Günümüz internet sayfalarında Kıbrıs, “bozulmamış doğal güzellikleri, eşsiz tarihi zenginlikleri ile Akdeniz'de cennet bir ada” olarak betimlenir. “Doğu Akdeniz'in berrak mavi sularında uzanan adanın Sicilya ve Sardunya'dan sonra Akdeniz'in en büyük üçüncü adası olduğuna anımsatılarak, dost canlısı insanları, tertemiz ve bozulmamış muhteşem doğası, neredeyse tüm yıl boyunca güneşle yıkanan kilometrelerce uzunluğundaki kıyı şeridi, altın kumsalları ve 9.000 yıllık görkemli tarihi ile en misafirperver karşılamayı” sunduğu vurgulanır (www.kibrisca.com).
Bense, yaklaşık dört aydır geçici görevle bulunduğum Doğu Akdeniz Üniversitesi ortamında yaptığım gözlemlerden hareketle, sizlerle paylaşacağım bir dizi yazıyla başka bir ada betimlemesi sunacağım. Bu yazı dizisi, giderek yoğunlaşan iskan probleminin ve kontrolsüz kentleşmenin ışığında, Magosa’daki kentsel yaşam deneyiminden hareketle, ada üzerine spekülatif bir okuma denemesidir. Bu deneme, bilimsel verilerden çok, gündelik hayattaki gözlemlere ve söylem analizine dayanmaktadır.
Giriş
Demografik yapıya baktığımızda, Kuzey Kıbrıs’ta, 100.000 KKTC vatandaşı ve yaklaşık 300.000 TC vatandaşı yaşamakta. Türkiye’den gelenler arasında yaklaşık 40.000 kişilik bir tümen, 15.000-20.000 kişi arası subay ve asker aileleri yer almakta. Geri kalan Türkiyeli göçmenler arasında önemli bir bölüm, 1974’deki askeri müdahaleyi izleyen birkaç yıl içinde adaya gelerek, çoğunlukla adalı Türk kızlarıyla evlenip yerleşenler. Bu grup göçmenler arasında Karadenizli, özellikle Trabzonlular ağırlıkta. Diğer büyük göç dalgaları ise, ya Türkiye’nin ekonomik krizinde işini kaybedip şansını adada denemek isteyenler ya da güneydoğuda 15 yıl süren çatışmalardan kaçan gruplar yer almakta. 1974 öncesi kişi başı gelir yaklaşık 28.000 İngiliz Sterlini’yken, 1974 sonrası bu rakam 500 USD’ye dek düşmüş. Yakın dönemde ise, kişi başı gelir 3.500 USD’ye dek yükselmiş durumda. Avrupa Birliği (AB) ile 22 Aralık 1995’de imzaladığı Gümrük Birliği anlaşması kapsamında, Türkiye’nin, ulusal bütçesininin tam dökümünü göstermeye başlamasıyla, KKTC bütçesine yaptığı katkı da şeffaflaşmış: Denktaş döneminde, KKTC’de aylık bütçenin yüzde 40-50’lik bir kısmı Türkiye tarafından ödenirken, Talat döneminde bu miktar yüzde 25’lere çekilmiş durumda. Kamu personelinin maaşları da Türkiye’den gönderilen yıllık yaklaşık 300 milyon USD’lik destekle ödenmekte. KKTC’de altyapı (yol, sulama projesi, elektrik, vb.) yatırımı, ya Türkiye’den ya da iki yıldır AB'den alınan destekle gerçekleştirilmekte. Bunların dışında, ağırlıklı olarak Türkiye’den gelen göçmenlerin yaşadığı köylerin muhtarlarına, başvurduklarında TC Büyükelçiliği’nce doğrudan aktarılan “Teknik Yardım Bütçesi” var. Bir Magosa milletvekilinin aktardığına göre Talat döneminde, bu Teknik Yardım’ın da ana bütçeye eklenmesine ve KKTC tarafından dağıtımının yönlendirilmesine çalışılmakta.
Yerleşime gelince, 1974’de Rum tarafında gayrimenkulünü bırakarak kaçmak zorunda olan Türklere, Rumlardan kalan arsa, arazi ve evler aktarılmış durumda. Benzeri bir uygulama, Güney Kıbrıs’ta, bir merkezi vakıfça bireylere mülkiyet verilmeden, sistematik yerleştirme yapılırken, Kuzey Kıbrıs’ta tapu olarak nitelendirebileceğimiz resmi belgenin dağıtılmasıyla gerçekleştirilmiş... Türkiye’den gelen göçmenlere ise, dönemin yöneticileri tarafından yine arsa ya da gayrimenkul verilmiş durumda. Genelde Rumların bıraktıkları, olağanüstü sadelik ve yalınlıktaki modernist evlere ya da Akdeniz iklimine uyarlanmış geleneksel taş rum evlerine yerleştirilmişler… Bu bağlamda, Salih Egemen’in deyimiyle “üretmeden almak” (Kıbrıslı Türkler Arasında Siyasal Liderlik, Ankara 2006), Kuzey Kıbrıs’a ilk oluşumunda damgasını vurmuş durumda…
Bugün
İlk geldiğimde, sosyal ve politik bağlamın mekansallaşması açısından, Girne’yi biraz İzmir, biraz İstanbul’a; Lefkoşa’yı Ankara’ya, Magosa’yı da arada derede kalan Bolu’ya benzetmiştim. Ama süratle ilerleyen kontrolsüz, plansız kentleşmeye bakıldığında Kuzey Kıbrıs, tam anlamıyla Türkiye’nin küçük bir izdüşümü. Arsa spekülasyonu kontrolsüz boyutlara varmış durumda: özellikle Magosa’da yoktan mahalleler oluşmakta, altın kum olarak nitelenen sahilleri ve Girne’nin koyları-tepeleri sitelerle parsellenmekte…
Günümüzde yaşanan arsa spekülasyonu ve kontrolsüz yapılaşmanın ardındaki en büyük ivme hiç kuşkusuz Annan Planı olmuş. Annan Planı, Türk ve Rum kesimleri halinde bölünmüş Kıbrıs Adası'nın bağımsız bir devlet olarak birleştirilmesini öneren Birleşmiş Milletler planıdır. Plan, Kıbrıs’ın, İngiliz üsleri bölgesi haricinde kalan kısımlarının –ki adanın yaklaşık yüzde üçü- bağımsız ve federal nitelikte bir devlet olacak şekilde birleştirilmesini öngörüyordu (Plan gereğince, Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti'ndeki bakanlıkların en az üçte biri Türkler’den oluşacaktı. Devlet başkanlığı ve başbakanlık makamları on ayda bir Türkler ve Rumlar arasında değişecekti). 24 Nisan 2004'de Kuzey ve Güney Kıbrıs'da yapılan referandumlar ile oylamaya sunulan plan, Türk tarafından % 65 kabul gördüğü halde Rum oylarının % 76 red şeklinde olduğundan hayata geçirilememiştir.
Annan Planı hayata geçirelemese de, oylamayı izleyen dönemde Kuzey Kıbrıs vatandaşlarının, güney kısmında bıraktıkları gayrimenkul karşılığı kendilerine devletçe verilen ve yaklaşık 30 yıldır ellerinde tuttukları resmi belgeleri (halk arasındaki adıyla kuponları) ellerinden çıkarttıkları, müteahhit firmalara sattıkları gözlenmektedir. Bunun sonucunda ise olağanüstü bir emlak hareketi geçtiğimiz döneme damgasını vurmuş durumda… Türkiyeli, İngiliz, İsrailli, Rus, İranlı mülk alıcıları çoğunlukta. Örneğin, yaşadığım Magosa’daki Gülseren Mahallesi son iki yılın mekansallaşmasının tipik bir örneği. Genellikle üst orta veya üst gelir grubunun yaşadığı villalar hızla 4-6 katlı apatmanlara dönüşmekte: dört ay önce başlayan apartman inşaatları çoktan bittiler, yerlerine yenileri başladı bile. Yaşadığım apartman binasındaki daire sahipleri, İngiltere’de yaşayıp emekli olmuş KKTC vatandaşı, bir emekli İngiliz çift, bir İranlı ve KKTC vatandaşları. KKTC vatandaşları 6-8 ay arası sürede KKTC’den çıkan daire tapusunu alabilseler de, bu süre İngilizler için inşaatın bitiş süresi olan 2005den beri devam etmekte… Yabancı uyrukluların resmi işlemlerinin süresi adeta belirsiz. Bürokrasiden çok şikayet etseler de, yabancılar için diğer ülkelere göre cazip olan emlak fiyatları karşısında satın almaktan vazgeçmiyorlar… Üç odalı lüks bir dairenin fiyatı 45.000-55.000 İngiliz sterlini’yken, havuzlu özel lüks villa fiyatları 70.000-120.000 İngiliz Sterlini arası değişmekte. Bu çerçevede, özellikle emekli İngilizler, güney tarafında daha önceden aldıkları arsa ve evleri daha yüksek fiyattan satıp, Kuzey Kıbrıs’ta mülk almaktalar.
Günümüzde iskan problemini daha da çetrefil hale getiren artan sayıdaki emlak davaları. Her ne kadar Britanya, Kasım 2004’de kendi vatandaşlarına adada mülk edinmenin riskleri üzerine uyarıda bulunduysa da (www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2004/11/printable/041122_cyprus_trial.shtml), İngilizler Türk tarafında mülk edinmeye devam etmekteler… KKTC makamlarına göre bunların sayısı dört bin, Britanya ise KKTC tarafında gayrimenkul sahibi olan İngilizlerin sayısının altı bin olduğundan söz ediyor. Yunan basını bir yandan Kuzey tarafında mülk edinmenin riskleri üzerine tehditkar yazılar yayınlamaya devam ederken (Yunan Elefterotipia gazetesi, 14.08.2005), Güney Kıbrıs vatandaşları da, kendi arsaları üzerinde mal sahibi olan yabancılar için dava açmaktalar. Rumların gayrimülkleri üzerine yerleşen KKTC vatandaşları için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) açtıkları dava sayısı yaklaşık 1400. Ancak AİHM, Kuzey Kıbrıs’ta yakın dönemde oluşturulan Taşınmaz Mülk Komisyonu’na belirli ölçülerde yetki vermeye hazır görünüyor. Bu noktada, AİHM’nin oluşturulan komisyonu, Türkiye’nin iç hukuk yolu olarak görme eğiliminde olduğu gözlenmekte… Diğer bir deyişle, Kuzey Kıbrıs, Türkiye’nin yerel alt otoritesi olarak ifade edilmekte (www.tempodergisi.com.tr/politika/12938). Geçtiğimiz ay, KKTC vatandaşı dört kardeşin, Rum tarafında kalan gayrimenkulleri için AIHMe başvurması ise, iskan probleminde yeni bir aşamaya geçtiğimizin göstergesi.
Rumların AİHM’de sayıları giderek artan davaları, son iki yıldır piyasayı olağanüstü canlandıran, KKTC ekonomisinde lokomotif rolü oynayan konut inşaat sektörünü durduracağa pek benzemiyor. Bu bağlamda, KKTC gerçek bir sosyolojik laboratuar haline dönüşmüş durumda… Bu sosyolojik laboratuardaki mekansallaşma kalitesi ve hızlı sosyal dönüşümün kaosu ise başka bir yazının konusu…