Acının ve Raci'nin Anısına
İki Kişilik Kırk Yıllık bir Ortaklık
Suha Özkan (Raci'nin Orti'si)
Raci'nin mesleki kimliği, kişiliği, katkıları ulusal ortamı aşmış
uluslar arası planlama ortamına mal olduğundan bunları benim anmama gerek
yok. Hepsi kitaplarla dosyalarla, projelerle gerçekleşmiş durumda ve yapıtları
ortada. Yetiştirdiği öğrenciler de işlerinin başında. Hepsi topluma ve
insanlığın yararına sunulmuş durumdalar bilinecek ve anılacaklar. Yararlanılacaklar.
O'nun doğrudan katkılarının kaçınılamaz bir doğa gerçeği ile çok
erken durmuş olması da Türkiye'nin ve insanlığın bir kaybı olarak sürüp
gidecek. Tek tesellimiz bizlerin ve yüzlerce öğrencisinin ondan öğrendiklerimiz.
Sevgi ve şefkat dolu kişiliği ile zor erişilir profesyonelliğini yaşatmalıyız.
Yaşatalım. Yaşatacağız.
Bizi acısı ile bırakıp sonsuzluğa gittiğinde Raci ile dostluğumuz ve
mesleki birlikteliğimizin kırkıncı yılının dolmasına sadece bir ay kalmıştı.
1 Ekim 1963 günü ODTÜ'nün açılışından hemen sonra tanışmıştık.
O zaman ODTÜ Mimarlık Fakültesi'nin "Yer kapma" düzenini bilenler,
önceden gelir. Yer, ışık, dolaşım ve konfor değerlendirmeleri ile bir yıl
kullanacakları çizim masalarını kaparlardı. Doğal olarak pencere kenarı
ve ısıtıcılara yakınlık yer seçiminde önemli etmenlerdi. Bir masanın
kapılması onun yanmış yada bayat ozalit kağıdının tersi ile kaplanıp sağ
üst köşeye keçe kalemle isim yazılarak "fiili durum" yaratılması
ile gerçekleşirdi. Herkes bunu itiş kakış ve küçük hesaplarla yaparken
T.E.D. Ankara Koleji'nden son gününe değin yanından ayrılmayan arkadaşı
Baykan (Bayk) ve Raci bu kapışmaya girmeyip, bir eren tutumu ile arda kalan
masalardan giriş kapısının yanındakilere üstlenmişlerdi. Onlara göre kapışmak
ayıptı. Birlikte olmak daha önemli idi. Daha ilk günden herkese, ibretle
izlediğim bir ders vermişlerdi. Bayk'ın sessiz olgun işine yoğunlaşan
tutumunu, hemen yanı başında Raci'nin ışın saçan enerjisi dengelerdi.
Aralarındaki sevgi ve güvenle dokunmuş hoş bir ilişki idi.
Raci herkesle konuşur herkese sataşır herkesin projesine eleştiri
getirirdi. Daha birinci sınıfın Temel Tasarım dersinde kendisini düşünceleri
ve arkadaşlarının projelerine katkısı ile bir "Ek Hoca" konumuna
sokuvermişti. Temel tasarımın soyut zor anlaşılır ve Türk eğitim
sistemine yabancı bilinmeyen gizemi içinde Raci doğa vergisi çizim yeteneği
ve soyutlayabilme becerisi ile hepimizin sevdiği takdir ettiği bir kişilik
olarak sivrilivermişti. O denli yetenekli idi ki bir ona çok yüksek notları
nedeni ile hep Mimarlık Bölümü'ne geçmesini önerdiğimizde o bize Kent
Planlamasını çok sevdiğini ve planlamanın geleceğin mesleği olduğunu bıkmadan
usanmadan anlatırdı.
O seçtiği bölümden hoşnuttu ve daha kırk yıl öncesinden bu alanda iz
bırakacağını biliyordu. Bıraktı da.
1965 de Sevgili Sümer Gürel'le, Ünye'de sekiz haftada bitirmemiz gereken Köy
Gazinosu yapısı bizim için tam anlamıyla bir "Hayata Giriş" dersi
oluvermişti. Sümer Hoca Danimarka'dan yeni dönmüştü. Bize sunduğu yeni Dünya,
geniş algılama ortamı ve soylu değerlerle dünyamız değişivermiş; sekiz
haftada kendimizi daha olgun daha hayata hazır hissetmeye başlamıştık. Sümer
Hoca ve Rahmete erken kavuşan sevecen eşi Sevinç Hanım her birimizle doğrudan
ilgilenip bize kişisel ve mesleki sorumluluk duygusunun en derinini aşılamışlardı.
O ortamda Raci, Baykan, Erdoğan ve Gürkan dörtlüsü en zor ve ağır işlere
talip olan en özverili çalışanlardı. Onlara gıpta ile, bizimle çalışan
Ünyeli ustalar "Masisler" yakıştırması yapmıştı. Bu güçlü
yapılı dört genç her ağır iş yükünü nazlanmadan çekerler ve biz daha
kırılgan tiplere örnek olurlardı.
Sümer Hoca ile geçirdiğimiz sekiz haftaya biz sekiz kişi sonradan, işi
bitirmek için gönüllü üç hafta daha eklemiştik ve kendimizi 22 yaşında
ve bir yapıt üretmiş hissediyorduk. O özgüvenle daha okulun ikinci yılının
sonunda mesleğe kafa tutma özgüveni almıştık. Raci ile Ünye Gölevi-Göbünalcı
köylerinin kıyısındaki kumlarda yaptığımız modellerle kendimizi ulusal
yarışmalara girmeye hazır hissediyorduk.
Raci'nin babası Niyazi Hoca Ankara Tıp Fakültesi'nde Anatomi Profesörü
idi. Lise yıllarımda resme olan merakımdan dolayı derslerine girmiştim. O
da benim bu kayıt dışı katılımımı hoş gören, sevgi ışınları saçan,
işini çok iyi bilen biriydi. Resim temelinde anatomiye meraklı kişilere
yapancı değildi. Bana da tıp öğrencileri kadar ilgi gösterir; özellikle
kas morfoloji konularına girdiğinde dikkatimi çekerdi. Bilimin içindeki
sanatı görebilen bir kişi idi. O da oğlu Raci gibi bizi erken terk etti. Biz
üçüncü sınıfta iken onu yitirdik. Raci genç yaşta yaşanabilecek bu büyük
acı ile bir ailenin Baba'sı olma sorumluluğunu da üstlendi. Annesi Naime
Teyze hepimizi Raci ile birlikte kucaklayan bir sevgi kaynağı idi. Bizi
kendisine akran görür ve ona küçük ismi ile hitap edip: "Naime"
dememizden büyük bir hoşnutluk duyardı. 2 Eylül 2003 gününe dek onu bir
kez bile gülümsemezken görmemiştim. Onun içten gülüşü, iyimser ve
hepimizi hiç ayırmadan destekleyen kişiliği en büyük bir desteğimizdi.
Bugün bir takım yüce insancıl değerleri yaşatıyorsak Naime'ye çok
borculuyuz.
Dördüncü sınıfta Raci ile birlikte artık mesleğe "kafa
tutmaya" hazırdık. Kendimize Edirne Selimiye Çevre Düzenlemesi Yarışmasını
seçmiştik. Raci bütün planlama sorunlarını çözecekti. Ben de kent
merkezine o zaman Archigram ve Metabolism Gurubu tutkunu olduğum için bir
"Mega-Structure" tasarlayacaktım. Hem planladık hem de Selimiye
Arastası'nın yapısal değerlerinden soyutlanan "mega" yı da çevreye
biz bağ doku olarak oturttuk. O yarışma önerimizden o denli gurur duyuyorduk
ki, bizim projenin eşsiz Selimiye ile aynı değerde olduğu iddiası ile Koca
Sinan'ın yapıtını "nokta nokta" çizmeye bile cüret etmiştik. Bu
sonradan, en sevdiğimiz dostlarımız tarafından bile: "Adamlar
Selimiye'yi yıkmayı düşündüler.." gibi yorumlara neden olduysa da
bizim düşüncemiz yalnız, korkmadan, çekinmeden çağımızın mimarisini
getirmekten başka bir şey değildi.
