Köşe Yazısı

Mimarca DeÄŸinmeler 10

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 17 Kasım 2006
Kubbeyi Yere Koymamak
“Kubbeyi Yere Koymamak”, Turgut Cansever’ın kitaplarından birinin adıdır. Cansever, o kitabında, konut sorunu, cami mimarisi, kentlerin planlanması, kentlerin korunması gibi, somut, pratik birtakım konuların yanısıra, İslâm Dini, İslâm Felsefesi ile mimarlık arasındaki iliÅŸkiler gibi kuramsal, aÅŸkın birtakım konulara da yer verir. Bu meslektaşımızın bu sorunlara, özellikle de ikinci tür, yani dinsel, felsefi boyutları ağır basan konulara iliÅŸkin savları, hayli ilginç, ama bir o kadar da tartışma götürür niteliktedir.

Bu yazımda, böylesine geniÅŸ kapsamlı bir tartışmaya girmeyi öngörmediÄŸimi hemen belirtmek isterim. Bu saptamadan sonra, sözümü “Kubbeyi yere koymamak” deyimini çok sevdiÄŸimi söyleyerek sürdüreceÄŸim.

Evet, ben de kubbenin yere konmaması gerektiÄŸine inanıyorum. Evet, kubbe yere konmamaldır; çünkü o, çok eski, oldukça yaÅŸlı, hayli kutsal ve çok görkemli bir mimari öÄŸedir. Bu mimari öÄŸenin, asıl yeri, asıl mekânı, anavatanı olan gökyüzünden indirilip, yerüzüne konulduÄŸunu düÅŸündüÄŸümde, aklıma hemen, Baudelaire’in, “L’albatros” baÅŸlıklı ÅŸiiri geliyor. Bilenler bilirler, ÅŸair, o ÅŸiirinde, geniÅŸ kanatlarıyla, açık denizlerde, sonsuz gökyüzünde, büyük bir ustalıkla uçan, büyük bir zarafetle süzülen bu deniz kuÅŸunun, karaya vurunca, o kocaman kanatlarını ne yapacağını, onları nasıl kullanacağını bilemez hâle gelerek, birdenbire nasıl beceriksizleÅŸip hantallaÅŸtığını, bu hüzünlü durumu anlatır. Bence aynı durum, yere konan, yani tıpkı albatros gibi karaya vuran kocaman bir kubbe için de geçerlidir. Öyle bir kubbe, yukarılarda, olması gereken bir yerlerde, örneÄŸin Ayasofya’nın ya da Selimiye’ nin tepesindeyken, insanı çok etkiler ama, yere konulduÄŸunda, insanlara ayakbağı olur ve tıpkı dalından koparılmış bir çiçek gibi solup gider.

Mimar olsanız da, olmasanız da, siz siz olun, gerçek ya da mecaz hiçbir kubbeyi, hiçbir zaman, asla yere koymayın.

Mimar Sinan’ı AyaÄŸa DüÅŸürmek
Ahmet Hamdi Tanpınar, Paris’ten yazdığı bir mektupta, bu kentin havasının kötülüÄŸünden, daha somut olarak, Paris’in “namussuz hava”sından yakınır; başının üÅŸüdüÄŸünü söyler ve “Niye sanki bir bere almadım?” diyerekten hayıflanır.

Yine aynı mektuptan öÄŸrendiÄŸimize göre, “BeÅŸ Åžehir”in yazarı, “Işık-Kent” Paris’ten bere almamıştır ama, “hârikulade”, “hârika” bir İngiliz ayakkabısı almıştır. Tanpınar, bu “sarı, bilmem ne derisi” ayakkabılarını o kadar sevmiÅŸtir ki, onları her an görmek, büyük bir olasılıkla, baÅŸkalarının da görmelerini saÄŸlamak için, hep ayak ayak üstüne atarak oturmaktadır.

Ama bu mektubun, beni özellikle etkileyen, özellikle ilgilendiren bölümü, bunların hiçbiri deÄŸildir; benim bu yazımda, Ahmet Hamdi Tanpınar’ ın o mektubundan söz etmemin nedeni, onun, o mektupta, bir çift “yumuÅŸak eldiven” gibi rahat olan o ayakkabının, “adeta bir ayakkabıcı deÄŸil, usta bir mimar, bir çeÅŸit Sinan tarafından yapılmış hissini” verdiÄŸini yazmasıdır.

Tanpınar’ın bu sözleri, bir anda, kafamda birçok düÅŸün, birçok düÅŸüncenin uyanmasına neden oldu. İşte bunların kimileri:

Vitruvius’u anımsadım en önce, çünkü, o, bilindiÄŸi gibi, mimar adaylarının, yalnızca mimarlıktan deÄŸil, felsefe, gökbilim gibi daha baÅŸka dalların ürettikleri bilgilerden de haberdar olmaları gerektiÄŸini, bundan 2.000 yıl önce belirtmiÅŸtir. Sonra, yine bilindiÄŸi gibi, Sinan’dan sonra mimarbaşı olan Sedefkâr Mehmet AÄŸa, adı üstünde , aynı zamanda bir sedef ustasıdır ve Sinan’ın kendisi de, mimarbaşı olmadan önce, yayabaşı, zemberekçibaşı olmuÅŸtur. Öyleyse, bu büyük tasarımcı, pekâlâ ayakkabı da tasarlayabilirdi ve eÄŸer Osmanlı’da öyle bir kurum bulunsaydı, pekâlâ ayakkabıcıbaşı da olabilirdi. EÄŸer öyle olsaydı, o zaman bizler de bugün, Sinan’ın tasarlayıp gerçekleÅŸtirdiÄŸi camilerin, külliyelerin yanısıra, bu dehanın tasarlayıp gerçekleÅŸtirdiÄŸi ayakkabılara da sahip olacaktık.

Bütün bunları hemen, bir çırpıda, bir nefeste söyleyip yazdıktan sonra, “Acaba Tanpınar, ayakkabı ile Sinan’ bir araya getirerek, hep baÅŸ üstünde tutulan koca mimarı ayaÄŸa mı düÅŸürüyor ve acaba ben de, bu konuyu Mimarca DeÄŸinmeler”e taşıyarak, bu suça ortak mı oluyorum?” diye sormaktan kendimi alamadım.

Sonra, bu soruları ÅŸöyle yanıtladım:
Sinan’ı ayaÄŸa düÅŸürmek, kubbeyi yere koymanın baÅŸka türlüsü. Benimse, kubbenin yere konulmasından hiç mi hiç hoÅŸlanmadığım besbelli. Tanpınar’a gelince, o, “BeÅŸ Åžehir”de, Mimar Sinan için ÅŸunları yazmış bir yazardır:

“[Sinan’ın] asıl ÅŸaşırtıcı tarafı yaratıcılığındaki geniÅŸliktir. Herkes Åžehzade’nin kubbelerine hayran iken, o kendisini Süleymaniye’nin aydınlık boÅŸluÄŸuna bırakır ve kartal kanatlarının tek bir süzülüÅŸü ile, İstanbul’un bir tarafını, BoÄŸaz’ın yarısına kadar doldurur. Oradan, velveleli bir uçuÅŸla eski payıtahta, Edirne’ye geçer, Selimiye’nin mücevher çaÄŸlayanlarını kurar […] Kimbilir, bıraksalardı, imparatorluÄŸun kendisi kadar geniÅŸ ve zengin sanatı, belki de bütün İstanbul’u, yedi tepesinde yedi kubbeyle tek bir bina hâlinde iÅŸler, bu kubbeleri vadilerin üstünden aÅŸan ve sırrı yalnız kendisinde olan kemer galerilerle birbirine baÄŸlar; aralarından büyük aÄŸaçları, yeÅŸilliÄŸi bir mükâfat gibi fışkırtır; tatlı meyillere medreselerini, ÅŸifahanelerini oturtur; taÅŸtan ebediyet rüyasını kademe kademe üç kıyıya indirirdi”.

Evler ve Söylemler
Evler çeÅŸit çeÅŸittir. Safranbolu evleri Amsterdam evlerine benzemez. Bir cam ev ile, Çatalhöyük kazılarında ortaya çıkmış olan bir ev arasında dünyalar kadar fark vardır.

Evlerle ilgili söylemler de çeÅŸit çeÅŸittir. Söz evlerden açıldığında, Sedat Hakkı Eldem baÅŸka söyler, Le Corbusier baÅŸka. Yazarı Heidegger olan bir ev kitabıyla, yazarı Wright olan bir ev kitabı aynı olamaz.

AÅŸağıda, bu savımı, somut örneklerle kanıtlamaya çalışacağım.

Kimileri teÅŸbihler yapmayı, yani bir ÅŸeyleri bir ÅŸeylere benzetmeyi severler. Bu gibilerin kimileri, evleri çeÅŸitli ÅŸeylere benzetirler. Le Corbusier bir evle bir makine arasında temel bir benzerlik görürken, James Joyce, “Dublinliler” adlı romanında, Küçük Chandler’in, Gırattan Köprüsü’nü geçerken aÅŸağıya baktığında gördüÄŸü, “bodur, zavallı” evlere acır ve onları “nehir kıyısına gelip, omuz omuza oturmuÅŸ […] bir serseri çetesine” benzetir. “Golem” Yahudi mitolojisinde karşımıza çıkan bir robotun adıdır. Yüzük taşı oymacısı Pernath Usta’ nın yapıtı olan bu robotun, deyim yerindeyse memleketi, anavatanı , Prag’daki Yahudi Mahallesi, daha doÄŸrusu, Yahudiler’in bir bakıma hapsedildkleri gettodur. Bu ürkütücü yaratıktan burada söz açmamın nedeni, Avuturyalı yazar Gustav Meyrink’in, “Golem” adını taşıyan yapıtının “Prag” baÅŸlıklı bölümünde, bu kentteki evlerle ilgili olarak , ÅŸunların söylenmiÅŸ, ÅŸu benzetmelerin yapılmış olmasıdır: “[…] Bezgin yaÅŸlı hayvanlar gibi, yaÄŸmur altında,yan yana dizilmiÅŸ duran renksiz evlere baktım. […] Hiç tasarlanmadan yapılmış olarak duruyorlardı orada, tıpkı kendi kendine biten yaban otları gibi […] İleride, eÄŸri köÅŸeli alnı dışarı fırlamış bir ev, yanında bir baÅŸkası, sivri bir diÅŸ gibi öne çıkmış”.

Az önce, dünyadaki evlerin çeÅŸitliliÄŸinden söz etmiÅŸtim. Bunların içinde bir tanesi vardır ki, ötekilerden çok farklıdır. O, içinde doÄŸduÄŸumuz evdir. Filozof, fenomenolog Gaston Bachelard’ın bu evlerle ilgili söylemi ÅŸöyledir: “İçinde doÄŸduÄŸumuz ev, anıların ötesinde, fiziksel olarak içimize kaydedilmiÅŸtir. Bir organik alışkanlıklar kümesidir. Aradan yirmi yıl bile geçmiÅŸ olsa, birbirine benzeyen onca merdiven çıkmış da olsak, doÄŸduÄŸumuz evde, o "ilk merdivenin” reflekslerini yeniden kazanırız, ötekilerden biraz daha yüksek olan o basamaÄŸa, eskiden olduÄŸu gibi, yine takılmayız”.

Ülkemizin yetiÅŸtirdiÄŸi sayılı aydınlardan biri olan Sabahattin EyuboÄŸlu ise, “Yeni Konut ve Psikoloji” baÅŸlıklı yazısında, eski evlerle yeni evleri kıyaslar, birincileri ikincilere yeÄŸlediÄŸini ÅŸöyle ortaya koyar: “Yeni adamın konutu beyaz bir kâğıt kadar çıplak, bir geometri kadar soyuttur. Ne damında duyguların yuvalanmasına elveriÅŸli bir üslûp, ne de yalçın duvarlarında anıların tutunacağı bir kıvrım ya da bir leke. Eski ev, içinde yaÅŸayanların bütün görüÅŸlerine bir renk ve bir biçim verebiliyordu. Eski ev, bir çamaşır dolabı gibi, sahibinin ruhuna benziyordu. […] Yeni konutun kiÅŸiliÄŸi yoktur […] Yeni konutta, sahibinin ruhu ve sahiplik iddiası sezilmez. KiÅŸiliÄŸi olmayan bir eve, hiç kimsenin “Benim” demeye dili varmaz. Apartman katları, iki Ford otomobil kadar birbirine benzemektedir. Birinci katın kiracısı bir akÅŸam ÅŸaşırarak ikinci kata girse, yatağına uzanıncaya kadar, yanlışlığın farkına varmayabilir.”

Peki, asıl adı Samuel Langhorne Clemens olan ve “The Adventures of Tom Sawyer” (“Tom Sawyer’in Maceraları”), “The Adventures of Huckleberry Finn” (“Huckleberry Finn’in Maceraları”) adlı romanlarıyla ve bir de mizahçılığıyla tanınan Mark Twain’in , evlere iliÅŸkin söylemleri yok mudur? Elbette ki vardır. Bunlardan biri ÅŸöyle özetlenebilir: Bu ünlü ve ÅŸakacı Amerikalı yazara göre, Tanrı, dünyayı yaratırken çok acele etmiÅŸtir; bu nedenle bu dünya eksikliklerle doludur; insanlar onun orasını burasını sürekli olarak tamamlamak, onarmak zorunda kalmaktadırlar. Mark Twain’e göre, aynı ÅŸey evlerin yapımı söz konusu olduÄŸunda da geçerlidir. Böyle aceleyle inÅŸa edilen bir evde birçok ÅŸey, örneÄŸin süpürge dolabı unutulabilir.

Bu arada ÅŸu saptamayı yapayım: BilindiÄŸi gibi Tevrat’a göre, Tanrı dünyayı, bu koskoca dünyayı, topu topu 6 günde yaratmıştır. Yine bilindiÄŸi gibi, ülkemizde gecekondular, ama bugünkü çok katlı apartman biçimindeki sözde gecekondular deÄŸil, 50’li yıllardan kalma “gerçek” gecekondular, gerçekten de bir gecede inÅŸa edilmiÅŸler, araziye bir gecede kondurulmuÅŸlardır.

Åžu satırlar ise, Lewis Carroll’un, “Alice Harikalar Ülkesinde” adlı ünlü kitabından alınmıştır:

“[Alice] pek o kadar uzun yürümemiÅŸti ki, Mart TavÅŸanı’nın evi gözüktü. Bunun, TavÅŸan’ın evi olacağını tahmin etti; çünkü evin bacaları tavÅŸan kulağı biçimindeydi, damı da tavÅŸan kürküyle kaplanmıştı.

Son olarak, Oktay Rifat’ın, “Harç Çeken İşçiler” baÅŸlıklı ÅŸiirinden birkaç dize:

“Harcını çekiyorlardı yapının,
kara bir don, belden yukarısı çıplak,
yıldızlarını çekiyorlardı evin omuzlarında,
[…]
Ve ev yükseliyordu yavaÅŸ yavaÅŸ kaderine doÄŸru”.Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý 9, sayý üç, büyük harf "Y", küçük harf "j", büyük harf "W", sayý altý

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız