açmakla, genişletmekle, yeni insanların işin içine girmesiyle, mecranın yayılmasıyla ilgiliyim.

Cİ: Daha önce yazdığın bir yazı var, bu yeni yaklaşımı, bakış açısını çok iyi özetlediğini düşünüyorum. Bu metni buraya aynen almak istiyorum.
"Biraz önce internete girip İsveç Malmö'deki Rooseum sitesini ziyaret ettim (
www.rooseum.se/). Site şu anda kuruluş aşamasında, ama Rooseum'un yeniden açıldığında nasıl yönetileceğine dair ayrıntılı bir açıklamaya yer verilmiş. Bu açıklamayı okuduktan sonra, önceki gün yazdığım her şeyi hemen sildim. Rooseum metninde şöyle şeyler söyleniyor: "Artık 'sanat' terimi, toplumda deneycilik, sorgulama ve keşfe ayrılan, eski zamanlarda ara ara dinin, bilimin ve felsefenin işgal etmiş olduğu mekânı tarif etmeye başlıyor olabilir. Pasif bir gözlem yeri değil, aktif bir mekân haline geldi sanat. Bu nedenle, sanatı besleyecek kurumların da kısmen cemaat merkezi, kısmen laboratuvar, kısmen de akademi olması gerekiyor; yerleşik showroom işlevine eskisi kadar ihtiyaç duyulmuyor. Bu kurumların aynı zamanda dolaysız bir biçimde politik bir tavır almaları, aşırı serbest piyasacı politikalarımızın sonuçları üzerinde düşünmeleri de gerekiyor."

Düş gücünün yerine öğüdü geçir. Düş kuramıyorsan kurup kuramadığını ve ne zaman kuramadığını bilirsin kendine müzede bir yer edinmeye çalış. Hayatta sürekli büyük düşünce üretmen mümkün değil, haddini bil. Son otuz beş kırk yılın sanatını bil; yaptığın işi günlük bir rutin haline getirme; yüreğini koymadığın hiçbir projeyi kabul etme.

Sergi yapmak ne görevdir ne iş. Bir "sergi" deney ve düşünce üretilen üretileceği umulan, sanatı bir kamuyla bir araya getiren geçici, görece egemen bir mekândır. Dünyanın bir parçası olmanın daha adil, daha hoşgörülü, daha ahlaklı yollarına ulaşmanın yeni koşullarını yaratabilir."
Bu vizyon gerçekten çarpıcı.

VK: Bu bir öneri, ikinci mesele de gerçek durumla önerinin çakışmasında, bu tamamiyle kişisel bir sorun; birincisi her ne kadar istemesen de tarihin, geçmişin ağırlığını taşıyorsun. Onun ağırlığı da yaptığın projeyi etkiliyor. Bir yandan biz artık Avrupa'da, dünyada kurulan müzeler gibi bir müze, ya da sanat merkezi olmayacağız diyorsun, gereksinimlerin, konjönktürlerin herşeyin farklı, hazır bir modeli kolajlayamazsın. Bir yandan da ortamın, sanatçıların beklentisi ayrı yönde. Onlar geçkin bir yapıyı özlemliyor olabilirler. Hans Ulrich ve Chris Dercon'la Amsterdam'da kapışmıştık bir keresinde, onlar yeni bir müze tahayyülendiyler, ben ise bir dakika demiştim. Kapılar açıldı ve bir parti var ve herkes davetli denildi, partiye geliyosunuz ama partiyi verenler eğlence yerini çoktan terketmişler bile! Alanında yegane kurumlar olmanın sıkıntısı bu. Hem gerekli olan yeni kurumu oluşturmak hem de beklentileri toptan geri çevirmemek sıkıntısı. Farklı sorumlulukları devralan kurumlar oluştukça bizler de daha rahat edeceğiz. Kurumların bu dünyaya katkıda bulunması için salt klasik Avrupa ya da Amerika modeli üzerine kurulmaması lazım. Paradigmatik bir sıçramayı belki benden sonraki kuşaklar daha radikal biçimde oturtacaklar..

Cİ: Tüm bu çelişkileri, varsaydığımız, kendimize malettiğimiz, alıntıladığımız geçmişi, geleneği, yerlilik meselesini, geriden gelme alışkanlığımızı daha doğrusu zorunluluğumuzu, kentin kaotik yapısını, göçebe kültürünün verilerini, kamusal alan/özel alan ikilemini, bir kurtuluş ve 'yırtma' aracı olarak melezlik kavramına yönelik ilgiyi, popüler olanın dönüşümlerini, oryantalizmi, doğulu olma koşulunu, temsil mekanizmalarını, kendi lokal sanat tarihimizi, müzeye sahip olamama durumunu, tüm bu verileri, bu potansiyeli, görsel olarak üzerinde düşünülmemiş bu boş, bakir alanı son dönemdeki sanatçıların çok iyi değerlendirdiklerini görüyoruz. Bu üretim çok önemli, çünkü onlar olmadan olmaz, yola çıkılamaz, sanatçılar bunu kavramışlar gibi görünüyor. Yani bir ilk adım atılmış gibi.

VK: Bunu kavrayan sanatçılar var ama aynı zamanda sanatçılarda da bir geçmişe, geriye bakış da var. Sanatçıyı fazla zorlayamazsın, inisiyatif onlardan gelme durumunda, yapabileceğin bu inisyatifi değerlendirebilmektir. Mesela, gayet birşey olarak çalışan, paylaşmacı olmayan bir sanatçının da belki Avrupa Amerika türü bir sanat merkezine ve müzeye ihtiyacı vardır.

Cİ: Bu farklı sanatçıların birarada olması; yani Ayşe Erkmen, Serkan Özkaya, Esra Esren gibi sanatçılarla, belli bir temsili üstlenen Halil Altındere, Canan Şenol, Vahap Avşar gibi sanatçıların ve bu iki kategoriye de girmediğini düşündüğüm Bülent Şangar, Aydan Murtezaoğlu gibi sanatçıların tek bir sergide yan yana gelmeleri nasıl bir sonuç doğuruyor? Yapıtlar birarada işliyorlar mı? Ben mesela öyle olduğunu düşünüyorum. Harald Szeeman'ın bir lafı vardı: "Sergi tasarlamak bir düşünme biçimidir" diye; senin "başarısız" bulduğun sergilerinde...

VK: Başarısızdan çok yetersiz buluyorum.

Cİ: Bir keresinde sergilerin şehirle, arşiv çalışmasıyla, küresel dolaşımla, izleyicinin konumuyla, izleyicinin duruşuyla, nesnelerle kurduğumuz ilişkiyle ilgili şeyler olduğunu söylemiştin. Bard College'da Küratörlük Araştırmaları"nda yaptığın Exhibited (Sergilendi) sergisinden bu yana, senin yaptığın sergilerde çok belirgin bir tavır, bir yaklaşım görüyorum ben, tabii tamamen öznel bir yaklaşım bu. Sanatçıları, izleyicileri ve yapıtları bir mekânda çarpıştırmak gibi bir şey, onların rahat konumlarıyla uğraşmak, her seferinde bir sorun üzerine gitmek, yani yalnızca sergi mekânında yanıtına ulaşılabilecek, yazı üzerinden, kavramlarla halledilemeyecek bir sorunun, hatta bazen tek bir imgenin, tek bir yapıtın doğurduğu bir sorunun peşine takılmak gibi bir şey. Sergilendi ve Anı/Bellek bu açıdan uzun uzun incelenebilecek sergiler. 

Özel Bir Gün'de sanatçının belli bir yapıt üretme tekniğinin, alışkanlıkların, üslubunun dışına çıkabilmesi üzerine bir koşul öne sürüyorsun, bunu başarabilen ve başaramayan işleri de aynı yerde sergiliyorsun. Kendi kendine düşünüyor yani sergi. Bu sergide bir sözün vardı; " Sanatların çevresini sarmış idelojik sıhhiye hattına tecavüz etmenin gerekliliğine inanıyorum" diye. Karma Sergi'de bu yaklaşımın şiddeti daha da artıyor. Yapıtların birbirlerine müdahale etmesini, birbirlerini yorumlamalarını istiyorsun, onlara bu hakkı veriyorsun; izleyenin itirafları'nda, sergi mekânındaki yapıtların adları ve müellifleri yapıtların yanlarında yer almıyordu ve o yapıtlar tek başlarına nereye kadar dayanıklı olabilirler, kendilerini ne kadar koruyabilirler sorusu oluşuyordu "izleyen"in kafasında. Proje4L'deki ilk serginde, Yerleşmek/Becoming a Place'te de buna benzer bir gerilim vardı, bence. 

Kısaca söylemek gerekirse, sanatçılar üzerinden yansıyan tüm okumaları ve yanlış okumaları benimseyen, onları serginin avantajı haline getiren bir yaklaşım söz konusuydu. Orada çok güçlü yapıtlarla Hakan Gürsoytrak, Can Altay, Oda Projesi gibi gençlerin işlerini birarada sunuyordun. Yani şunu söylemek istiyorum, tüm okunaksızlığıyla, acemiliğiyle, çelişkisiyle, tutarsızlığıyla ve tabii ki gücüyle bu üretimin senin gibi bir küratör için biçilmiş kaftan olduğunu düşünüyorum.

VK: Yeniden Bak sergisi tuhaf aslında. Yerleşiminden çok memnunum. Bu bilinçli bir şekilde olmadı, açık plan üzerine gitme konusunda kesin kararlıydım. Açık plan içinde açık plana uyamayacak olan işlerin bir araya nasıl geleceği, dışarıdan baktığım zaman benim için de ilginç.

Cİ: Bu sergiyle ilgili, yapılış biçimi, ortaya çıkış süreciyle ilgili bir sıkıntın vardı, bunun farkedilemeyecek olmasından bahsetmiştin, senin gördüğün şeylerin, serginin aksayan, işlemeyen yönlerinin okunamayacak olması, bu mu Türkiye'deki asıl sorun? 'Ne yaparsam yapayım burada, bir şekilde olur' noktasına sürükleyebilir mi insanı?

VK: Üç beş kişi, aramızda konuşmak dışında, dışarıdan, oradan, buradan, bir arkadaşım sergiye geldişi zaman onun yapacağı yorumu bekliyorum. Herkesin üç beş kelimesinden bir şey kuruyorsun, tamam, ama yapacak bir şey yok, konuşulmuyor. Konuşulmadığı sürece de yapabileceklerinin üst seviyesine hiçbir zaman ulaşamıyorsun. Bu aynı zamanda normal bir şey; ben oranın yönetmenliğini yapıyorum, ben oranın geçici küratörüyüm, bu sergileri yapmam gerekiyor. Bu da çok normal, sonuçta orası misafir küratörlerle işleyecek bir yer. Misafir sergi ve küratörlerle. Biz arka planda olacağız, ben orada yönetmen olarak devam edeceğim, oranın küratörü değilim, aradaki boşlukları değerlendireceğim. 

Onun için zaten oranın en görkemli, en önemli sergilerini de ben yapmayacağım hiçbir zaman. Bunu ben Center for Curatorial Studies'de çok yaşadım. Baştan, Exhibited'i Sergilendi'yi yaptım. Oradaki ilk büyük sergi oydu. Buradaki ilk büyük sergi de "Yerleşmek" oldu. Çok istediğim sergileri bile ben yapmayacağım artık. Başkalarının yapmasını istiyorum. bizim başka sorunlarımız ve sorumluluklarımız var. Geçmişe yünelik olarak yapılacak o kadar çok sergi var ki. Dönemi değerlendirmek, o duruyor. Bugünkü potansiyeli değerlendirmek gerekiyor ve işin burada ve buradaki sanatçılarla kalmaması gerekiyor.

Cİ: Bütün bunları tek bir kurum yapamaz. Bu çizgilerden birini benimsemek de bir tercih olabilir belki, sergiler kendi tarihini kursun diye. Bu sergide Serkan Özkaya'nın, üst katta, bir Modern Türk Resmi koleksiyonunu yapıtının içine kattığı işi, bir tarihi sorguluyor aynı zamanda.

VK: Bak mesela Serkan'ın yaptığı iş bir tartışma açacak mı, açarsa nasıl açacak çok merak ediyorum. Çünkü konuşmaya davet ediyor. Müze fikri üzerine, sanatçının sınırları üzerine, sergi yapma fikri üzerine, izleyicinin tercihleri üzerine, masifikasyon uzerine. Resimlerden bir ikisiniin hafif eğik asılması kimini rahatsız edebilir, saygısızlık diye algılanabilir, ama çok daha önemlisi, resmi yere paralel asmanın ne tür bir permanans çağrıştırdığı, or resmin her zaman orda olduğunu anlatabilir, bu tarz bir hafif kaydırma birden izleyicinin dengesini bozup düşündürüyor. Gerçi Türkiye'deki grup sergilerinin nasıl çerçeve çerçeveye değecek şekilde yığma şeklinde asıldığını gördüğünüz zaman bu konuşma pek bir anlam ifade etmiyor olabilir. İklim meselesi, bir serginin iklimi benim için çok önemli, bilinçli olduğundan değil, hep önemliydi benim için bu. Benim sergiye getirebileceğim tek şey o. O dile dökülmedi ama hissettiğim bir şeydi. İzleyenin itirafları'ndaki iklim Karma Sergi'den çok farklı bir iklimdi. Yeniden Bak'ta da belli bir iklim var. Yani duvarlara asılmış bir şeye gelmiyorsun hiçbir zaman. Fulya Erdemci son sergisinin belli bölümlerinde bu iklimi çok iyi yakalamıştı mesela; ya da Ali Akay Devlet, Şiddet, Sefalet sergisinde gösterdiği başarıyı, iklim. Son bienalde örneğin, Aya İrini bir playground, bir sirk, eğlence endüstrisinin bir versiyonu haline gelmişti. Yani nereye gideceğini şaşırdığın, her taraftan her şeyin seni aynı derecede çektiği bir yer. Bu tarz bir seviyelemeyi konuşmak bence daha ilginç.

Copyright © 2000-2002 Arkitera Bilgi Hizmetleri [email protected]

Reklam vermek için - Danışmanlarımız - Editörlerimiz