Yarışma boyunca Naime bize öylesine destek olmuştu ki anlatılması
olanak dışı. Onların Dikimevi'ndeki evlerini büroya çevirmiştik. O denli
ileri gitmiştik ki Naime bize her türlü yemek, içmek desteğinin ötesinde,
kendi toplantılarını arkadaşlarının evinde düzenlemeye varan bir özveri
içinde idi. Biz kaygılanınca destek tesellisi ile: "Çocuklar daha mezun
bile olmadınız. İkinci de olursanız üzülmeyin," diyecek kadar güven
verici idi.
Bu yarışmada Üçüncü Tur'da elenmiştik. Tek hoşnut olduğumuz konu,
otuzu aşkın aralarında hocalarımızın da olduğu birçok ünlü mimar-plancıyı
geride bırakabilmiştik.
Raci hiçbir konuyu izlemeden bırakmazdı. Yarışma sonrası: "Orti
(Ortak'dan türev bani kırk yıldır çağırdığı ad) Şimdi gidip Jüri üyeleri
ile konuşalım bakalım bizi niye elemişler?" demiş ve biz turlara başlamıştık.
İlk durağımız Sevgili Hocamız ve Jüri üyelerinden en kolay erişilebilir
olan Rauf Beyru idi. Rauf Bey kişiliğinin bir imgesi olan hiç kimseden
esirgemediği tatlı gülümsemesi ile bize sempati duyduğunu sonuna değin
hissettiren tavrı ile önediğimiz bir alt geçidin çok pahalı, belki 200 000
TL yi bulabilecek bir maliyet getirdiği konusunda uyarmıştı. İçimize su
serpilmişti biz tutkumuz gereği "Mega-Structure"dan dolayı elendiğimizi
sanmakta idik.
Rauf Beyru'dan aldığımız cesaretle bir sonraki durağımız Rahmetli Bülent
Berksan ile Sevgili Melahat Topaloğlu idi. Onlar daha çok "ütopik"
yaklaşımımızın bu ülkenin gerçekleri ile uyuşmadığını söylemişlerdi.
Ama bizimle tartışmaktan hoşnut olduklarını da izliyorduk. Konuşurken, bir
ara Melahat Hanım Bülent Bey'i dışarı çağırdı. Biz, "Artık gitme
zamanı geldi kovuluyoruz," derken onlar dönüp bize yanlarında çalışma
teklif ettiler. Hem de hayal bile edemeyeceğimiz bir aylıkla. Adana İmar Planı
Yarışmasını yeni kazanmışlardı ve Rahmetli Mutlu (Aktay) Yolal ODTÜ
sonrası Pratt Institute'u bitirip yeni katılmıştı ve tek tasarımcı
personelleri oydu. Raci, Mutlu ve ben olağanüstü bir üçlü oluşturmuştuk.
Okulu bitirmeden onlarla çalışmaya başlamıştık bile. Sevinçliydik. Raci
Şehircilikte ben Mimarlıkta Master yapmakta idik. Okul sonrası büroya gider
geç saatlere değin çalışırdık. İşe öylesine dalardık ki Atatürk
Bulvarı'nın üzerindeki büronun önünden gece geç saatlerde geçen Büro'nun
yönetim patronu Rahmetli Mehmet Ali Topaloğlu ertesi gün bizi uyarır, büro'da
çok yorulmamamızı, Okul'u da ihmal etmememizi anımsatırdı.
1967 de mezun olduk. Rahmetli Aptullah Kuran bize: "Şimdi ilk iş gidin
ve Mimarlar Odası kaydınızı yaptırın. Göreceksiniz orada da büyük değişim
var." dedi. Oda'ya peş peşe izleyen numaralarla üye olduk. Sevgili Gürol
Gürkan yeni seçilmiş genç neşe dolu Mimarlar Odası yöneticisi idi. Bize
Oda üyesi olmanın önemini ve gururunu tattırmak için elinden geleni yaptı.
Tam anlamı ile birer meslektaş gibi davrandı. Kendimize güvenimiz iyice artmıştı.
Artık Mimarlar Odsı üyesi idik ve yarışmalara, Selimiye'de olduğu gibi,
kazanırsak işi elimizden almasından korkarak seçtiğimiz TMMOB üyesi bir
maden mühendisinin adına değil, kendi adımıza katılacaktık. Yeni hedef:
Trabzon İmar Planı idi. Jüride Trabzon doğumlu ünlü plancı George
Candilis'in de olması bize artı bir güven vermekte idi.
Ben evlenmiştim. Raci eşime Orti'nin bayan anıştırması olan
"Ortia" adını takmıştı. Çankaya Mesnevi Sokak'taki evimizde
yeterince "mekan" vardı ama "eşya" yoktu. Yani yarışma için
ideal bir olanak sağlıyordu O yaz Raci 1968 Paris olaylarını yaz boyunca yaşayıp
geri dönmüştü. Evin salonunu onun Paris'ten getirdiği kahverengi, bordo
linolyum kesmelerden baskı afişlerle donattık ve başladık çalışmaya. Özellikle
gençleri Fransa'da bir "köpek yatağı" konumuna getirmekle suçlayan
Charles de Gaulle'ü eleştiren minik "Le chien lit ces't Lui" afişi
bize de slogan olmuştu. Ama yine de 1969 de de Gaulle büromuzun önünden geçerken
saygın bir konuk olarak selamlamıştık.
Artık biraz daha gerçekçi, varolana daha saygılı ve kazanmak azminde
idik. Trabzon'u yol ve benzeri amaçlarla Tarihi Surlarını yıkmadan genişleten
ve kente önemli yaya alanları tanıyan bir o zaman kent planlarında öncelikle
varolmayan daha "insancıl" bir öneri geliştirdik. Tüm bu çalışmalar
boyunca Bayk hep yanımızda idi. Sessiz sedasız keskin eleştirilerini de
esirgemeden bizi desteklerdi. Bayk'ın en güzel tarafı, bizde çok yoğun olan
"çene" yerine, proje teslim tarihini anımsatıp doğrudan iş üretmesi
idi. O olmasa -herhalde değil- kesinlikle bitiremezdik. Sonunda Dördüncü
olduk. Ama büyük sevincimiz Candilis'in bizim projemizi en çok beğendiği
yolunda Jüri üyelerinden aldığımız duyumlardı. O da biz yetti de arttı
bile.
1969 da ODTÜ ye "akademik kariyer" yapmak üzere Mimarlık Bölümü
Başkanı Ahmet Gülgönen ve Dekan Ekmel Derya tarafından okula asistan olmaya
çağrıldık. Hemen hiçbir onay beklemeden bölüm başkanları ile konuşup
çalışmaya başladık. İkimiz de Temel Tasarım veriyorduk. Ben Ülker
(Berke) Çopur ile o da Sümer Gürel'le birlikteydi. Benim gurubumda anımsadığım
Oktay Akdeniz, Zafer Aldemir, Feride Çiçekoğlu, Yusuf Dino, Korhan Durusoy,
Ahmet Eyüce, İlker Okman, Yavuz Oymak, Faruk Özkut, Fügen Selçuk gibi bugün
her biri değişik ortamlarda varlık gösteren gençler vardı. Enerji dolu
espri yüklü bir guruptu. Raci ise öğrencilerini hemen bir "Gurup
bilinci" ile örgütlemişti ve onları "Getto" olarak adlandırmıştı.
Nerede ise günde 16 saat hep onlarla birlikte idi. O kadar çok sevmiştik ki eğitmenliği.
Kendimizi tümüyle değişmekte olan ODTÜ'nün geleceğine adamıştık.
Bu arada ODTÜ çalkantılı bir dönem geçirmekte idi. Rektör Erdal İnönü
ile Mütevelli Heyet arasında gerginlik artmış ve ODTÜ Mütevelli Heyeti
istifa etmişti. Hem de bizim okula yasal-yönetsel tayinimiz çıkmadan. Yani
Raci ve ben Mimarlık Fakültesi'nde eğitim sorumluluğu yüklenmiş ve yürütmekte
idik ama ne herhangi bir yasal varlığımız vardı ne de aylık ücretimiz.
Topaloğlu-Berksan'da çalışırken arttırdığımız para bize birkaç ay
daha yeterdi. Kısacası "Amatör Öğretim Elemanları" idik. Bu
durum sanırım altı aydan çok sürdü. Dayanabildik. Öğretme zevki ve
sorumluluğu ile öğrenci sevgisi bir türlü gerçekleşmeyen bürokrasiden
daha baskın çıkmıştı.
Bu arada olan hoş bir olay Fakülte'nin hiç de sahipsiz olmadığının ve
bizim bu amatör çabamızın ve bilindiğinin kanıtı oldu. Raci'den birkaç
hafta önce yitirdiğimiz o zamanki Dekan Ekmel Derya beni çağırdığında
yanına korkarak gitmiş. Herhalde: "Bu kadar amatörlük yeter. Teşekkür
ederiz. Kendine bir iş bul" diyecek diye düşünmüştüm. Oysa Ekmel
Bey, yeni sonuçlanmış olan Side Turizm Planlaması yarışmasında Doruk
Pamir'le birlikte ödül kazanan Ayla Karacabey ödülünü ODTÜ Mimarlık Fakültesine
armağan ettiğini anlatmıştı. Ekmel Bey Dekan olarak bu paranın aylarca
amatör çalışan iki asistana verilmesini uygun görmüştü. Evli olduğum için
aramızdaki dağıtımı da bana bırakmıştı. Raci ile "Kardeş payı"
yapmış ve kendimizi gönüllü çabaların karşılıksız kalmayacağına
inandırmıştık. O, hep ömrünün sonuna kadar "profesyonel gönüllü"
olmayı bir yaşam biçimi olarak benimsedi ve büyük bir soylulukla sürdürdü.
Side yarışmasına biz de girmeye niyetlenmiştik ve girmeyi düşünen Yıldırım
Yavuz, Mutlu- Eşber Yolal gurubu ile birlikte Rahmetli Tarık Okyay, Raci ve
ben birlikte yarışma alanını incelemeye gitmiştik. Projeyi de hemen orada
plajda ıslak kumdan yaptığımız bir maket ile bitirmiştik bile. Ama
olanaklarımız el vermedi birkaç ay çalışıp o kapsamdaki ayrıntılı ve büyük
maket gerektiren sunuşu maddeten yapamayacağımızı anlayıp yarıda bırakmıştık.
Sonunda Sevgili Ayla'nın jesti ile dolaylı olarak ödüllendirilmiştik.
Sonra ben okumaya Londra'ya gittim. Benim dönüşüme yakın günlerde,
doktora için Boston'a giderken bana uğramış ve birkaç gün kalmıştı. Sırılsıklam
aşıktı. Gözü hiçbir şey görmüyordu. Sevginin yaşatılması ile mesleki
çalışmaların en üst düzeyde sürdürülmesi açmazına takılmıştı.
Benim de ona önerecek bir çözümüm yoktu ve olamazdı da. Pub'larda günlerce
dertleştik. Leinster Gardens'da cebindeki Türk liralarını bizim kasabın yanındaki
döviz büfesine bozdurmuş ve heyecanla: "Orti, Adam Türk lirasına
sterlin verdi," diye heyecanlanmıştı. Hesapladım ama ona hiç söyleyemedim.
Adamın 35 TL olan Sterlini 70 TL den sattığını, üzülmesin diye ondan
saklamayı yeğledim. Raci'yi sevindiren TL nin yurtdışında geçerliliği
idi. Zaten parayla işi, ilgisi, kaygısı olmamıştı. Hiç olmadı da. Onun için
para daha güzel çizim aletleri, kalemler, boyalar, kitaplar, dergiler daha
sonra da bilgisayar almaya yarayan tuhaf bir araç idi. Hep de öyle kaldı.
Raci 1976 da doktorasını bitirip dönmüştü. Ben de askerliği bir yıl
ertelemiştim ve o yıl birlikte Polatlı'da "Vatani Görev" yaptık.
O ortam uzun ayrılıktan bizi tekrar sımsıkı bir araya getirmişti. O uçaksavarda
ben de kundağı motorlu kesimde idim. Ama aynı bölükte idik. Ben biraz daha
yaşlı olduğumdan "Bölük Kıdemlisi" atanması konusunda komutan
beni yoklamıştı. Ölçüt diğer yedek-subay adaylarının emir almakta
gocunmayacakları sevilen saygı duyacakları birini saptamaktı. Ben hiç çekinmeden
Raci'yi önermiştim. Çünkü o kadar sempatikti ki, gerilimli kışla ortamında
herkesi hoşnut edeceğinden emindim. Gerçekten de öyle oldu. Raci bize emir
verirken kendini tutamaz hep gülerdi. Ama ona laf gelmesin otoritesi sarsılmasın
diye "Sağa dön! Sola dön! Yat! Kalk! Marş! Kıta duur!" gibi
"önemli" emirlerine harfiyen uyardık. Polatlı'da kaldığımız sürede
beni Eşim ve bir yaşındaki oğlum dışında ziyaret eden Naime, Ahter, Semra
ve Şefik'ten başkası değildi. Polatlı'daki bıktırıcı yalnızlık ortamında
onları kendi ailemden daha yakın hissettiğimi hiç mi hiç unutamam.
Askerlik sonrası ortaklığımızı yada mesleki birlikteliğimizi yeniden sürdürdük.
Bu kez Sosyal Demokrat Çorum Belediye Başkanı Rahmetli Turan Kılıçlıoğlu'na
mimarlık ve planlama danışmanlığı yapmakta idik. Bu birliktelikte ağır görev
yine Raci'de idi. Stratejik planlamanın önemini kavramış, kente her zaman
her kesimde müdahaleler yapılabileceğini, olumlu işler yapmak için mutlaka
bir İmar Planı gerekmediğini, planın süreç içinde biçimleneceğini, üstelik
de hem gerçekçi, hem de denenmiş olacağını anlatmaya çalışmıştık.
Dolayısı ile kent oluşumunu denetleyen stratejik hedefleri belirlemeye çalışmıştık.
Raci'nin Stratejik Planı sempatik göstermek üzere kullandığı "Şemsiye
Plan" kavramı ile Çorum'da ve kendi ortamımızda dillere düşmüştük.
"Hoca, yap bakalım bir şemsiye de görelim," birlikte çalışmakta
olduğumuz Sevgili Tayyar Kavukçu'nun bize günlük olağan takılması idi.
Turan Bey bir sonraki seçimi yitirdi. Ben ODTÜ de yönetim görevleri üstlendim
ve daha sonra ben İsviçre'ye göçünce Raci ile sık sık görüşsek, konuşsak,
tartışsak bile aramızdaki "ortaklık" artık simgesel bir inanç, güç
ve dostluk birliğinin simgesi idi. Turan Kılıçlıoğlu bir dönem sonra
yeniden kazanınca beni Cenevre'de arayıp: "Hocam, şimdi çok güçlüyüz.
Dört yıl önce Raci Hoca ile önerdiğiniz "Semsiye Planı"
uygulayabiliriz. Birlikte çalışalım," dediğinde Raci çok daha üst düzeyde
sorumlulukları kabullenmişti bile. Benim zaten onsuz üstlenebileceğim bir
sorumluluk değildi. Üstelik "İhracat seferberliğine" katılmış
ve kendimi yurtdışına ihraç etmiş bir konumda idim.
1980 li yılların ortalarında Harvard Üniversitesi'nden Françoise Vigier
ve Mona Serageldin siyasal erk ile büyük değişim gösteren kentlerin
inceleneceği Paris'te yapılacak bir toplantıya tartışma konusu olarak öneri
istediklerinde ben Bedrettin Dalan ve İstanbul örneğinin iyi bir tartışma
konusu olabileceğini bildirmiştim. Herhangi bir üniversitede olması gerektiği
gibi Harvard kuralı olarak bilimsel bir toplantıda propagandanın
kabullenilemeyeceği gerçeği ile İstanbul ve Haliç sorunsalını Raci'nin
sunmasının doğru ve nitelikli bir sunuş olacağını bildirmiştim. Gerçekten
de Sayın Dalan hem Raci'ye helikopter ve her türlü olanağı sağladı hem de
Raci'nin bağımsız özerk değerlendirmesini bir politikacıda pek
rastlanmayan olgunlukla kabullendi. Raci'nin yapıcı eleştirileri ve olağanüstü
derin sunuşu ile Paris'teki toplantı üst bir düzeyde bir tartışma ortamı
sağlamış ve bilimsel açıdan başarı ile gerçekleşmişti. Ek olarak
ikimize de Paris'te keyifli birkaç günün anısı kalabilmişti.
O yıllarda büyük bir hayranlıkla aşık olup dilinden düşürmediği Şule
ile evlenmiş ve hemen gündeme Çaka da girmişti. Cenevre'ye gelip gittiğinde
Çaka eksenli önceliklerle oyuncak arardık. Raci'nin mutlu aile yaşamını
ondan izler ve çok hoşnut olurdum. O bu mutluluğu hak ediyordu ve ailesi için
her şeyi vermeye hep hazırdı. Çevresi hep sevgiyle doluydu.
Uzun yıllar onun Ankara'da, Dünya Bankası'nda yaptıklarını, yazdıklarını,
Gelibolu Barış Parkı Yarışması gibi düzenlemelerini hayranlıkla
izleye-geldim. Yaptığı her şeyi bilmemi isterdi. Her katkısını yollar ve
haklı olarak tepki beklerdi. Her projesi hep oluşum süreci içinde idi. Tartışmaya
ve katkıya hep açıktı. Tek yakınması okumayan, izlemeyen, anlamayan, kaygılanmayan
ve yararsız yıpratmalara yönelik tutumlardı. Huysuzluğu, lagarlığı,
vurdumduymazlığı affetmezdi.
Geçen zaman boyunca özlem dolu ayrılığımız, ilişkimizin farklı
ortamlardaki birikimlerimizin buluştukça aktarılması yönünde olmuştu. Artık
birlikte çalışan iki "ortak" değil birbirinden öğrenen iki
meslek adamı idik.
2002 yılının sonunda çalıştığım kuruluşun yardım etmek durumunda
olduğu iki büyük proje gelişti. Birincisi Doha'da yedi buçuk kilometrelik kıyı
şeridinin yarışmaya açılması idi. Bayk'la birlikte yaptıkları kent çözümlemesi
ve yarışma belgelerinin hazırlanması, bence Dünya çapında sayılabilecek
üst düzeyde ve nitelikte gerçekleşti. Dört kişilik ekiple iki üç günde
derledikleri ve değerlendirip sundukları izlenimsel çözümlemeler doğma büyüme
Dohalı mimarlar, plancılar ve yöneticilerin hayranlığına neden olmuştu.
Kenti nasıl kısa bir sürede böylesine derinliğine anladıklarına inanamamışlardı.
Özellikle iş sahibi Şeyh Saud al-Thani ve Belediyeler Bakan Yardımcısı
Mesind'ın önünde, mavi gözlerinden ışıklar saçarak Doha Planlama Direktörü
Radwani'yi kucaklayıp: "Bir kentin planını o kentin plancıları yapar.
Biz size plan yapmayız. Sadece iyi bir iş yapmanıza yardımcı oluruz,"
demesi gergin bir ortamda herkesi yumuşatmış ve birçok düğümü çözmüş
ve tartışmaları çok olumlu bir ortama getirmişti. Yarışma da öyle gerçekleşti.
Ne yazık ki son değerlendirmeye katılamadı ama eminim yarışmayı Jean
Nouvel'in kazanmış olması, kendisinin de hep çağdaş yaşamın ve modern
tasarımın uç noktasında varolma kaygısı ve özlemi ile çakışmıştır.
En son birlikteliğimiz Afganistan yönetiminin etkin Maliye Bakanı Ashraf
Ghani ye sunacağımız Kabil Ana Planı ile ilgili oldu. Ghani Bakanlığa Dünya
Bankası Başkan Yardımcılığından gelmiş, kent yönetimini ve planlamasını
çok iyi bilen bir kişi olarak ona önerdiğimiz planlama stratejisini çok beğenmiş
ve bize: "Bunu Dünya'da en iyi gerçekleştirecek bir tek kişi var. O da
Raci Bademli, Muhakkak onunla çalışmalısınız." demişti.
Ben de: "Sayın Bakan orada bir sorun var. Profesör Bademli benim çok
yakınım ve neredeyse 40 yıllık ortağım. Sonra yanlış anlama, ters bir
yorum olmasın," diye uyarmış kaygılarımı bildirmiştim. Kısacası
iki eski ortaktan biri plancı öteki işveren olacaktı. Tuhaf algılanabilirdi!
Ghani sevinmiş gülerek bana: "Daha iyi ya, birlikte çalışmayı
biliyorsunuz demektir. Daha verimli olur," demişti. Geçen ay Londra'da
karşılaştığımızda Raci'ye acil şifalar dilerken dalmış gitmişti.
Bildiğim kadarı ile kendisi de Raci ile aynı rahatsızlıktan muzdarip.
Çalışmalara hemen başlamıştık.
Kabil'i birlikte yeniden yapılandırıp kurtaracaktık! Yıllardır özlediğimiz
hem karar yetkimiz, hem de kaynaklarımız olacaktı.
Bize inanan, güvenen bir işverenle çalışacaktık.
Stratejik hedeflere yönelik girişimlerle kentin nabzını tutup gelişimi
denetlerken, belirli, seçilmiş alanlara yönelik yoğun ve çabuk sonuç
verecek uygulamalarla, halka olumlu değişimlerin müjdesini verecek, onların
güvenini ve bu güvenden kaynaklanan katılımlarını sağlayacaktık.
İnsanların çevrelerini güzelleştirirken ekmek parası kazanmaları için
emek karşılığı parasal yardım modelleri geliştiriyorduk
Mikro-finans yöntemi ile gereksinimi olanlar kaynak sağlayacak, herkesin
her ailenin elinden tutacaktık. Bunun için gerekli Microcredit Bank bizim
kuruluşumuz tarafından kurulmuştu bile.
Yeni alanları toplu planlama ve finansman örgütlemesi ile yapılandırıp,
o alanlarda mal varlığı olanların haklarını koruyacak, onlara örgütlü
planlama içinde etkinlik ve pay verecektik.
Hatta Guggenheim'ın Asya'daki ilk varlığını orada sağlamak üzere girişimde
bulunacaktık. Ben gidip bu heyecan verici projeyi Thomas Krens'le konuşacaktım.
Belki de ömrümüzün geri kalan kesimini birlikte, çok acı çekmiş
insanların ortamlarının güzelleşmesine sağlıklı kentleşmeye adayacaktık.
Kim bilirdi ki ortak ömrümüz kalmamıştı.
Sevgili Orti, Seni Naime, Ahter, Semra, Şule, Şefik, Ömer, Çaka, Pınar,
Çağla ve Bayça ile birlikte çok özlüyoruz. Bu özlem bitmeyecek gibi....
Biz bağrımıza taş basarız ama zamansız gidişin Türkiye çok şey
yitirdi. Yazık oldu.
Bize öğrettiklerin yol göstersin. Sen huzur içinde yat.
|