Köşe Yazısı

Steingruber'in Alfabesi

Yazan: Kaya Arıkoğlu Tarih: 30 Nisan 2009
Önsöz: Bu köşe yazımın üzerinden tam 3 yıl geçti. Bu geçen süre içinde, doğal dengelerin bozulması ve ekonomik krizin başlamasıyla küresel kapitalizmin çekiciliği ve pırıltısı kaybolmaya başladı. Yazımda yansıttığım mimari kaygılar, sanırım bugün çoğu meslektaşım tarafından paylaşılmaktadır. Biraz "bayatlamış" da olsa, yazımı biraz güncelleştirerek, Arkitera'ya tekrar sunup sizlerle paylaşmak istedim.

1773 yılında, Branderburg Sarayı'nın mimarı Steingruber, alfabenin tüm harflerini kullanarak değişik saray planları tasarlamış. Planları dikkatle incelersek çözümü kolay olan "H" planının yanında "S" planı bile kabul edilecek seviyede çözülmüş.



Steingruber'in bu gayet ciddi çalışması önceden seçilen bir formun klasik mimarinin plan şeması olarak kullanılmasının becerisini sergiliyor.

Neyse ki, 1800 yıllarında Batı monarşilerinin yıkılmasıyla, dünya bir çağ atladı ve "modern mimari" form ile planın birbirinden ayrılmaz bir organik bütün olduğunu varsaydı. İşlevin, yaşam kalitesinin ve yapı sisteminin bütünleşmesiyle "doğru" formun yaratılması mimari tasarımın başlangıcı değil, nihai sentezi olarak kabul edildi. Amaç, mimarinin hep kendi çağını yansıtarak, sürekli çağdaş ve güncel kalabilmesiydi. Böylelikle mimari, sürekli yeni form ve üslup yaratmaktan ve "modacı" olmaktan kurtulacaktı.

Yoksa modern mimarinin bu manifestosu samimi değil miydi? "Yenilikçi" görünen üslubu pazarlamak için sadece yeni bir söylem miydi?

Politik sistem monarşiden demokrasiye geçerken mimari, kısa bir süre kendini sorgulamıştı. Daha sonra taşlar tekrar rayına oturunca, kapitalizm küresel ölçekte dünyaya hakim olacak ve mimari yönlendirecekti. Üretimi tüketime bağımlı kılan kapitalist sistem zamanla sosyal demokrasiyi ve ona bağımlı olan mimariyi sanallaştırdı. Modern mimari devrimci idealist temelini kaybedecek ve idealizminden vazgeçerek içi boşaltılmış bir görsellikle yetinecekti. Hakimiyetini küresel ölçekte genişletmek ve kendini meşru kılmak için görselliğe ihtiyaç duyan kapitalist sistem mimari polemikle sürekli sorgulanmaya tahammül edemezdi. Dolayısıyla, içeriği boş olan "postmodern" akımlar yeni "-izm" ekleriyle sürekli üretilip, mikrodalga fırından çıkmış "sıcak" üsluplar gibi pazarlanmaya başlandı.

Bu ortama ayak uyduran "star" mimarlar kendi bireysel kariyerlerini inşa etmek ve gündemde tutmak için sürekli ilgi çekici bireysel formlar üretmeye mecbur kaldılar. "Star"ların projeleri, işlevsellik, uyum, ve mekan kullanımını önemsemeden, sadece formun bireyselliğine odaklandıkları için, eleştirilmeleri de zor oldu. "Star" etiketini taşıyan yapılar otomatik olarak "nitelikli" kabul edilmeye başlandı. Örneğin, Rem Koolhaas imzasını taşıyan Şangay'deki CCTV / TVCC binası aynen Steingruber alfabesindeki harflere benzer bir form tercihiyle tasarlanmış görünüyor.


CCTV / TVCC, Şangay
Rem Koolhaas

Herhalde, CCTV nin tasarımında işlevsel diyagram mekansal kurguyla yoğurularak formu şekillendirilmedi. Formu yaratırken Koolhaas yer çekimine "cesurca" ve "dengesizce" meydan okurken, "Wow!" dedirten yapısının şekli, sanki mimarlık değil mühendislik akrobasisi yapmanın peşinde gibi görünüyor.

Mimari ideallerin eksikliğinin, formun işlevini yansıtmamasının, yapının çevresiyle diyalog kurmamasının ve modernliğin tüm "olmazsa olmaz"larının yok sayılmasının anlamını sorgulamalıyız.

Somut bir şekilde yaşam kalitesini yükseltmeyen, sadece formu soyutlayan ve bunu bir sanatsal beceri olarak pazarlayan mimari ne kadar "modern", ne kadar "çağdaş" ve daha da ötesi ne kadar "sanat" sayılabilir? Yapının formu, işlevinin ve bir düşünsel kaygının özgün ifadesi olmayacaksa o zaman her bireysel yapı formu eş değerde "sanat" sayılabilir mi?


İşlev + Form = Sanat!

İşlev? - Form? = Sanat?

Belki altyapısını ve yaşam kalitesini yükseltmiş bir Batı, kendi mimarisini "fanteziler" seviyesine indirebilir. Küreselleşmeyi tüketim aracı olarak gören ve yaşam seviyelerini bu sistemle sürdüren, refahı yakalamış, "gelişmiş" ülkeler mimari fantezilerini "tatlının üzerinde kaymak" gibi görebilirler. Böyle fanteziler kurmanın lüksünü Türkiye kaldırabilir mi? Türkiye'nin, Batı'nın doğrultusunda sanal fanteziler finanse ederken sürekli borçlanması ve kendi genç nüfusunun refah beklentilerini ertelemesi kabul edilebilir mi?

İnsanımızın yaşam kalitesini yükseltmeden, sadece "Wow!" dedirtmek için "en yüksek kule", "en büyük çarşı" ve diğer "en" leri yapmadan önce biraz düşünmemiz gerekmez mi?

Batının mimari fantezilerinin benzerlerini finanse etmek yerine, kentlerimizin daha "yaşanabilir" olmaları için kamusal alanlarımıza tasarım ve yatırım yapmayı tercih etmeliyiz. Başka bir anlatımla biz, "kaymaklı ekmek kadayıfı" arzulamadan önce günlük ekmeğimizin kalitesini yükseltmeliyiz.

Rus aristokrasisi fantezilerini uygularken, imparatorluğu içten çökmeye başlamıştı. Asırlar sonra çarların fantezilerini Alanya'da görmeyi kim hayal edebilirdi?


"Fantezi" Kremlin, Moskova

"WOW" Kremlin, Alanya

Ne yazık ki, sonsuz "Batı" hayranlığı sürdükçe, "aç karnına kaymak yerken karnımızı bozmaya devam etmemiz" kaçınılmaz gibi görünmekte.

Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız