Köşe Yazısı

Mimarca DeÄŸinmeler 7

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 24 Ağustos 2006
Büyük Evler – Küçük Evler
Masallarda, 40 odalı, 70 odalı evlerden söz edilir. Bu kadar odası bulunan bir evin, insanı ÅŸaÅŸkınlığa sürükleyecek kadar büyük bir ev olduÄŸu besbellidir. Ama nasıl ki, akıl akıldan, el elden üstündür, tıpkı öyle, kimi büyük evler, daha da büyüktür.

ÖrneÄŸin, Virginia Woolf, fantastik ve mizahi romanı Orlando’da, aynı adı taşıyan kiÅŸinin, 365 yatak odalı bir evde doÄŸduÄŸunu yazar.

Ä°.S. 64 yılında Roma’da çıkan ve kentin çok büyük bir bölümünü yakıp kül eden yangından sonra, Neron’un, kendisi için yaptırmaya kalktığı “Domus Aurea”, yani “Altın Ev”in kaç odalı olduÄŸunu bilmiyoruz, ama bu yapının, Roma’nın büyük bir bölümünü kapsayan çok büyük bir yapı olduÄŸunu biliyoruz.

Bu özellik, yalnızca Ä°mparator Neron’a ve onun Altın Ev’ine özgü deÄŸildir, daha yaygın bir uygulamadır. EÄŸer öyle olmasaydı, “YaÅŸlı” lâkabıyla anılan Romalı yazar Gaius Plinius Secundus, Naturalis Historiae baÅŸlıklı ansiklopedik yapıtında, Roma Ä°mparatorları’nın oturma odalarının, fethettikleri kimi ülkelerden büyük olduÄŸunu yazmazdı.

Bir de, görgüsüzlerin, sonradan görmelerin, hacıaÄŸaların, kara para aklayanların yaptırdıkları, gösteriÅŸli, ama “kitsch” ve gereÄŸinden büyük evler vardır.

Bunların tam karşısında ise, doÄŸal olarak küçük evler yer alır.

Bir evin büyük bir ev sayılabilmesi için, kaç metrekare olması gerektiÄŸine iliÅŸkin soruyu yanıtlamak ne kadar zorsa, bir evin küçük evler sınıfına girebilmesi için, kaç metrekare olması gerektiÄŸine iliÅŸkin soruyu yanıtlamak da o kadar zordur.

Ancak, bu belirsizlik, “küçük ev” kavramının oluÅŸmasına, bu konuda belli bir söylemin geliÅŸmesini engellememiÅŸtir.

Benim, oturup böyle bir yazı yazmamın nedeni ise, Turner Brooks adlı bir mimarın yaptığı küçük ev tasarımlarını içeren kitabına yazdığı önsözdür. Gaston Bachelard’ın, Mekânın Poetikası’nı çaÄŸrıştıran bir yaklaşımla kaleme alınmış olan bu yazıyı okuduÄŸumda, “küçük ev”in, evet, hiç kuÅŸkusuz, “büyük ev”in karşıtı olduÄŸu, ama bu kadarla kalmadığı, onun, kendine özgü bir kimliÄŸinin, kiÅŸiliÄŸinin bulunduÄŸu duygusuna kapıldım ya da bunun bilincine vardım. Brooks’un yazısının, beni etkileyen satırlarını sizlerle paylaÅŸmak istiyorum. Bu Amerikalı mimar diyor ki:

“Küçük ev, bizim mimarlık tarihimizin peyzajı içinde çok geniÅŸ bir yer tutar. Büyük koruluklardaki, tomruklardan yapılmış Amerikan kulübesi, çayırlardaki ahÅŸap strüktürlü ev, madencinin kayalık arazideki kulübesi, yol kenarındaki bungalov, “teepee” [Amerikan yerlisinin çadırı] ve “igloo” [Eskimo kulübesi] bilincimize saÄŸlam bir biçimde yerleÅŸmiÅŸtir. ÇocukluÄŸumuzda, yastıklarla yaptığımız ve aÄŸaçlardan kurduÄŸumuz evler de, küçük ev kavramına iliÅŸkin ortak mirasımızın bir parçasını oluÅŸtururlar […]

“YaÅŸamım boyunca hep, kıvrıla kıvrıla sonsuzca uzanıp giden koridorları, derinliklere açılan, birbirlerinden uzak odaları saran labirentimsi mekânları, katları bulunan, gizemli ışık kaynaklarıyla aydınlatılmış ÅŸatolar tasarlamayı düÅŸlemiÅŸimdir. Aklımın bir köÅŸesinde, hep, büyükbabamın, büyükannemin oturduÄŸu, Victoria Çağı evi vardı. […]

“Oysa, mimarlık yaÅŸamım boyunca, benden çoÄŸunlukla, anılarımdaki evin fakirleÅŸmiÅŸ bir kalıntısı olan, son derece mütevazi evler tasarlamam istendi. Ben, böyle evler tasarlamaktan da heyecan duydum. […]

“[…]Küçük evin küçüklüÄŸüyle ilgili ve gerçekten hârika olan bir ÅŸey vardır. Orada, peyzajın içinde, yalnız başına duran küçük ev, mimarlığın sunabileceÄŸi en hareketli imgelerden biridir. Geceleri, o, sıcacık parıldayan, pencerelerinden saçılan ışıkla, kocaman, karanlık peyzajın içinde kendine bir yer edinen, küçük, sımsıkı, dopdolu bir nesnedir.

“Küçük ev, en fazla ana öÄŸelerle yapılmış ve temel barınak olan bina kavramıyla iliÅŸkilidir. O, ana rahminin güvenli mekânıdır, tanıdıktır, koruyucudur ve rahattır. En doÄŸrudan anlamıyla, küçük ev, bedenimizin bir uzantısıdır; onun duvarları, bizimle, daha az güvenli olan dış dünya arasında yer alan derimizin dış tabakasıdır. Peyzajın daha geniÅŸ mekânının karşı duran küçük bir binanın içinde bulunmak, insanda çok etkileyici ve tatmin edici bir etki yaratır. Bu duygu, ta çocukluk çaÄŸlarımıza, yaÄŸmurlu günlerde ters çevrilen iskemlelerin, masaların üzerine serilen battaniyelerle evler yaptığımız, bunların içine yastıklar koyduÄŸumuz, onun, oturma odasının geniÅŸ mekânı içinde kuytu kalan; oradan bakıldığında, kendimize özgü gizli mekânın, bize, içinde arkadaÅŸça oturulabilecek ve ulaşılabilir olan bir uzantısı gibi göründüÄŸü günlere kadar gider […]

“Ben, küçük ev müÅŸterilerini severim. Benim deneyimlerime göre, bunlar biraz cebi delik insanlardır (bu durum, onları tipik küçük ev mimarının koÅŸullarına yakınlaÅŸtırır) […]Bir mimar için, küçük ev tasarlamanın en hoÅŸ yönlerinden biri, “peçete üzerine çizilen eskizden”, doÄŸrudan doÄŸruya inÅŸaat aÅŸamasına atlayıvermektir. Küçük evler, esin perisinin ilk hamlesindeki “fikri”, çoÄŸu kez, daha çok parayı savurganca harcayan müÅŸterilerin sonu gelmez deÄŸiÅŸiklik istekleri nedeniyle, üzerlerinde uzun süre, kimi zaman yaÅŸam boyu, çılgınlar gibi çalışılan büyük evlere kıyasla, daha fazla korurlar.

“Bu kitaptaki en iyi evler, çok bilgiççe, taklitçi ya da acayip olma kolaylığına düÅŸmeden, küçük evin doÄŸasını araÅŸtırmaktadır. Orada, bir arketip olarak, küçük evin imgesi vardır, ama çağımıza özgü konuları dikkate alan mimari çalışmalar da vardır. Bunların kimileri, gerçek boyutları açısından son derece mütevazi, ama aynı zamanda da, içerdikleri ruh açısından, inanılmayacak kadar geniÅŸ, cömert ve büyük olmanın hârika özelliÄŸini taşımaktadır.”

GörüldüÄŸü gibi, Turner Brooks, küçük evleri, küçük evler tasarlamayı seven ve insanın, onları sevmesine yardımcı olan bir mimardır. Brooks’tan yaptığım bu uzun alıntıyı, yine onun çok önemli olduÄŸuna inandığım ÅŸu cümlesiyle sona erdirmek istiyorum: “Bir küçük evin baÅŸarısının bir bölümü, onun, küçük bir ev olduÄŸunun bilincine ne oranla vardığına baÄŸlıdır.”

Birilerinin bu konuyu, yani küçük ev kavramını, küçük ev felsefesini, küçük ev tasarlamanın kendine özgü niteliklerini, daha ayrıntılı bir biçimde incelemesi, belki de bir yüksek lisans ya da doktora tezinde ele alması ne kadar güzel olurdu deÄŸil mi?

Yukarıdaki sözlerime bakıp, bunların hiçbirinin yapılmadığını söylediÄŸimi ileri sürmek yanlış olur, haksızlık olur. O sözlerimin, yazımın baÅŸlığına uygun olarak, konuya ÅŸöyle bir deÄŸinmekten baÅŸka bir amacı yok.

Öte yandan, bu konunun, yalnızca mimarların alanına girmediÄŸini, küçük evlerin, hem de çok küçük evlerin, bambaÅŸka alanlarda da karşımıza çıktığını biliyorum.

ÖrneÄŸin, Mithat Cemal Kuntay’ın, Üç Ä°stanbul adlı romanında, Åžair Raif’in, “oyuncak kadar küçük” evinden sözedilir. Åžu satırlar da, aynı romandan alınmıştır:

“Aksaray’daki küçük evin toprak avlusunu geçerek merdivenden çıkarken, anası Naciye’nin öksürüÄŸü üst katı dolduruyordu; ev o kadar küçüktü.”

Bu cümledeki ironiyi, hüznü, mizahı fark etmemek olanaksız.

Bu mizah öÄŸesi, içine, ancak kollarını, bacaklarını pencereden dışarıya çıkararak girilebilen ya da içerisinde bulunan kiÅŸinin, yalnızca ayaklarının deÄŸil, dışarı çıkardığında, dilinin bile sığmayacağı kadar küçük, gerçek olamayacak kadar küçük evlerden, odalardan söz eden anekdotlarda da vardır.

Cioran Haklı
Bir Rumen olan, ama kitaplarını Fransızca olarak kaleme alan ve BükreÅŸ Fransız Enstitüsü’nün verdiÄŸi bir bursla Paris’e gidip, oraya yerleÅŸen Emil Michel Cioran, kitaplarının birinde, “Kötü ÅŸairleri daha da kötü yapan, hep ÅŸairlerin kitaplarını okumalarıdır (kötü filozofların hep filozofları okudukları gibi); oysa, eÄŸer bir botanik ya da jeoloji kitabı okusalardı, daha büyük bir yarar saÄŸlarlardı. Ä°nsan ancak, kendi alanı dışındaki konularla ilgilenerek geliÅŸebilir” diye yazar.

Cioran’ın bu sözleri, yüzeysel bir okumayla yetinmeyip, daha derinlere inme gereÄŸini duyanlar için, anlaşılması o kadar kolay sözler deÄŸildir; çünkü yazar, ÅŸairlerin hep ÅŸiir kitapları, filozofların ise hep felsefe kitapları okumalarının neden ve nasıl zararlı; bu insanların, meslek dışı kitaplar okumalarının neden ve nasıl yararlı olabileceÄŸini, yeteri kadar açık biçimde ortaya koymamıştır.

Ama ÅŸu da var: Bakmayın bu kadar ince eleyip sık dokuduÄŸuma, ben, Cioran’ın, çok haklı olduÄŸuna inanıyorum. Ä°nanıyorum, çünkü Cioran’ı tanımadan çok önce bile, yani çok eskiden beri, yalnızca mimarların kitaplarını okumakla kalmıyordum, filozoflardan ÅŸairlere, çok farklı konularla uÄŸraÅŸan insanların yazdıkları kitapları da okuyordum.

Bu okumalar, eÄŸer iyi seçilmiÅŸ metinler söz konusuysa, mimarlığa, çok farklı, çok deÄŸiÅŸik açılardan bakmama yardımcı olarak, bu geniÅŸ kapsamlı, bu zengin mesleÄŸi daha iyi kavramamı saÄŸlıyorlar. Ä°ÅŸte yukarıdaki sözlerimin daha iyi, daha kolay anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım birkaç somut örnek:

Zooloji kitapları, beni, hayvanların da, yuvalarını yaparken, bir tür mimarlık eylemi gerçekleÅŸtirdikleri; dolayısıyla, “hayvan mimarlığı” diye bir mimarlık türü üzerinde çalışılabileceÄŸini, çalışılması gerektiÄŸini; kimi hayvanların, bu iÅŸte, “usta” olarak anılacak kadar becerikli olduklarını öÄŸretti.

Victor Hugo’nun, Notre Dame de Paris baÅŸlıklı romanını okuduÄŸumda ise, yalnızca iyi bir roman okumuÅŸ olmadım, yalnızca roman okumanın keyfine varmadım, aynı zamanda, bir OrtaçaÄŸ yapısı olan Notre-Dame de Paris Katedrali’nin mekânını daha iyi tanımış oldum.

Bence, o güzelim BoÄŸaziçi yalıları üzerinde çalışmak isteyen mimarlar, yalnızca Sedat Hakkı Eldem’in kitaplarını, rölövelerini bilmekle kalmamalı, Abdülhak Åžinasi Hisar’ın, o yalıları anlatan yazılarını da okumalıdırlar; eÄŸer o yalıların, deyim yerindeyse, yalnızca bedenlerini deÄŸil, ruhlarını da tanımak istiyorlarsa, ki istemelidirler, yalıların rölövelerini önlerine serip inceledikleri kadar, zaman ayırıp, Abdülhak Åžinasi Hisar’ın, “BoÄŸaziçi Yalıları” adlı kitabını, mutlaka okumalıdırlar.

Ä°nsanın, bir BoÄŸaziçi yalısına bakarken, onu korumak isterken ya da, tam tersine, onu yakıp yıkmanın yollarını ararken, ÅŸu sevecen ve hüzünlü sözleri de okumasının, bir kez deÄŸil, birçok kez okumasının, nasıl bir zararı olabilir?

“Bu yalının, boynunu uzatmış, denize bakan ve için için bekleyen bir hâli vardı […]Ben onu, akan suların önünde daha yavaÅŸ geçen bir çiçek gibi duyuyordum. Bunun içindir ki, gönlüme dolan kokusu, bana bu kadar bayıltıcı geliyordu. Ve yine bunun içindir ki, ben ona girer girmez, muhitimde zaten mevcut olan hisler ve fikirlerin daha derin bir tabakasına inmiÅŸ, büyüsünü daha derinden duymuÅŸ oluyorum […]Bundan dolayıdır ki, bu yalı, içindeki insanların fevkindeki hâliyle, sükûtiyle, vekariyle, bana bir ÅŸiir söyleyen, bir ders veren bir üstad oluyordu.”

Paris Piramitleri
“Yitik zamanın” peÅŸine düÅŸen Fransız yazar Marcel Proust, ileri derecede astımlıydı. O kadar ki, ancak geceleri, o da, camları sıkı sıkıya kapalı bir arabada sokaÄŸa çıkabiliyordu. Çok üÅŸürdü. Kürkler giyse de, elleri hep buz gibiydi. Bu nedenlerden dolayı da, gününü genellikle evinde, yatak odasında, kat kat giyinmiÅŸ olarak geçirirdi.

Proust’un bir baÅŸka özelliÄŸi de, seslere karşı, “gürültüye karşı, delilik derecesinde bir duyarlılığa” sahip olmasıydı. Onun bu duyarlılığı, müziÄŸi de kapsıyordu. “Bir nesne var ki, hiçbir insan, asla onun kadar baÅŸtan çıkarıcı olamaz: Piyano” demiÅŸti bir yazısında.

Ä°ÅŸte bu insanın bitiÅŸiÄŸindeki komÅŸusu, günlerden bir gün, evinde birtakım onarımlar yapmaya kalkışır. Proust, çalışan iÅŸçilerin, bu kadının “kıçına uygun kocaman bir klozeti” yerine yerleÅŸtirirken çıkardıkları gürültüyü o kadar abartır ki, o olay sırasında Madam Straus’a gönderdiÄŸi bir mektupta ÅŸunları yazar:

“Ä°ÅŸçiler, sabahın yedisinde çalışmaya baÅŸlıyor, azgınlıklarını, duvarıma çekiçle vurarak, yatağımın hemen arkasında bir ÅŸeyleri testereyle keserek tatmin etmeye çalışıyorlar. Sonra, bir yarım saat dinlenip, yeniden baÅŸlıyorlar. Bir daha uykuya dalmam imkânsız oluyor. Artık sabrımın sonuna geldim. Doktorum evimi terk etmem gerektiÄŸini söylüyor, çünkü bunu kaldıramayacak kadar ciddileÅŸti saÄŸlık durumum.”

Mektup ÅŸöyle sürer:
“Bu öyle bir ses ki, evi yeniden dekore ettiren kiÅŸinin bir Mısır Firavunu olduÄŸunu düÅŸünmeye baÅŸladım. Bir düzine iÅŸçi aylardır her gün büyük bir azimle çekiç sallayıp duruyor. Galiba sonunda ortaya Keops Piramidi gibi devasa bir ÅŸey çıkacak; yoldan gelip geçenler, Printemps ile Saint-Augustin arasında böyle bir yapı görünce, ÅŸaÅŸkınlıktan dillerini yutacaklar.”

Yıllar sonra, Paris’te, “Printemps ile Saint- Augustin arasına” deÄŸil ama, Louvre’un avlusuna bir piramit yapıldığını biliyoruz da, onu gören kaç kiÅŸinin ÅŸaÅŸkınlıktan dilini yuttuÄŸunu bilemiyoruz.Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: büyük harf "B", küçük harf "v", büyük harf "K", sayý dört, büyük harf "Y", sayý 9

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız