Raci'li zamanlar
Hasan Bülent Kahraman-Radikal, 08 Eylül
2003
Onu da elbette o yılların pırıltılı Ankara'sından hatırlıyorum şimdi.
Ama asla yalnız değil. Daima bir grup insanla beraber. O, bizim, yani, Narınç'ın,
Ahter'in, Şule'nin, Nuran'ın, Tosun'un, hatta Nihal'in ve Ülker'in ve daha
birçoğumuzun arasına o kadar karışmazdı. İşi her zaman çok, her zaman
başından aşkındı. Ne yazık, benim de öyleydi.
Bir defasında kardeşi Ahter hakkımızı teslim etti: 'Sabaha karşı'
dedi, 'ışığı yanan bir cam görsem ya abimdir, ya Hasan Bülent.' Gene de o
benden daha çok çalıştı her zaman. Fakat bu, yoğunluk bir fırsat düşüp
beraber olduğumuzda içimizde en çok neşelenenin o olmasını engellemezdi.
Ben onu değil, ilkin eşi Şule'yi tanıdım. Sonra onu. Bugün gibi aklımda.
Ankara'nın buz gibi soğuk, cam gibi bir kış günüydü.
O yıllar: 1980'lerin başı. Türkiye'nin ağır bir hastalıktan silkinip
kalkmaya çalıştığı yıllar. Herkes askeri darbenin etkisiyle şöyle veya
böyle dağılmış hayatını yeniden toparlamaya çalışıyordu. Belki bunun
için hayata biraz daha umutlu bakıyor, en azından bakmaya çalışıyor,
belki bunun için belli bir enerjiyle yaşamaya kendisini zorunlu görüyordu.
En çok evlerde toplanılır ve en çok politikayla sanat konuşulurdu.
Onlar, Türkiye'nin yetiştirdiği en parlak insanlardı. Mesela Raci dünyanın
en iyi okullarında okumuştu, doktorasını efsanevi MIT'den almış, mimar ve
şehir plancısı olmuştu. Babası da döneminin en parlak bilim adamlarından
birisiydi. ODTÜ'de profesördü.
Ama bunların hiçbirisi bu onun tevazuunu etkilememişti. Bu, hayata dönük
duyarlılığında, onu her zaman ciddiye alışında apaçık görülüyordu.
O yılların Ankara'sı çokça ODTÜ demekti. Onun dayanışması ve duyarlılığıydı.
O da bir çoklarımızda orada hayatla hocalığı birbirine karıyordu.
Bir de o insanların toplumsal bir sorumluluk duygusu vardı, her şeyden önde
gelen. Raci Bademli, Türkiye'nin en iyi kamu üniversitesinde hocalık yaptı,
sonuna kadar. Çağrılan her kamusal göreve, asla külfet saymadan bütün özverisiyle
gitti. Koruma kurullarında, Ankara Belediyesi'nde bu duygularla görev yaptı.
Daima yaratıcı, daima üretkendi. Bu, sadece dört çocuğunu yetiştirme
heyecanına bakarak bile anlaşılabilirdi.
Bir süre önce birbirini tanımayan insanlardan oluşan bir grupla toplantı
halindeydim.
Onu tanıdığımı bilmiyorlardı. İçlerinden birisi, 'ben' dedi, 'hayatta
'uçuk' adam diye onu gösteririm.' Yüksek bir kamu görevlisiydi. Raci
Bademli'yle berber çalışmışlar, onun nasıl kimsenin düşünmediği şeyleri
düşünen, herkesin olmaz dediği projeleri uygulayan ve sonunda onların
olabilirliğini kanıtlayan birisi olduğunu gözleri çakmaklanarak anlatıyordu.
O yıllar: Raci daima çalışır ve gülerdi, Ahter heyecanlı ve çok içten,
Nuran sevecen ve coşkulu, Şule güzel ve anlayışlı, Narınç sevgili, ince
ve duyarlı, Tosun dikkatli ve ciddiydi. Arada bir o yılların dostu Mehmet Güleryüz
gelir giderdi Ankara'ya. O her zaman ataktı.
Şimdi, gidenler gitti. Kalanların çoğu birbirinden ayrı. Ölüm haberi
nerede olsak gelip buluyor bizi. O kadar uzakta Raci'nin zamansız haberini aldığımda
aklımdan şu geçti: Ben dünyanın bir ucundayım, o bir uca gidiyor. Henüz
ellili yaşlarının içindeyken.
'Ölüm adil' diyormuş bir Acem şairi, Nazım'ın söylediğine göre. Şimdi
bu adaleti onaylamak mümkün mü? Üstelik, Raci'nin birkaç insanın hayatını
yaşamış olması bile bu haksızlığın ağırlığını ve acısını
hafifletmiyor. Daima yapılacaklar, tamamlanmamış bir şeyler kalıyor geride.
Hayat kalıyor!
Bir süre önce bir dostumun arkasından yazarken, 'Ankara gitgide benden
uzaklaşıyor' demiştim.
İnsan bazen yanılmış olmayı o kadar istiyor ki!...
|