Eski Bir Kutu Yeni
Bir Projeyle Hayat Buluyor
Bütün bu kargaşa, kurumsal egoların
gövde gösterilerine rağmen – peş peşe ortaya çıkan müze ek binaları- Walker
Sanat Merkezi’nin yeni yuvası için heyecanlanmamak elde değil.
Sanat camiasıyla kurduğu temel
ilişkilere rağmen, Walker, yıllardır bütün müzelerin içinde en dinamik ve
bağımsız merkezlerden biri olarak yerini korumayı başardı. Müze 1970’lere ait
eski binasının renovasyonu ve 67 milyon Dolar’lık yeni ek binası için Jacques
Herzog ve Pierre de Meuron ile anlaştığında, bu mükemmel bir eşleşme olmuştu.
Mimarlar zaten Tate Modern Müzesi ve Münih’deki Goetz Koleksiyonu için
yaptıkları titiz ve rafine çalışmalarla, malzeme seçimleri ve dingin iç
mekanlarla adlarını duyurmuşlardı.
Sonuç
sanat ile içiçe coşkulu bir mekan oldu. 1000 metrekarelik ek bina 385 kişilik
tiyatrosuyla, popüler restoranı ve genişletilmiş kitapçısıyla sanatı her an
merkezde tutmayı başararak bir müze deneyimi yaşatıyor. Alüminyum kaplama bir
kuleyle demirlenmiş ek bina tüketilmiş motiflerin yeni bir ortamda nasıl tekrar
yeni anlamlar kazanacağını gösteriyor.
Mimarların sadık takipçileri müzeye ilk
yaklaştıklarında bir nebze hayal kırıklığına uğrayabilirler.Genelde Herzog & de
Meuron’un en çok tanınan projeleri, parlak bakır veya baskılı beton gibi
gözalıcı kaplamalarla paketlenmiştir. Ama Minneapolis’in donuk gökyüzünde
kaybolan Walker’ın yeni kulesi, gri alüminyum panellerle kaplı.
Walker’ın eski binası Edward Larabee
Barnes tarafından tasarlanmış, modernist bir kutu. Moda’daki değişimler için
kaygılanmak yerine Herzog & de Meuron’ın yaklaşımı, bu geçmiş üzerine inşa
etmek. Alüminyum kulenin hafifliği sert hatlara sahip Barnes binasıyla görsel
bir kontrpuan oluşturuyor.
Bu formlar arasındaki zıtlık sokağın
köşesindeki iki kilisenin taş kuleleri ve uzaktaki gökdelenler arasında da
gözlemleniyor. Bu muhteşem birlikteliğin bir parçası olarak, Walker Sanat
Merkezi kültür, ticaret ve din arasındaki karmaşık ilişkiyi hissettiriyor.
Asıl projede Herzog & de Meuron binayı,
tıpkı kağıttan yapılma bir fener gibi parlak bir teflon malzemeyle kaplamayı
düşünmüşler ama müze yetkilileri bunun çok pahalı olacağını öngörmüşler. Sonuçta
çıkan ürün – biraz kırıştırılmış kağıt görünümüne sahip alüminyum panellerden
örülü bir grid- belli bir mesafeden görüldüğünde çok belirsiz.
Gene de kulenin köşesi, kaldırıma doğru
bir çıkma yaparak çarpıcı bir giriş kanopisi oluşturuyor ve sizi müzenin içine
doğru çekiyor. Oradan yukarı doğru sizi yönlendiren merdiven ise sizi adeta
dikey bir şehir gibi görünen kuleye götürüyor. Bu kule müzenin kamusal
bölümlerinin çoğunu (restoran,tiyatro ve aktivite mekanları) kendinde topluyor.
Birbirinin üzerine yığılmış çeşitli
mekanlar, siz yükseldikçe görsel olarak birbirlerinin içine sızıyor ve
sıkıştırma duygusunu artırıyor.
Lobi tavanında açılan koca bir pencere
aşağıdan yukarıdaki restoranın oturma bölümüne göz atılmasına olanak tanıyor.
Tavan sonlara doğru eğimlenerek yukarıdaki tiyatro mekanı için bir alan yaratır.
Galerilere girdiğinizde, yeni ve eski
binalar arasındaki denge neredeyse mükemmele varıyor. Barnes’ın binası, çekirdek
etrafında sarmallaşan bir dizi platform olarak algılanmış. Herzog& de Meuron da
Barnes’ın yarattığı etkiyi, iki kule arasında zemin kotunda bir dizi yeni galeri
yaratarak korumuşlar.
Yakından baktığınızda, detayların çok
net biçimde rafine edildiğini görüyorsunuz. Ahşap panellerle dekore edilmiş
derin girişler, her galerinin girişinde zihinsel olrak duraklamanıza sebep olur.
Yeni galerilerin içlerindeki kirişler de daha yüzeyseldir ve sanat yapıtlarını
rahatsız etmezler. Bu tip detaylar küratörleri kendinden geçiren ve sizin sanata
odaklanmanızı sağlayan detaylardır.
Herzog & de Meuron’un bu tasarımlarında
kullandıkları malzemeler her ne kadar daha az sofistike görünse de, tüm deneyim
daha detaylı ayarlanmış. Anıtsal bir nesne yerine, tasarımcılar kentli ve
banliyö kültürlerin kesişim noktasında bir bina kurgulamışlar.
New York Times – Çeviren: Şevin Yıldız
|