1930’ların Almanyası’nda idealize edilmiÅŸ Neo-klasik yapılar, politik bir araç olarak kullanılıyordu. Hiç bir zaman Roma İmparatorluÄŸu veya Antik Yunan Medeniyeti ile organik bir iliÅŸkisi olmamasına raÄŸmen, bu iki medeniyetin kalıntılarından esinlenen devasa anıtsal yapılar ve aksiyal düzendeki ÅŸehir planları Almanya’nın destansı bir geçmiÅŸ yaratma ve bunu taÅŸa dönüÅŸtürme çabaları idi. O dönemin Almanyası mimarlık ve kültür üretimi açısından tam bir çeliÅŸkiler yumağı idi. Bir yanda hiç varolmamış bir efsanenin eserlerini ve o medeniyeti baÅŸtan yaratma çabası varken, bir yanda da romantik ulusalcılık söylemine dayalı folkrolik (völkisch) bir halkçılık akımı destekleniyordu. Anti-Semitizm ile birleÅŸtirilen tüm bu söylemler, zaten dünyayı kasıp kavuran ekonomik buhran döneminde ve çalkantılı siyeset ortamında ne yapacağını bilemeyen Alman halkı için ne yazık ki can simidi olarak görüldü.
Nazi hükümetinin görselliÄŸi politik bir araç olarak kullanması, pek çok akademik araÅŸtırmaya konu olan önemli bir tutumdu. Hitler için mimarlık ise baÅŸlıbaşına siyasi bir araç idi. Varolmayan bir geçmiÅŸin kalıntılarını ÅŸimdiden yaratıp mitolojik bir üstünlük elde etmeyi hayal eden Hitler ve baÅŸ mimarı Albert Speer, “harabe teorisi”’ gibi bir söylem bile ürettiler. Antik Akdeniz medeniyetinin hayranlığı ile yapılan anıtsal yapıların yüzyıllar sonunda kalıntılarının nasıl görüneceÄŸi, pek çok Nazi yapısının tasarlanmasında esas çıkış noktası oldu. Åžehirlerde ölçeÄŸi kaçmış bir anıtsallık benimsenirken, kırsal yörelerde ortaçaÄŸ Almanyası’nın huzurlu ve özgür günlerine gönderme yapan doÄŸa ile uyumlu konut ve kamu binaları teÅŸvik ediliyordu. Önceleri Herman Muthesius ve ardından gelen Heinrich Tessenow, neo-klasizmle yoÄŸrulmuÅŸ romantik mimarlığın çerçevesini çizen figürlerdi. Toplu konutlara ve ÅŸehirleÅŸmeye karşı olan Tessenow hiç bir zaman Nazi Almanyası’nın politikalarını benimsemedi. Oysa Nazi yöneticileri onun mimarlığını çok benimsemiÅŸti. İşin ilginç tarafı, Hitler’in mimarı olarak ün yapan Albert Speer’in Tessenow’un öÄŸrencisi olmasıydı.
Ancak hiç bir zaman Hitler’in ve yakınlarının aklında tutarlı bir mimari politika var olamadı. Bir yandan Tessenow’un fikirleri kırsal Alman mimarlığı için benimsenirken, öte yandan ÅŸehirleÅŸmeyi körükleyen toplu konutların daha kolay üretilmesi için fabrikasyon sistemler kuruldu. Fonkisyonellikten uzak anıtsal yapılar geleceÄŸe dönük bir tarihselcilikle ardı arkasına planlanırken, sadece fonksiyonel ihtiyaçlarla kurgulanmış çalışma ve konsantrasyon kampları tasarlanıp inÅŸa ediliyordu. Tüm bu karmaÅŸayı belki tek bir ÅŸey parantez içine alabilirdi: Halkı bütünleÅŸtirecek ve kontrolü kolaylaÅŸtıracak milli kimliÄŸin yaratılma kaygısı... Ancak ne var ki bu kaygının ve çabaların, sadece 1933’de iktidara gelen Nazi Partisi’ne maledilmesi de yanlış olur. İnsanlığın en trajik dönemlerinden birine giden bu yolun yaratıcıları Nazi Almanyası dönemi öncesinde toplumu sürükleyen kanaat lideri figürlerdi. Müzikten siyasete, mimarlıktan tıbba dek pek çok alanda fikir sahipleri, söyledikleri ve yaptıkları ile sonuçlarını tahmin etmeden ve istemeden bu ortamı oluÅŸturdular.
Artık dünya totaliter rejimlerin, klasik anlamdaki imparatorluk hayallerinin ve diktatörlerin var olamayacağı bir evreye girdi. Ancak politika artık daha belirsiz, kaypak ve kaygan bir ÅŸekle büründü. Mimarlık da, eskisi gibi politikanın bir aracı olarak görülmüyor artık. Çok daha etkili medya araçları mimarlığın yerini aldı. Yine de çevremizdeki pek çok yapısal deÄŸiÅŸim biz farkında olmasak da bizim dünyaya bakışımızı deÄŸiÅŸtiriyor. Nasıl derseniz bir iki yakın örnek vermek iyi olur.
İstanbul’un çeÅŸitli yerlerinde son zamanlarda traji-komik bir görüntüye ÅŸahit olmaya baÅŸladık. Özellikle ÅžiÅŸli, Üsküdar, Beykoz belediyelerinin sınırları içindeki elektrik trafoları binalarına “Geleneksel Türk Evi” makyajı yapıldığını izliyoruz. Yıllardır önünden geçip gittiÄŸimiz, çoÄŸumuzun farkına bile varmadığı bu cephesi sadece havalandırma ızgaralarından ve bir servis kapısından oluÅŸan, kırma çatılı basit yapıların görüntüleri bir kaç günde deÄŸiÅŸiverdi. AhÅŸap çıtalardan kafesli pencereler yapıştırıldı, bu çıtaların arkasına cam görüntüsü vermek için pleksiglas levhalar yerleÅŸtirildi. Kiminde daha da gerçekçi durması için dantelli perdeler çizildi, boyandı. Alt kotlarına, subasman etkisi verecek ÅŸekilde taÅŸ dokusu boyandı. Her bir pencerenin önüne de plastik çiçekleri olan saksılar yerleÅŸtirildi.
“Geleneksel Türk Evi görüntüsü” deyiminin anlamsızlığı bir yana (ki bu deyimin çaÄŸrıştırdığı ilk görüntü ne Mardin, ne MuÄŸla evidir; hemen hemen her zaman Safranbolu’ndaki evler akla gelir), bu görüntüyü endüstriyel bir yapıya giydirme zihniyeti iktidar kurumlarında artık patolojik hale gelmeye baÅŸlayan “kimlik” buhranımızın bir sonucundan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Aynı sıkıntının sonuçlarını vapur iskelelerinde de izliyoruz. Görünen o ki, sadece “bizden olsun, bir de ahÅŸap olsun” gibi basit bir cümleyle verilen brief sayesinde artık üzerinde cami alemi olan çinko çatılı “Geleneksel Türk Mimarisi” izlerini taşıyan iskeleler boÄŸazda yerlerini alacak. BeÅŸiktaÅŸ İskelesi’nden sonra, Bakırköy İskelesi de tamamlanmak üzere. Sıradaki Bostancı ve diÄŸer iskelelerin projelerini de (Belediyemiz herÅŸeyi bizden gizli saklı yaptığı için), bu projeleri üreten müstesna mimar Erkan İnce’nin web sitesini kurcalayarak bulabilirsiniz. Tabi, bundan 20-30 yıl sonra, hangi iskelenin yapıldığı döneme ait özgün mimari bir eser olduÄŸunu, hangisinin daha eski görünmesine raÄŸmen daha yeni ama taklit olduÄŸunu hatırlamak ve bu saçmalığı çocuÄŸumuza açıklamak zorunda kalacak olan bizler, o an geldiÄŸinde sayın Erkan İnce’yi de minnetle anacağız.
Bu kamusal yapıların her birinin ortak iddiası geleneksel olmak. Bir ara gündemi meÅŸgul eden “Geleneksel Türk Tipi Okul Binaları”’ını da burada anmakta fayda var. Geleneksel Türk Evi mimarlığından unsurlar içeren veya onlara “gönderme yapan” devasa spor salonları (KasımpaÅŸa’da Belediye BaÅŸkanımız Kadir TopbaÅŸ’ın altında imzası olan çarpıcı bir örneÄŸini bulabilirsiniz), geleneksel oteller, geleneksel adliye binaları, geleneksel hastaneler, geleneksel fabrikalar ve geleneksel tavuk çiftlikleri hayatımızın geçtiÄŸi mekanlar olacak.
Kahramanmaraş Adliye Sarayı Projesi
Öte yandan “kimlikli mimari eserler” üretme arzusu sadece yapı ölçeÄŸinde kalmayacak gibi görünüyor. İstanbul Metropoliten Planlama ofisi, Müze-Kent İstanbul projesi bir mahalleyi olduÄŸu gibi Geleneksel Türk Mahallesi’ne dönüÅŸtürmek için kolları sıvadı bile. Müze-Kent gibi anlamsız bir ada sahip bu proje çerçevesinde, depremde nasılsa yıkılacak bahanesi ile Süleymaniye çevresinde pek çok yapı istimlakla belediyenin eline geçecek, orada yaÅŸayan halk da gözden uzak KiptaÅŸ’ın ürettiÄŸi niteliksiz toplu konutlara yerleÅŸtirilecek. Yerlerine, Prof.Dr. Cengiz Eruzun yönetiminde bu çaÄŸda yaÅŸadığını sanan mimarlar tarafından tasarlanan manipüle edilmiÅŸ Geleneksel Türk Evleri yerleÅŸtirilip nezih bir mahalle ortamı yaratılacak. İstiklal Caddesi’ndeki iÅŸportacılara forma giydiren bu zihniyet herhalde Türk Graniti kaplanmış “yeni tarihi” sokaklarında, geleneksel kıyafetlerde ÅŸerbetçilerin, simitçilerin, macuncuların dolaÅŸmasını da muhtemelen projeye ait bir karar olarak almıştır.
Sokaktaki simitçiye, mısırcıya üniforma giyidirip onu nezihleÅŸtiren, esnafının tabelelarını tek tip yapmak için zorlayan, Sulukule’deki, Süleymaniye’deki vatandaÅŸlarını topluca gözden uzak bir yere kaldıran, sokaklarına Türk Graniti döÅŸüyor diye reklam yapan zihniyet, sinsi bir ÅŸekilde İstanbul’u bir dünya kenti yapan farklılıkların hepsini yerle bir ediyor. Geleneksel Türk Mimarisi gibi bulanık bir baÅŸlıkla örtülen niyetlerin arkasında nezih insanların yaÅŸadığı mutena semtlerin hayali var. Bu öyle bir hayal ki, tarih kitaplarının hepimize ta ilkokuldan beri zorlaya zorlaya öÄŸrettikleri muhteÅŸem destansı geçmiÅŸimizin tüm parılıtılı kalıntılarından oluÅŸuyor sadece. Gerçeklikten uzak bu efsanelerin dekorunu yaratmayı amaçlayan iktidara sahip belediye ve merkezi hükümet idarecileri de tüm bunların gerekçesini ya turistler ya da deprem olarak gösteriyor ki o da bir baÅŸka patalojik durum.
Zaha Hadid gibi çağımızın en öncü uluslararası kimliÄŸe sahip mimarlarından birine koskoca bir kent parçasının tasarımını verdiÄŸi için böbürlenen belediye yöneticileri, yüz yıllar önce mefta olmuÅŸ Leonardo da Vinci’nin köprüsünün aynısını yapacağım diyebiliyor. Bir tarafta Dubai’li ÅŸeyhlerin sıradan kulelerini öve öve bitiremezken, öte yandan vapur iskelelerinin, trafo binalarının hepsine Türk Evi kıyafeti giydiriyor.1
Åžimdi, ne ilgisi var bunların Almanya’daki 1930 dönemi mimarlık ortamı ile diyenler çıkabilir. Elbette ki birebir örtüÅŸen hiç bir ÅŸey yok. Neyse ki, ne bir diktatör, ne totaliter bir rejim, ne ırkçılık, ne bir dünya savaşı, ne de ekonomik buhran mevzubahis. Lakin, 1930’ların Almanyası’nda mimarlık, hiç bir zaman varolmamış bir destanı yaratmak ve mili bir kimlik yaratmak için kullanılmıştı. O kimlik paranoyasının trajik sonuçları malum.
İstanbul’da ve Türkiye’nin pek çok kentinde yapılmak istenen ise, hiç bir zaman aynı anda varolmamış tarihsel dönemlerin en iyi kısımlarından cilalı bir kimlik üretme sevdasından baÅŸka bir ÅŸey deÄŸil. Turistlere yer açma bahanesi ile esnafı ÅŸehir dışına kovalayan, her tarihi binaya potansiyel otel diye bakan, her semti mutenalaÅŸtırmak için vatandaşının elinden evini alıp yerine taklit Osmanlı Konakları diken, üstelik tek bir siyasi görüÅŸe de baÄŸlanamayan bilinçsiz bir tavır sürüyor Türkiye’de. Korkunç olan ÅŸu ki, muhafazakarlık gibi masum bir maske ile saklanan bu tavır, hiç bir zaman bir proje olarak kurgulanmış olmasa da, toplumsal olarak genel kabul gören ve itiraz edilmez bir tavır haline gelmeye baÅŸladı. Homojen ve hijyenik kimlik sevdasının ucube ürünleri bu ülkenin insanlarını deÄŸiÅŸtiriyor mu derseniz, bugüne dek binlercesi yapılan Sinan dönemi kopyası camileri, yeni yapılan garip vapur iskelelerini, adliye binalarını veya “Geleneksel Türk Trafolarını” gördüÄŸünüz halde neden buna ÅŸaşırmadığınızı ve kızmadığınızı bir düÅŸünün.
Farklı olmaktan, yenilikten ve gelecekten korkan bir neslin geçmiÅŸe dönük hayali sinsice gerçekleÅŸiyor, öyle sinsi ki o neslin çocukları bile bunun farkında deÄŸil.2 Sonuçlarının daha trajik olmayacağını iddia edebilir misiniz?
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 Bu arada eski İzmir Belediye BaÅŸkanı Ahmet PriÅŸtina’yı burada takdirle anmak lazım. Ahmet PriÅŸtina ve yardımcılarından Hasan Topal’ın ÅŸehrinde de elektrik trafo binaları vardı. Sevimli göstermek yerine, hepsini yer altına taşıdılar.
2 http://www.wowturkey.com/forum/viewtopic.php?t=16183

