Köşe Yazısı

Mimarca DeÄŸinmeler 5

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 22 Haziran 2006
“Rum AteÅŸi”nin Mimarı Mimar Kallikanos
Le Corbusier, fikirlerini anlayamayan, onlara karşı çıkan, onları alaÅŸağı etmeye çalışan tutucularla, yaÅŸamı boyunca atışmıştır, tartışmıştır, bu anlamda çok savaÅŸmıştır ama, Ä°sviçre asıllı olduÄŸu için olsa gerek, hiçbir sıcak savaÅŸa katılmamıştır.

Oysa Gropius, I. Dünya Savaşı sırasında, Batı Cephesi’nde, oldukça ağır biçimde yaralanmıştır.

Ä°talyan Fütürist mimar Antonio Sant’Elia ise, bıyıkları henüz terlemiÅŸ bir delikanlıyken, aynı savaÅŸta vurulup ölmüÅŸtür.

Aslı Topkapı Sarayı’nda bulunan “Tuhfetü’l- Mimarin” adlı kitapta, Sinan’ın, “acemi oÄŸlanlığı payesini katedip, yeniçeri olmak rütbesine eriÅŸtiÄŸi”; sonra, yeniçeriliÄŸin daha seçme bir sınıfı olan sekbanların süvari bölümüne ayrıldığı; daha sonra, zenberekçibaşı, yani bir ok türü olan zemberekle donatılmış olan yeniçerilerin komutanı, subayı olduÄŸu ve “Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Âli”, yani Hassa Mimarbaşı olarak atandığı; o arada, Rodos, Belgrad, Mohaç savaÅŸlarına katıldığı yazılıdır.

Sinan’ın hemen hemen çaÄŸdaşı olan Leonardo da Vinci, Milano Dükü Lodovico Sforza’ya, 1481 yılında gönderdiÄŸi mektupta, savaÅŸlarda kullanılmaya elveriÅŸli planlara, düÅŸmanın savunmalarını yakıp yıkabilecek becerilere, düzeneklere sahip olduÄŸunu, gururla, övünerek bildirmiÅŸtir.

Evet, Gropius bir silâhla yaralanmış, Sant’Elia bir silâhla ölmüÅŸtür. Sinan, Osmanlı Ordusu’yla birlikte katıldığı savaÅŸlarda, yüzlerce, binlerce silâhın, yüzlerce, binlerce insanın sakat kalmasına, yaÅŸamını yitirmesine neden olduÄŸunu, birçok kez görmüÅŸtür.

Yukarıdaki satırlarda, 15., 16., 20. yüzyıllara iliÅŸkin örnekler verdim. Oysa, savaÅŸ-silâh- mimar iliÅŸkisinin tarihi çok daha gerilere gider. Gerçekten de, örneÄŸin, Vitruvius, Ä°.Ö. 25 yıllarında yazdığı “De Architectura” adlı kitabın bir bölümünde, “tehlikeye karşı savunmaya yönelik” aygıtlardan olan “mancınıklardan”, “skorpionelerden”, “ballistalardan”; kuÅŸatılmış kentlerin surlarını yıkmaya, kapılarını kırmaya yarayan “koçbaÅŸlarından”, oldukça ayrıntılı bir biçimde söz eder.

SavaÅŸ silâhları, yerden alınıp, düÅŸmanın kafasına fırlatılan, o kafayı yaran, kanatan sıradan bir taÅŸ parçasından, nükleer baÅŸlık taşıyan en uzun erimli, en geliÅŸmiÅŸ füzelere, uçaklara uzanan bir yelpaze içinde, çok çeÅŸitlidirler.

Bu silâhlardan biri de, “Rum AteÅŸi” dir. Kimilerinin “Greguvar AteÅŸi” “Roma AteÅŸi” olarak da adlandırdığı bu silâhın özelliklerinden biri, nasıl yapıldığını çok az kiÅŸinin bilmesi; Konstantinopolis’te bu gizin, yüzlerce yıl boyunca, tek bir ailenin tekelinde kalmış olmasıdır. Kimi kaynaklarda, Rum AteÅŸi’nin bileÅŸenlerinin bugün de tam olarak bilinmediÄŸi ileri sürülürken, kimi kaynaklarda, bir kez yakılınca, kolay kolay önü alınamayan, hele suyla asla söndürelemeyen bu ilkel, ama ürkütücü silâhın, zift, sülfür, gübre, reçine, keten kıtığı, neft, bir tür damıtılmış petrol gibi maddelerin, belli bir ölçüde karıştırılmasıyla oluÅŸturulduÄŸu belirtilir.

Bütün barışseverler gibi, ben de, savaÅŸları, silâhları hiç sevmem, onlarla ilgilenmem. Yukarıda, “Rum AteÅŸi” üzerine uzun uzun durmamın, ondan uzun uzadıya söz etmemin, az önce ortaya koyduÄŸum ilkeyle çeliÅŸtiÄŸini ve böyle bir konunun, “Mimarca DeÄŸinmeler” baÅŸlıklı bir yazıda yer almasının yadırgandığını çok iyi biliyorum.

Ama bu tutumumun, bence çok geçerli, çok tutarlı bir nedeni var ve o da, biri 8. yüzyılda, öteki 12. yüzyılda yaÅŸamış olan Teofanes ve Kedrenos adlı iki yazarın, bildirdiÄŸine göre, John adlı birinin, “bir ejderhanın aÄŸzından çıkıyormuÅŸ gibi görünen dev alevi ile geceyi gündüz gibi aydınlatır” diyerekten tanımladığı Rum AteÅŸi’nin, bir mimar, Suriye’de, Heliopolis’te yaÅŸamış olan mimar Kallikanos tarafından icad edilmiÅŸ olması.

Evet, tarihe, yaptığı yapılarla deÄŸil de, icad ettiÄŸi silâhla geçen Kallikanos, bu özelliÄŸiyle, hiç ummadığımız bir yerde karşımıza çıkıveren ve bizi ÅŸaşırtan “sürpriz” mimarlardan biri.

Ben bu tür mimarlarla karşılaşınca, doÄŸrusu bir hoÅŸ oluyorum; çok ilgimi çekiyor böyleleri. Öyle ki, görkemli ya da kendi çapında, alçakgönüllü bir bina tasarlayıp inÅŸa edeceÄŸine, sanki yapılacak baÅŸka bir iÅŸ kalmamış gibi, aklını düÅŸünü çalıştırıp, Greguvar AteÅŸi gibi bir silâhı dünyaya getiren, “armaÄŸan” eden mimar Kallikanos’u bile, hiç beklemediÄŸim bir biçimde karşıma çıktığı için, çok ilginç buluyorum; hattâ, onu, bu kusuruna karşın, azıcık da olsa seviyorum. Yazımı bitirmeden önce, benzer türden birkaç örnek daha vermek istiyorum.

SözgeliÅŸi, yaptıkları balonla, ilk insanlı uçuÅŸu gerçekleÅŸtiren Montgolfier kardeÅŸlerden biri, 1745-1799 yılları arasında yaÅŸamış olan Etienne Montgolfier, Paris’te mimarlık eÄŸitimi görmüÅŸ, iki yıl mimar olarak çalıştıktan sonra, 1772 yılında, babasının Vidalon’daki kağıt fabrikasına geçmiÅŸtir. Bu meslektaşımız, mimarlık tarihine ise geçememiÅŸtir. Ama buna karşılık, az önce de belirttiÄŸim nedenden dolayı, adını havacılık tarihine yazdırmıştır.

Ülkemizden ise, Abdullah Ziya KozanoÄŸlu’nu örnek olarak gösterebilirim. “KızıltuÄŸ”, “Cengiz Han’ın Hazineleri”, “KaraoÄŸlan Geliyor”, “Kolsuz Kahraman” gibi, konularını Türk tarihinden alan romanlarıyla ünlü olduÄŸunu daha önceden bildiÄŸim bu yazarın, Edebiyat Fakültesi’nde deÄŸil, Güzel Sanatlar Akademisi’nin Mimarlık Bölümü’nde eÄŸitim gördüÄŸünü, daha sonra öÄŸrendim.

Gerek Etienne Montgolfier, gerekse Abdullah Ziya KozanoÄŸlu, “sürpriz” mimarlar olarak, karşımıza, gerçek yaÅŸamda çıkıyorlar. Kallikanos da öyle.

Bu gibi mimarların bir baÅŸka türüyle ise, gerçeklerde, efsanelerde deÄŸil, sanat alanında, diyelim ki, usta yazarlarımızdan Refik Halid Karay’ın, “Anahtar” adlı romanında, bu romanın kahramanlarından Perihan’ın ilk kocası, “tembel, sefih, mirasyedi”, aynı zamanda da mimar olan Vecdi Bey tipinde ya da, Mozart’ın, o çok ünlü “Saraydan Kız Kaçırma” adlı operasında, tutsak edilen sevgilisi Constanze’yi kurtarabilmek amacıyla Selim PaÅŸa’nın yalısına, kendisini mimar olarak tanıtarak girmeye çalışan Ä°spanyol asilzade Belmonte’nin yalancılığında karşılaÅŸmaktayız.

Ä°stanbul’da Bir Mimarlık Müzesi; Öneren : Yazar Ahmet Mithat Efendi
Osmanlı’nın Avrupa’ya adım atışının tarihi oldukça eskidir ve Orhan Bey ile Nilüfer Hatun’un oÄŸlu olan ve Çorlu yakınlarında bir yerlerde, bir sürek avı sırasında atından düÅŸerek ölen ve Bolayır’daki türbesinde, atıyla birlikte yatan Süleyman PaÅŸa’nın, Rumeli’ye geçtiÄŸi 14. yüzyılın ortalarına kadar dayanır.

“Rumeli Fatihi” lâkabıyla anılan Süleyman PaÅŸa zamanında Osmanlı, evet, Avrupa’ya geçmiÅŸtir ama, fazla ileri gidememiÅŸtir.

Kanuni ise, bilindiÄŸi gibi, ta Budin’e, ta Viyana’ya, yani Avrupa’nın ortalarına kadar uzanmıştır.

Bunlar, o koca kıtayı ele geçirmek için, bir baÅŸka deyiÅŸle, fetih amacıyla yollara düÅŸen, savaÅŸçı, maÄŸrur ve biraz da barbar olarak niteleyebileceÄŸimiz Osmanlılar’dır.

Daha sonraları, 18., 19. yüzyıllarda ise, Avrupa’ya giden Osmanlılar’ın, çok farklı olduklarını görüyoruz.

Bu gibilerin, en çok tanınan ve en eski örneÄŸinin, “ Françe” ’ye, bu ülkenin, Avrupa imgesini en iyi yansıtan baÅŸkentine, Paris’e elçi olarak atanan Yirmisekiz Mehmet Çelebi olduÄŸunu ileri sürmek yanlış olmaz.

Aralarında, Sadık Rifat PaÅŸa, Mustafa Sami, Mehmet Rauf, Namık Kemal gibi daha baÅŸka ünlülerin de bulunduÄŸu bu gezginlerin en dikkate deÄŸer bir baÅŸka örneÄŸi de, yaÅŸamı boyunca her türden 150 kadar kitap yazmış olan Ahmet Mithat Efendidir.

Bu Osmanlılar’ı en fazla etkileyen konulardan biri, Avrupa’da karşılaÅŸtıkları mimari düzen, büyük kentlerdeki yollar, meydanlar, çeÅŸitli mekânlar, çeÅŸitli binalardır.

ÖrneÄŸin, Yirmisekiz Çelebi Mehmet, “güzellikleri dil ile anlatılmaz” diye nitelediÄŸi Versailles Sarayı’na, Paris Opera Binası’na hayran kalmıştır.

Ahmet Mithat Efendi de, “Avrupa’da Bir Cevelan” [DolaÅŸma] adlı kitabında, Notre-Dame’da Paris Katedrali’nin tarihçesini uzun uzun anlatır, o yapının dış görünüÅŸünden söz eder; “asrımızın acayib-i mimariyesinden” olan Eiffel Kulesi’yle yakından ilgilenir.

Ama Ahmet Mithat’ın, Avrupa’da gördüklerinden esinlenerek, onlardan yola çıkarak deÄŸindiÄŸi mimari konuların bence en ilginç olanı, bu yazıyı yazmamın nedenini de oluÅŸturan bir müzedir. Yazarımız, bu müzeyi, bir toplantıya katılmak üzere gittiÄŸi Stockholm’de görmüÅŸ, birçok kez gezmiÅŸ ve böyle bir müzenin, “Ä°stanbulca [da] vücuda getirilmesi hülyasına düÅŸmüÅŸ”; bu iÅŸ için, Edirnekapı, Silivrikapı, yöreleri gibi, o yıllarda henüz boÅŸ olan bölgelerinden birinin kullanılmasını düÅŸünmüÅŸtür.

Benim, bu müzeyi, bu kadar önemsememin nedeni, onun, aslında bir etnoÄŸrafya müzesi olmasına karşın, Ahmet Mithat Efendi’nin önerisinde, bir mimarlık müzesine dönüÅŸmesidir. Baki Asiltürk’ün, “Osmanlı Seyyahlarının Gözüyle Avrupa” adlı kitabında, yer alan ÅŸu açıklamaların, yukarıdaki savımı kanıtladığına inanıyorum.

“[Ahmet Mithat], müze binası hakkındaki görüÅŸlerini ortaya koyarken, büyük bir binaya gerek olmadığını; vilâyetlerimizin her kesimindeki evlerin ayrı ayrı birer örneÄŸini meydana getirmenin yeterli olabileceÄŸini söyler. [Bu müzede], Bedeviler’in, Kürtler’in, Anadolu Yörükleri’in, birbirine benzemeyen ‘haymeleri’ [çadırları] ile, yerleÅŸik yaÅŸayan aÅŸiretlerin kulübeleri ve giderek, köylü evleriyle ÅŸehirlerdeki binaların örnekleri bulunacaktır”.

Evet, Ahmet Mithat Efendi, böyle düÅŸlemiÅŸ, böyle düÅŸünmüÅŸ. 19. yüzyılda. Åžimdi ise 21. yüzyıldayız ve sanalları saymazsak, bizim, elle tutulur bir mimarlık müzemiz hâlâ daha yok.

Sanal Mimarlık Üzerine
“Sanal “denilince, zamane insanının aklına, hemen ve yalnızca, dijital ortam, bilgisayar, o ortamda, o aygıtın ekranında varolan, var edilen ÅŸeyler geliyor.

Böyleleri için, “sanal mimarlık” söz konusu olduÄŸunda da aynı yaklaşım geçerlidir. Böylelerine göre, bilgisayarın saÄŸladığı olaÄŸanüstü olanakları, çok marifetli programları kullanarak, bilgisayar ekranında var edilen ve ancak orada var edilebilen binalar, mimari öÄŸeler, mekânlar, “sanal” olarak nitelenirler.

DoÄŸrudur, bunlar sanaldır, bunları gerçek sanmak safdilliktir. Ama yalnızca bunların sanal olduklarını sanmak da safdilliktir, çünkü sanallık, dolayısıyla da sanal mimarlık, daha baÅŸka biçimlerde de ürün verebilir.

ÖrneÄŸin, yazarların düÅŸledikleri ve çeÅŸitli yapıtlarında, romanlarında, ÅŸiirlerinde, ütopyalarında, sözcüklerle; ressamların, mimarların, çizgilerle yarattıkları kimi binalar, kimi mekânlar da sanaldırlar. Bilgisayarın icadından yıllar önce, arkeologlar, temellerinden ve birkaç kolonundan baÅŸka hiçbir ÅŸeyi kalmamış olan eski binaları, kağıt üzerinde restitüe ederek, onları yeniden, sanal olarak canlandırmıyorlar mıydı? Sonra, nice sevgilinin, nice niÅŸanlı çiftin, evlendikten sonra sahip olmayı düÅŸlediÄŸi, “kuÅŸ yuvası gibi, kırmızı kiremitli, yeÅŸil panjurlu, küçücük bahçeli, minicik ev” de, dijitallikle en ufak bir iliÅŸkisi olmasa, bir bilgisayar ekranında hiçbir zaman boy göstermemiÅŸ olsa da, inÅŸa edilmediÄŸi sürece, sanal bir ev deÄŸil midir? Sonra, akıl hastaları, hiçbir aracı kullanmaksızın, bütünüyle kendileri tarafından yaratılmış olan sanal bir çevrede yaÅŸamazlar mı?

Özet olarak, diyeceÄŸim o ki, dijital ortam, bilgisayarın saÄŸladığı olanaklar, kimilerinin sandığı gibi, genelde sanallığın, özelde ise sanal mimarlığın milâdı deÄŸildir; onlar, hep varolmuÅŸ bir sürecin ÅŸu an varmış olduÄŸu en son, en geliÅŸmiÅŸ aÅŸamadır.

Taş Ocağındaki Kent
Ä°sviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt’ın, “Köyden Åžehre” baÅŸlıklı öyküsü ve en çok da, o öyküde yer alan ÅŸu cümle, beni çok etkiledi:

“Emmentel’e doÄŸru, bir tepenin üzerinde, tıpkı ÅŸehrin bir negatifi gibi uzanan ve ÅŸehrin kesilip yontulduÄŸu, görkemli taÅŸ ocakları vardı”.

Bu cümle beni çok etkiledi, çünkü, tıpkı “Musa” heykelinin, “DüÅŸünen Adam” heykelinin, Michelangelo tarafından, Rodin tarafından ortaya çıkarılmasından önce, kocaman bir taÅŸ parçasının içinde varolması gibi, bir zamanlar, o kentin de, kimbilir kimler tarafınfan dışarı çıkarılmadan önce, o taÅŸ ocaklarındaki taÅŸların içinde varolduÄŸunu düÅŸledim.

Sonra, bu düÅŸümü daha da geniÅŸleterek, bilmediÄŸim, tanımadığım Emmentel’den, bildiÄŸim, tanıdığım Ä°stanbul’a gittim. O zaman, heyecanım daha da arttı ki, bu çok doÄŸal. Öyle ya, insanı, içinden Ä°stanbul’un çıktığı söylenen maÄŸaranın kapısından kafasını uzatıp, “Acaba ÅŸuradaki kocaman boÅŸluk, Ayasofya’nın bıraktığı boÅŸluk mu? Yoksa Süleymaniye’nin negatifiyle mi karşı karşıyayım?” sorularını kendi kendine yöneltmesi heyecanlandırmazsa ne heyecanlandırır?

Broadacre City’nin Bilge Mimarı
Wright’ın, insanın doÄŸayla yakın iliÅŸki içinde olmasına dayanan anglo-sakson geleneÄŸi doÄŸrultusunda, 1931-1935 yılları arasında oluÅŸturduÄŸu “Broadacre City” adlı proje, kentin kır içinde yok olmasını, evlerin, yeÅŸil içinde eriyip gitmesini öngören bir ütopyadır.

Bu ütopya, kentlerin, kalabalıktan, yer darlığından, sıkışıklıktan, yeÅŸilden yoksunluktan ve benzeri sorunlardan kökten bir biçimde kurtarılmasını öngörmesi, özel araçlarla ulaşıma yeÅŸil ışık yakması gibi nedenlerden dolayı, hayli ilginç bir çözüm önerisidir.

Ama bence bu ütopyanın en ilgi çekici yönü, yönetim biçimidir. Åžöyle ki:
Broadacre City, bir mimar tarafından yönetilir. Wright bu mimarı “county architect”, yani “kontluk mimarı” ya da “ülke mimarı” olarak niteler. Çok iyi bir eÄŸitim görmüÅŸ olan bu kiÅŸinin bürosu son derece iddiasız bir biçimde döÅŸenmiÅŸtir; bu kiÅŸinin çevresinde fırıl fırıl dönen bir sürü adam yoktur. Ama bu kiÅŸi, Broadacre City’nin en güçlü adamıdır. Arazi iÅŸlerine o bakar, “bütünle uyumu bozan” binaların yapılmasını engelleyebilir ve Wright’ın savunduÄŸu Organik Mimari’nin temsilcisi, bekçisidir ki, bu durumda, “county architect”in, Wright’ın kendisi olduÄŸunu, daha doÄŸrusu, onu simgelediÄŸini ileri sürmek yanlış olmaz.

Bu konu çerçevesinde, bana daha da ilginç gelen nokta, “county architect” kavramı ile, Wright’ın, önce Platon tarafından ortaya atılan, daha sonraları, baÅŸka ütopyalarda, örneÄŸin Tommas Campanella’nın “GüneÅŸ Ülkesi”nde, o ülkeyi yöneten “Hoh” ile karşımıza çıkan, bilge, filozof yönetici kavramıdır. Ütopyalar dışında, gerçek yaÅŸamda, bu tür yöneticilerin baÅŸarılı olup olmadıkları uzun uzun tartışılmış ve bilgeler, filozoflar yönetiminin, en iyi yönetim olmadığı, birçokları tarafından kabul edilmiÅŸtir.

Wright’ın ütopyasının bizim açımızdan özellikle önem taşıyan yönü ise, Broadcare City’de, büyük yetkilerle donatılmış bilge, filozof yöneticinin, bir mimar olmasıdır. Bu mimarın, koskoca Broadacre City’i yönetmekte ne kadar baÅŸarılı olduÄŸu ise, ayrı bir konudur.Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý sekiz, büyük harf "T", küçük harf "e", sayý 9, büyük harf "T", sayý yedi

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız