KuÅŸtan Mimar Olur mu?
Aslında bu soru, daha genel, daha kapsamlı bir sorunun, “Hayvanların mimarlığından söz edilebilir mi?” sorusunun özel bir hâlidir. Bu yaratıklar, bütün davranışlarında olduÄŸu gibi, yuvalarını yaparlarken de içgüdülerinin sesini dinlerler. Yüzlerce, binlerce yıldır, her tür hayvanın hep aynı yuvayı yaptığını herkes bilir. Laboratuvarlarda gerçekleÅŸtirilen deneylerde, türdeÅŸlerinin yaptığı hiçbir yuvayı görmeden büyüyen yavruların, zamanı gelince, türlerine özgü yuvayı yineledikleri görülmüÅŸtür. İnsanlar söz konusu olduÄŸunda ise akıl, bilinç, az ya da çok, ama mutlaka devreye girer. Marx’ın ÅŸu sözleri, durumu açık seçik bir biçimde ortaya koymaktadır:
“[…]Arının yaptığı petek gözleri benim diyen mimarı utandırır. Ama en yeteneksiz mimarı en usta arıdan üstün kılan bir ÅŸey vardır ki, o da, mimarın, daha inÅŸa etmeden, eserini tüm ayrıntılarıyla hayalinde canlandırabilmesidir.”
Böyle düÅŸünenlerin haksız oldukları elbette ki söylenemez. Ama konuya baÅŸka bir açıdan bakıldığında, “mimar” sözcüÄŸü mecaz anlamda kullanıldığında ve eve “yuva”da denildiÄŸi dikkate alındığında, yuva yapan bir hayvanın ev yapan bir insana, bir mimara benzetilebileceÄŸi de yadsınamaz. 1973 yılında tıp dalında Nobel Ödülü’nü kazanmış olan Alman bilim adamı Karl von Frisch de aynı kanıda olduÄŸundan, “Tiere Als Baumeister” baÅŸlıklı bir kitap yayınlamıştır. Fransızca’ya “Architecture animale”, (“Hayvan Mimarlığı”) baÅŸlığıyla çevrilen bu yapıtında, yazar, amiplerden maymunlara kadar, çeÅŸitli hayvanların, bu arada, elbette ki kuÅŸların da, yuvalarını nasıl inÅŸa ettiklerini, bir baÅŸka deyiÅŸle mimari etkinliklerini ve sonuçta ortaya koydukları ürünleri incelemiÅŸ ve anlatmıştır.
Mimarlığı KuÅŸlardan ÖÄŸrenmek
Kimileri ise, daha da ileri giderek, insanların mimarlığı hayvanlardan öÄŸrendiklerini ileri sürerler. AÅŸağıda, kuÅŸları konu alan birkaç örnek vereceÄŸim:
Vitruvius’a bakılırsa, insanlar, ateÅŸi bulduktan sonra, onun çevresinde düzenledikleri toplantılar sırasında, “rastlantısal bir biçimde konuÅŸmaya” baÅŸlamışlar, böylece daha bilinçli hâle gelmiÅŸlerdir. O zaman, kimileri “daÄŸ yamaçlarında maÄŸaralar” kazarak, kimileri de, “kırlangıç yuvalarının yapılışını taklit ederek”, kendilerine barınaklar yapmışlardır.
Bir Rönesans insanı ve “L’idea della architettura universale” baÅŸlıklı kitabın yazarı olan Vincenzo Scamozzi de aynı kanıdadır. O da, insanların, mimarlığı hayvanlardan, özellikle de arılardan ve kuÅŸlardan öÄŸrendiÄŸine inanmıştır.
Ahmet HaÅŸim ise, konuya çok farklı, çok hoÅŸ bir yaklaşım getirir. Onun bu yaklaşımı, Birinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın ortaya koyduÄŸu binalara karşı duyduÄŸu öfke üzerine kurulmuÅŸtur. Daha çok ÅŸiirleriyle tanınan, ama nesirler de yazmış olan HaÅŸim, o binalardaki olumsuzlukları bizlerden daha iyi gören güvercinlerden ders almamızın, yani onlardan bir ÅŸeyler öÄŸrenmemizin yararlı olabileceÄŸini, “Güvercin” adlı yazısında ÅŸöyle dile getirir:
“Otel, banka, okul, iskele, ÅŸimdi dışarıdan minaresi ve içeriden minberi eksik birer cami karikatürüdür. Bu biçimde yapı yöntemine mimarlarımız ‘Türk Mimarlığı’ diyorlar. Gerçekten bu çirkin taÅŸ yığınları Türk Mimarlığı mıdır? Öyleyse güvercinler niye bu mimarlığı bir türlü sevmiyorlar?
Çini gibi, doÄŸu mimarlığının bütünleyicisi olan güvercinler, gökyüzünün her köÅŸesinden üÅŸüÅŸerek, kubbe ve minare olan yerlerde küme küme toplanırlar. Sinan’ın en gerçek tutkunları, ÅŸadırvanlar çevresinde fıskiye serpintileri ve sulardaki gökkuÅŸakları içinde oynaÅŸan bu lacivert kanatlardır.
Oysa güvercinler, ne yabancı banka yapılarının düzmece arabesklerine, ne de vakıfların hanlarıyla gemi iskelelerinin kubbelerine ve süslü saçaklarına aldanıyorlar. Düyun-u Umumiye’nin damları üstüne bir güvercinin konduÄŸunu daha kimse görmemiÅŸtir. Güvercin, ÅŸaşılacak bir anlayışla, usta Sinan ve Kasım’ı beceriksiz öykünmecilerinden ayırmakta hiç duraksama göstermiyor.
Büyük mimarlarımızın kimi düÅŸünceleri danışmaları için, Güzel Sanatlar Kurulu’na bir güvercinin de üye seçilmesi acaba uygun olmaz mıydı?”
Yaklaşık olarak, İ.Ö. 450 - 388 yılları arasında, Atina’da yaÅŸamış olan Yunanlı komedi yazarı Aristophanes’in “KuÅŸlar” adlı ünlü oyununda, Atina’nın kargaÅŸasından kaçıp, kafalarını dinlemek için yeni bir kent kurmak üzere yollara düÅŸen bir grup Atinalı, o kentin nerede kurulmasının doÄŸru olacağını Hüthüt kuÅŸuna sorar.
KuÅŸlar için Yapılar Yapmak
BaÅŸkalarının yuvalarına yumurtlayan, yani hazıra konan, tembel, kaygısız, saygısız, yüzsüz kuÅŸlar da vardır ama, kural, her kuÅŸun kendi yuvasını kendinin yapmasıdır. Ne var ki, bu kuralın, zaman zaman insanlar tarafından da bozulabildiÄŸini görüyoruz.
Bu baÄŸlamda, en iyi örneklerden biri, kuÅŸevleridir. Bunlar, kuÅŸlar için, insanlar tarafından yapılmış yapay yuvalardır. Bunlar, evet, adı üstünde evdirler ama, kimi kuÅŸevleri, kendi ölçüleri içinde, sanki saraydırlar. İstanbul’un Beyazıt semtindeki Seyyid Hasan PaÅŸa Medresesi’nde yer alan kuÅŸevi ise çok daha ilginçtir, çünkü iki minareli, çok katlı bir cami biçimindedir ve ajurlu pencerelere sahiptir.
Hayvanat bahçelerinde insanlar gezerler, oralardaki kafelerde insanlar otururlar ama, bu mekânlar, aynı zamanda hayvanlar için, kuÅŸlar için, onların gereksinimleri dikkate alınarak tasarlanmış ve inÅŸa edilmiÅŸlerdir.
Hayvanlar için, kuÅŸlar için çalışanlar arasında, ünlü mimarlar da vardır. ÖrneÄŸin, Frank Lloyd Wright, kendisinden istekte bulunan bir çocuÄŸu kıramayarak, bir köpek kulübesi tasarlamış; Lubetkin ise, Londra Hayvanat Bahçesi’nde bir penguen havuzu inÅŸa etmiÅŸtir.
Kuşa Benzetilen Yapılar
Penguenler, bir kokteylde ayakta duran fraklı insanlara benzerler.
Nasrettin Hoca’nın ilk kez bir leylek gördüÄŸünde, bu hayvanın ölçülerini yadırgadığı ve leyleÄŸin uzun gagasını, uzun bacaklarını kesip kısalttıktan sonra, ona bakıp, “İşte ÅŸimdi kuÅŸa benzedin” dediÄŸi söylenir. Dilimizdeki “kuÅŸa benzetmek” deyimi bu fıkradan kaynaklanmıştır.
Kimileri ise, kimi yapıları kuÅŸlara benzetirler. ÖrneÄŸin, ünlü Fransız yazar Roland Barthes, Eiffel Kulesi’nin, “kanatları kesilmiÅŸ olan ve daha yükseklere, bulutların çok çok üstünde uçmaya çalışan bir kuÅŸun gökyüzüne yükseliÅŸine” benzetilebileceÄŸini ileri sürer. Ahmet Hamdi Tanpınar’a gelince, o, “BeÅŸ Åžehir” adlı kitabında, Ankara Kalesi’nin içindeki Alâaddin Camisi’nin, “ovayı asırlardan beri ÅŸahin gibi” süzdüÄŸünü; Bursa’daki Yıldırım Külliyesi’nin, “göklerin derinliÄŸine susamış bir kartal hamlesiyle ovanın üstünde” beklediÄŸini söyler.
Hüthüt ve HavakukukuÅŸya
Gerçek yaÅŸamda, kuÅŸlar tarafından kurulmuÅŸ bir kent, ne gördüm ne de duydum. Ama adını daha önce de andığım Yunanlı yazar Aristophanes’in “KuÅŸlar” adlı komedisinde, böyle bir kentle karşılaÅŸtım. Åžöyle ki:
Oyunculardan biri, Güvendost, Hüthüt kuÅŸuna, “Bir kent kurun kendinize” der.
Hüthüt kuÅŸu ise, Güvendost’a ÅŸöyle der: “Nasıl kent kurarız, biz kuÅŸuz.”
Ama Güvendost onu yüreklendirir. O zaman Hüthüt, “Hüüüüüt…Hüüüüüt…YaÅŸa! […] / Öteki kuÅŸlar olur derse, / Ben hazırım seninle bu kenti kurmaya” diyerekten coÅŸar.
Bunları söyledikten sonra Hüthüt geniÅŸ kapsamlı bir çaÄŸrı çıkarır dünyanın dört bir yanındaki kuÅŸlara. Bu çaÄŸrı, kuÅŸlar tarafından kurulacak olan KuÅŸkent ile ilgilidir ve yine coÅŸku doludur:
“Gelin, kanatlı kardeÅŸler, gelin / Gelin yeni ekilmiÅŸ tarlaları gagalayanlar / Arpa buÄŸday taneleri ile geçinen / Cins cins kuÅŸlar”
Hüthüt’ün bu davetkâr ötüÅŸünü duyan bütün kuÅŸlar, kızılkanatlar, arap kuÅŸları, bağırtlaklar, martılar, berber kuÅŸları, saksaÄŸanlar, kumrular, tarlakuÅŸları, karabataklar, sığırcıklar, atmacalar, ÅŸahinler ve daha niceleri, koÅŸa koÅŸa, daha doÄŸrusu uça uça gelirler.
O arada, iki insan da baÅŸvuruda bulunur. “Bir büyük yapının”, yani KuÅŸkent’in temellerini atmak için gelen bu “iki yaÅŸlı baÅŸlı insanoÄŸlunu” Hüthüt, kuÅŸlar topluluÄŸuna kabul eder. KuÅŸların bir bölümü insanlara güvenemedikleri için bu katılıma karşı çıkar.
Ama daha sonra, sorun büyük ölçüde aşılır ve insanlarla kuÅŸlar, KuÅŸkent’i kurarlar ve insanlarla kuÅŸların bir arada yaÅŸadıkları bu kente, “HavakukukuÅŸya” adını verirler.
Daha BaÅŸka HavakukukuÅŸyalar
Bu HavakukukuÅŸya’nın kısa öyküsü böyledir. Onu daha yakından, daha ayrıntılı olarak tanımak isteyenler, Aristophanes’e baÅŸvurmalıdırlar.
Ancak, insanlarla kuÅŸların birlikte, iç içe yaÅŸadıkları tek kentin bu kent olmadığı unutulmamalıdır. Gerçekten de öyledir; örneÄŸin, Venedik’teki San Marco Meydanı’nda toplanan güvercinlerin sayısıyla insanların sayısı birbirine çok yakın olabilir.
Sonra, İstanbul da bir HavakukukkuÅŸya’dır aslında. AÅŸağıdaki alıntıların bu saptamamı doÄŸruladıklarını sanıyorum:
Åžu sözler bu kente, 19. yüzyılın ikinci yarısında, gelmiÅŸ olan İtalyan yazar ve gazeteci Edmondo de Amicis’indir.
“Türkler’in çok sevip korudukları her cinsten sayısız kuÅŸ nedeniyle, İstanbul’un kendine özgü bir neÅŸesi ve zerafeti vardır. Camiler, korular, eski surlar, bahçeler, saraylar, her ÅŸey ÅŸarkı söyler, dem çeker, cıvıldar, öter, ÅŸakır […] Serçeler evlere cesaretle girip, çocuklarla kadınların ellerinden yem yer; kırlangıçlar yuvalarını kahve kapılarının üstüne, çarşı kubbelerinin altına yapar […] Martılar sevinçle uçuÅŸur, binlerce kumru mezarlık selvilerinin arasında seviÅŸir; Yedikule’de kargalar öter, akbabalar daire çizerek uçar […], leylekler ıssız türbelerin kümbetlerinin üzerinde lâk lâk eder […] İstanbul’da, her yerde, insanın başının üzerinde, dört bir tarafında kuÅŸlar vardır.”
Ahmet Hamdi Tanpınar, “İstanbul’un Mevsimleri ve Sanatları” baÅŸlıklı denemesinin ilk paragrafında, konuya daha çarpıcı bir biçimde, ÅŸöyle deÄŸinir:
“Fatih, İstanbul’u bir Nisan sabahı muhasara etti ve bir Mayıs sabahı ÅŸehre girdi. Bu demektir ki, fetih ordusu ÅŸehri kuÅŸatırken bizim olan BoÄŸaz vâdilerinde, Çamlıca eteklerinde, Rami, DavutpaÅŸa kırlarında erik ve badem aÄŸaçları çiçek açmıştı. […] Yine bu demektir ki, fetih ordusunun ilk top sesleri arasında kumruların aÅŸk daveti iÅŸitiliyor, son hücum tekbirlerine bülbül sesleri dem tutuyordu.”Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin