Balina Kemikleriyle Mimarlık Yapmak
Balinalar tuhaf yaratıklardır. Bu hayvanlar, balıklar gibi hep denizdedirler ama, balık değildirler. Balıklardan farklı olarak, suda nefes alamazlar, havaya gereksinim duyarlar. Sonra, bu hayvanların kimilerinin boyu 30 metreye, ağırlığı 150 tona yaklaşabilir. O kadar iridirler. O nedenle de, bence onları dinozorlara benzetebiliriz.
Bilimsel adı “Odontoceti” olan diÅŸli balinalar, “Ziphiidae” denilen gagalı balinalar, katil balinalar, mavi balinalar, beyaz balinalar vardır.
Amerikalı yazar Herman Melville, “Moby Dick” adlı romanında, bir beyaz balinanın ve o balinadan öç almak için yanıp tutuÅŸan, “Ahab” adlı çılgın bir kaptanın öyküsünü anlatır. Bu öykü, bir savaÅŸ öyküsüdür. Mina Urgan’ın dediÄŸi gibi, “Ahab ile Beyaz Balina arasında üç gün süren kıyasıya savaşı, Beyaz Balina kazanır, gemiyi batırır, Ahab Kaptan’ı da, tayfasını da öldürür.”
Urgan, Melville’in bu romanını tanıttığı yazısının bir yerinde de ÅŸöyle der:
“‘Pequod’ adlı bir balina gemisinin son yolculuÄŸunu, balinaların nasıl avlandıklarını, geminin sonunda nasıl battığını anlatan ‘Moby Dick’, ilk bakışta, denizlerde geçen bir serüven romanı sanılabilir. Ne var ki, insan ‘Moby Dick’i okudukça, okuduklarını düÅŸündükçe, kitabın derinliÄŸini, gerçek anlamını sezmeye baÅŸlar. Bu derinliÄŸi, bu gerçek anlamı sezmeyenler ise, balina avıyla ilgili, heyecanlı bir öykü olarak, gene de ‘Moby Dick’in pekâlâ keyfini çıkarabilirler.”
Peki ben nasıl okudum bu kitabı?
Ben, “Moby Dick”i, yaÅŸamımın, burada açıklamak istemediÄŸim çok özel bir döneminde, keyfini çıkararak, ama aynı zamanda da, mimar olduÄŸumu hiç unutmaksızın okudum ve böyle yapınca da, balinalarla, daha doÄŸrusu, balinaların kemikleriyle mimarlık arasında birtakım iliÅŸkilerin bulunduÄŸunu gördüm. AÅŸağıdaki satırlarda, bu konudan, somut örnekler vererek, daha ayrıntılı bir biçimde söz açacağım.
İlk örnek, romanın “Kutlu Noel” baÅŸlığını taşıyan XXII. bölümünde, Kaptan Ahab’ın gemisi Pequod’un güvertesine, demir atınca kurulan, demir almadan hemen önce kaldırılan çadırdır. Bu çadır, balina kemiÄŸinden yapılmıştır.
Melville’in romanının LXXIV. ve LXXV. bölümlerinin baÅŸlıkları, sırasıyla, “Güney Balinasının Başı - Bir KarşılaÅŸtırma” ve “Kuzey Balinasının Başı - Bir KarşılaÅŸtırma”dır. Yazar, bu bölümlerde, balinanın kulaklarının, “katedral kapılarının kemerleri kadar geniÅŸ”, olduÄŸunu; aÄŸzının içinin de, bir Kızılderili çadırının içine benzediÄŸini yazar.
“Moby Dick”i okumayı sürdürdüÄŸümüzde, balinanın “kocaman bir tütün tabakasına benzeyen alt çenesinin, testereyle dilim dilim kesildikten sonra, ‘yapı keresteleri gibi’ birbirinin üzerine” konulduÄŸunu öÄŸreniriz.
Melville, romanının bir baÅŸka yerinde de, Romalılar’dan kalan eski duvarların yapısının, balinanın kuyruÄŸunun yapısına çok benzediÄŸini, bu kuyruÄŸun, saÄŸlamlığını bu özelliÄŸine borçlu olduÄŸunu söyler.
Balina kemiklerinin mimari amaçlarla kullanıldığına iliÅŸkin bilgilere, yalnızca Herman Melville’in “Moby Dick”nde deÄŸil, daha baÅŸka kaynaklarda da rastlamaktayız.
Bunlardan biri, Melville’in “Berberistan gezgini, saygıdeÄŸer” olarak nitelediÄŸi Afrikalı Leo’dur. Leo, “Deniz kıyısına yakın bir yerde, kiriÅŸleri ve mertekleri balina kemiÄŸinden bir tapınak var” diye yazmıştır.
Åžu satırlara ise, 1304- 1368 yılları arasında yaÅŸamış ve yaÅŸamının 28 yılını, yani neredeyse yarısını, Mısır’dan İspanya’ya, Hindistan’dan Çin’e, pek çok yeri dolaÅŸarak geçirmiÅŸ olan ünlü Arap gezgin Ebû Abdullah Muhammed İbn Battûta Tanci’nin Seyahatname’sinde rastladım:
“İkinci gün Hâsik Limanı’na ulaÅŸtık. Orada balıkçılıkla uÄŸraÅŸan Araplar oturuyordu […] Yörenin ahalisi evlerini balık kemiÄŸinden, tavanlarını da deve kemiÄŸinden yapmış.”
Didascalo Haklı mı?
Piranesi’nin, platonik, daha doÄŸrusu, Sokratik bir diyalog biçiminde kaleme aldığı “Parere” adlı yapıtının kahramanlarından biri olan ve aslında, Piranesi’yi simgeleyen Didascalo, mimarlığın, eleÅŸtirmenleri deÄŸil, halkı hoÅŸnut etmek için yapıldığını söyler.
Hem doğru, hem yanlış, ne tam doğru, ne tam yanlış olan, bu nedenle de, insanı ortada bırakan deyişlerden biri bu.
Öyle ya, yaptığınız binalardan, düzenlediÄŸiniz mekânlardan, halk, yani büyük çoÄŸunluk hoÅŸnut deÄŸilse, ne anlamı, ne önemi var kendilerinin eleÅŸtirmen olduÄŸunu söyleyen üç-beÅŸ kiÅŸinin size alkış tutmasının?
Ama öte yandan, ÅŸöyle düÅŸünmek de var: Acaba ne kadar doÄŸru, kimileri gerçekten bilgili olan eleÅŸtirmenlere sırt çevirmek, onların söylediklerine sokaktaki adamın yargılarına dayanarak aldırmamak?
Anneanneler, Kaynanalar, Mimarlar
Bir zamanlar, Abdi Güzer, “Anneannem ve Mimarlık” baÅŸlıklı bir yazı yazmıştı. Güzer, o yazısında, öÄŸrenciyken, mimarlıktan hiç anlamayan, ama torununu çok seven anneannesinin, onun yaptığı çizimleri, maketleri,her ÅŸeyi, her mimari ürünü, sorgusuz sualsiz, kayıtsız ÅŸartsız çok beÄŸendiÄŸini söylemiÅŸti ve bu davranışı, “Anneanne Sendromu” olarak adlandırmıştı.
Haklıdır Güzer. Gerçekten de, öyle bir sendrom vardır; gerçekten de, anneanneler çok severler torunlarını ve eÄŸer mimarsalar o torunlar, anneanneler çok severler, çok beÄŸenirler onların yaptıkları binaları.
Ne mutlu anneanneli mimarlara.
Ama bir de bunun tam tersi, tam karşıtı olan bir baÅŸka sendrom vardır. Bu sendrom, birinin yaptığı hiçbir ÅŸeyi, bu arada hiçbir binayı, onu yapanın o kiÅŸi olması nedeniyle, salt bu nedenle, hiçbir zaman beÄŸenmeme biçiminde kendini gösterir. Ben bu sendroma “Kaynana Sendromu” diyorum.
Zavallı kaynanalı mimarlar.
Bu durumda ne yapmalıdır insan?
Bence en iyisi, en doÄŸrusu, anneannenin övgülerine de, kaynananın yergilerine de pek kulak asmamaktır.
Bir Şair ve Bir Mimar Tanımı
Kime ÅŸair denir, kime mimar?
EÄŸer enine boyuna, derinlemesine düÅŸünmeden, çabucak yanıtlarsanız, bu soru zor bir soru deÄŸil. “Åžiir yazana ÅŸair, bina yapana mimar denir” deyip, iÅŸin içinden çıkabilirsiniz.
Oysa, asıl adı Amandine-Aurore-Lucile Dupin olan; ama edebiyat dünyasında, ilk kez “İndiana” baÅŸlıklı romanında kullandığı takma adla “George Sand” olarak tanınan Fransız yazarı, bir baÅŸka romanında, “Åžeytanlı Göl”de, “Åžiirden soylu hazlar alan bir insan, yaÅŸamı boyunca tek bir dize yazmamış olsa bile, yine de ÅŸairdir” demiÅŸ.
Neden olmasın? Bence olabilir. Åžairin tanımlarından biri de bu olabilir. Hele beÅŸ para etmez ÅŸiirler yazanların da kendilerini ÅŸair saydıkları bir dünyada, öyle ÅŸairler beni hiç mi hiç rahatsız etmezler.
Belki ben de o ÅŸairlerden biriyimdir.
Mimar olduÄŸum, uygulamaya pek yakın durmayan, kuramsal çalışmalar yapan bir mimar olduÄŸum ise kesin.
Bu nedenle olsa gerek, yukarıda söylediklerimi mimarlık alanına taşıyarak,George Sand’ın cümlesini, “Mimarlıktan soylu hazlar alan bir insan, yaÅŸamı boyunca tek bir bina yapmamış olsa bile, yine de mimardır” biçiminde deÄŸiÅŸtirmeyi öneriyorum.
Olmaz mı? Bence olabilir. Bence, böyle de tanımlanabilir mimarlık. Hele çarpık- çurpuk, çürük- çarık binalar yapanların mimar sayıldıkları bir dünyada, kimilerinin, salt “mimarlıktan soylu hazlar” aldıkları için mimar sayılmaları, beni hiç rahatsız etmez.
“Mimar Kemalettin’in Yazdıkları” Üzerine
“Ayinesi iÅŸtir kiÅŸinin, lâfa bakılmaz” derler. Bu sözü, söyledikleriyle yaptıkları, sözleriyle eylemleri, kuramlarıyla uygulamaları birbirini tutmayan, öyle konuÅŸup, öyle yazıp, böyle davrananlar için söylerler.
Yukarıdaki deyiÅŸ, bu tutarsızlığa getirilmiÅŸ bir çözüm önerisidir. Ancak, bu, tartışmalı bir öneridir, çünkü taraflıdır, çünkü iÅŸi esas almaktadır, asıl olanın iÅŸ olduÄŸu kabulünden yola çıkmaktadır.
Oysa, baÅŸka biri de çıkıp, pekâlâ ÅŸöyle diyebilir: “Ayinesi lâftır kiÅŸinin, iÅŸe bakılmaz.”
Elbette ki, bu sav da tartışmaya açıktır. Ama, “lâfın”, yani sözün de küçümsenmemesi gerektiÄŸini vurguladığı, anımsattığı, böylece bir denge saÄŸladığı için, bence önemlidir.
Bütün bunları, İlhan Tekeli ile Selim İlkin’in derlediÄŸi, Åževki Vanlı Mimarlık Vakfı’nın yayınladığı, “Mimar Kemalettin’in Yazdıkları” adlı kitabı yeniden okurken düÅŸündüm.
Kimi kitapları belli aralarla yeniden, yeniden okumak iyi oluyor, çünkü her okuyuÅŸunuzda, yeni bir ÅŸeyler bulabiliyorsunuz.
Yukarıda adını andığım kitap için de öyle oldu. İlk okuduÄŸumda fark etmemiÅŸtim; oysa ÅŸimdi, baÅŸlıktaki “Yazdıkları” sözcüÄŸünün çok önemli olduÄŸunu düÅŸünüyorum, çünkü birçokları, bir mimarın “yazdıklarından” çok, “yaptıklarının” önem taşıdığına inanırlar ve “Ayinesi binalardır mimarın, lâfa bakılmaz” deyimini uygun bulurlar.
“Mimar Kemalettin’in Yazdıkları”nda, bu mimarın lâfıyla iÅŸi arasındaki tutarsızlıklara iliÅŸkin birkaç örneÄŸe rastlanmaktadır. SözgeliÅŸi, adı geçen mimar, 1917 yılında kaleme aldığı ve “Yeni Mecmua”da yayınlanan, “Medeni İhtiyaçlar- İstanbul Åžehrinde Muvasala [Ulaşım] Temini” baÅŸlıklı makalesinde, “apartman usulünün hava ve ziya [ışık] nokta-i nazarından-inÅŸâ ve iktisat ÅŸartlarına muvafık olsa bile-münferid hâne [ev] usülüne müreccah [yeÄŸlenir] olmadığı tahakkuk etmiÅŸtir” diyerek, apartmanlara karşı bir tavır sergilemiÅŸ; ama 5 yıl sonra, Lâleli’de, 135 daireli Harik Zedegân Apartmanları’nı yapmıştır. Yazdığı, “Fenn-i Mimari” adlı ders kitabının bir yerinde, “Tarıfat-ı sabıkadan müÅŸteban [aÅŸikâr, açık] oluyor ki, bir meslek kendine aid olan zamandan beri gayr-i kabil-i tefrikdir [ayrılması olanaksızdır]. Yani madem ki o zamanlarda intiÅŸar etmiÅŸtir [oluÅŸmuÅŸtur], pek çok sonraları da kabil-i tatbik olamayacağı bedihidir [açıktır]. İşte bunun içindir ki, meslek-i atikayı [eskiyi] doÄŸrudan doÄŸruya kopya ederek, ebniye-i cedideye [yeni] binalara tatbik etmekten her halde çekinmelidir” demiÅŸtir ama, öte yandan da, başını çektiÄŸi Birinci Ulusal Mimarlık Akımı çerçevesinde, Osmanlı ve Selçuklu motiflerini, kubbeyi, kemeri, eklektik olarak kullanmakta bir sakınca görmemiÅŸtir.
Her ÅŸey bir yana, çeÅŸitli mimarların, “yaptıkları” ile “yazdıklarını”, ayrı ayrı kitaplarda toplamak ilginç bir fikir gibi geliyor bana.
Bu kitapların kalınlıkları, mimardan mimara deÄŸiÅŸecektir. ÖrneÄŸin, “Le Corbusier’nin Yaptıkları” baÅŸlıklı kitapla, “Le Corbusier’nin Yazdıkları” baÅŸlıklı kitap, birbirinden çok farklı olmayacaktır. Mies van der Rohe’nin ise, yazdıkları yaptıklarından azdır.
Örnekler daha da çoÄŸaltılabilir. Ama bence en ilginç örnek Mimar Sinan’dır. Åžöyle ki: Bu dünyaca ünlü mimarın “Yaptıkları”, en kocaman kitaplara bile sığmaz ama, “yazdıkları”, bir tek sayfayı bile doldurmaz.
İkinci El Mimarlık
Masanın, iskemlenin, pantolonun, ceketin, çamaşır makinesinin, arabanın, hemen her ÅŸeyin ikinci eli olabilir.
Mimari yapıtların da.
Örnekse, diyelim ki, 15 yıl önce yapılan ve 15 yıl boyunca, onu yaptıran kiÅŸi tarafından kullanılan bir ev, satılığa çıkarılıyor. O evi satın alan kiÅŸi, ikinci el bir ev satın almış olmaz mı?
Buna hem benzeyen, hem de hiç benzemeyen, çok farklı olan bir baÅŸka örnek: Bana sorarsanız, Osmanlılar için, Ayasofya ikinci el bir binadır, çünkü Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmeden önce, Bizanslılar tarafından, uzun süre kilise olarak kullanılmıştır.
İkinci el mimarlığın, Viollet-le-Duc’un bir yazısında deÄŸindiÄŸi bir baÅŸka türü daha vardır. Bu tür “revival” ya da “canlandırmacılık” kavramıyla yakından iliÅŸkilidir. Daha bir somutlamak gerekirse, 18. yüzyılda, bir banka ya da bir meclis binasını, 11., 12. yüzyıllarda bol bol kullanılmış olan Gotik Stil’de tasarlarsanız ya da 20. yüzyılda, Sinan camilerini taklit eden camiler yaparsanız, daha önce kullanılmış, hem de yüzyıllar boyunca, pek çok kullanılmış olan bir mimari stili alıp, bir kez daha kullandığınız için, ikinci el mimarlık yapmış olursunuz.Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin