Köşe Yazısı

Mimar Olmayanlardan Mimarlık Eleştirileri

Yazan: Gürhan Tümer Tarih: 10 Haziran 2009
Çeşit çeşit eleştiri vardır. Eleştirilerin kimileri daha bir nesnel, kimileri daha bir özneldir. Kimi eleştirilerin konusu resimdir, heykeldir, kimi eleştirilerin konusu ise şiirdir, romandır. Ayrıca müzik, sinema, tiyatro ya da politika eleştirmenleri vardır.

Eleştirmenlerin bir bölümü eleştirdikleri konunun uzmanıdırlar, bir bölümü ise öyle bir niteliğe sahip değildirler.

Ve mimari eleştiriler vardır.

Mimari eleştiri yapan eleştirmenlerin bir bölümü mimardır, bir bölümü ise değildir. Bunların arasında prensler, yazarlar, filozoflar, bilim adamları da vardır, ev kadınları da. Bu insanlar mimar olmadıkları halde mimarlıkla yakından ilgilidirler, çünkü insanoğlu çok özel durumlar dışında yaşamını mimari mekanlarda sürdürür.

Ben bu yazımda, mimar olmayanların mimari içerikli eleştirilerine somut örnekler vereceğim.

Ahmet Haşim: "Hakikaten bu çirkin taş yığınları Türk mimarisi midir?"
Ahmet Haşim, şairdir, Türk Edebiyatı'nın vazgeçemediği şairlerdendir. Bu şairin düz yazıları da vardır ve bunların bir bölümünde, "Mürteci Mimari", "Yeni Bina", "Yeni İstanbul", "Güvercin", "Müstakbel Mimarî", "Piyade", "Türk Evi", "Türk Ocağı" başlıklı yazılarında bir mimari eleştirmen gibi davranmış, çağının mimarisini, I. Ulusal Mimarlık Akımı'nı hayli yoğun bir biçimde eleştirmiştir.

Genç şairler, parmak hesabıyla mani düzmeye başlayalı, bazı müteceddidler (yenilik taraftarları), Türk sazını değnekle idare etmeye kalkışalı, mimarlarımız arasında da, ne isimle yâd edeceğimizi bilmediğimiz mahud (bilinen) medrese mimarisi taammüm etmeye (yayılmaya) başladı. Softanın başından çıkardığı sarığı andıran taş kubbeler, tıpkı mantarlar gibi, Türk seması altında yer yer bitmeye başladı.

Otel, banka, mektep, iskele, şimdi dışarıdan minaresi ve içeriden minberi eksik birer cami karikatürüdür. Bu tarz inşa usulüne mimarlarımız "Türk mimarisi" diyorlar. Hakikaten bu çirkin taş yığınları Türk mimarisi midir?1

Asrımızın kendine mahsus bir mimarisi olmadığı ve olmasına da imkân bulunmadığı, artık herkesçe malum, münakaşaya değmez bir hakikattir. Ne gariptir ki, bu basit hakikati yalnız, bilmeleri lazım gelenler bilmezler. (...) Taşa hayat ve hareket vermek bahsinde, bugünün şeytana taş çıkaran hünerli insanları, iki üç asır evvel gelip giden saf ustalara çırak olmaya bile layık değildirler. Süleymaniye'nin taşlarını ölçen pergeli, düştüğü yerden kaldırıp kullanacak artık hiçbir insan eli yoktur.2

Yangın mıntıkasında açılan bulvarın her iki tarafında peyderpey (birbiri ardına) yapılmakta olan küçük, üslupsuz, nizamsız binalar, bir yeni çirkin İstanbul'un rüşeymini teşkil ediyor (çekirdeğini oluşturuyor).3

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU : "Bazıları da ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklariyle Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibiydi."
Yakup Kadri, 27 Mart 1889'da Kahire'de doğmuş, daha sonra 6 yaşındayken ailesiyle birlikte Manisa'ya gelmiş, ilk öğrenimine Fevziye Mekteb-i İptidaisi'nde başlamış, sonra tekrar Mısır'a dönmüş, İskenderiye'de Frères'ler tarafından yönetilen bir Fransız okuluna girmiştir. Yazarın Kiralık Konak, Nur Baba, Ankara, Hüküm Gecesi, Sodom ve Gomore, Yaban gibi romanları vardır. Bunlardan biri, Ankara romanı bizim için özellikle önemlidir, çünkü yazar o romanının V. bölümünde, Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki başkent Ankara'nın mimarisini ele alır ve işin içine biraz da ironi katarak eleştirir.

Yeni Ankara baş döndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan'ın önünden Samanpazarı'na, Samanpazarı'ndan Cebeci'ye, Cebeci'den Yenişehir'e, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye doğru uzanan sahalar üzerinde, apartmanlar, evler, resmi binalar, sanki yerden fışkırırcasına yükseliyordu. Bunların her biri yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler almakla birlikte, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hakim olan "exotique" mimari tarzının sırıttığı da aşikardır. Meselâ, Yenişehir'den Kavaklıdere'ye doğru sıralanan villalar arasında, kulesiz, saçaksız binalara rastgelmemek mümkün değildi. Birbirinden örnek alan ve bazıları hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren hendeklerin ortasında birer derebey şatosunu andırıyordu.

Şehir içindeki apartmanların, resmi binaların ise kadim Hint Racaları'nın saraylarından hiç farkı yoktu. Bazıları da ogival pencereleri, yeşil renkli yaldız murabbalı saçaklariyle Osmanlı devrinin medrese ve imarethane mimarisinin soysuzlaşmış bir devamı gibiydi."

Lakin, bereket versin ki, ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydan alan bu ceryan, birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. (...) Birçok binanın cepheleri sakalını bıyığını traş eden bu adamların yüzleri değişiyor, düzelip sadeleşiyordu. Fakat, bu modern zevki evlerin içine doğru sokulurken acayip bir soysuzluğa uğruyor, adeta rokokolaşıyordu. Bir Macar sıvacı, duvarları, istampa nakışlarla boyama modasını getirdi. Öbür taraftan Beyoğlu mobilyacıları, bu duvarların "estetiğinden" daha feci eşya tarzlarıyla, evlerin içini adeta bir kabus havasına buladılar.4

(...) Murat Bey'in köşkü (...) en hayret verici örneklerden biriydi. (...) Murat Bey durmadan odaların şeklini ve rengini değiştiriyor, mobilyalarını yeniliyordu. Dülgerler, doğramacılar, kaplamacılar evin içinden bir lahza eksik olmuyordu. Tam her şey bitip artık Murat Bey büsbütün yerleşir gibi olurken, İstanbul'dan bir misafir veya Berlin'den bir mühendis geliyor, "Bunu böyle yapsaydınız daha iyi olurdu. Şu şekil buraya hiç uymamış" diyor ve bu söz bütün ev halkı için, haftalarca yeni bir tedirginliğe yol açıyordu.5

YAHYA KEMAL BEYATLI : "Henüz şehirlerimizi milli bir surette telakki etmekten, imar etmekten çok uzağız."

O zamanlar Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırları içindeki Üsküp kentinde dünyaya gelen Yahya Kemal Beyatlı, bir İstanbul tutkunudur ve bu kentin korunması gerektiğini, ama bu gerekliliğin yerine getirilemediğini ileri sürer. "Kör Kazma" başlıklı yazısında bu konuyla ilgili eleştirilerini açık seçik bir dille ortaya koyar.

Dün Küçüksu'da Selîm-i Sâlis hatıralarından olan karakolu, enkazından kimbilir ne deposu yapmak için yıkıyorlardı. Kör kazma Türk İstanbul'un bir uzvunu daha kırıyor, pencereleri çapraz demir kafesli, sarı badanalı Nizâm-ı Cedîd neferlerinin ilk karargâhı olan bu binalardan köşede bucakta birkaç tane daha var.

Bu binalar ki Üsküdar'da Selimiye Kışlası'nın yavrularıdır, bize bir asır evvel yeni bir hayata girdiğimizi hatırlatır, zaten ekseriya şehir dışında oldukları için yıkılmasalardı olurdu değil mi? Bu binaları yıkmadan hasıl olacak kâr bir arsa bile değil, ancak biraz enkazdır. Lâkin biz son devrin Türkler'i müceddit kafalı insanlarız. Bu şehri harap görmektense, dümdüz görmekten daha çok zevk alırız; bunun için de, bir asırdan beri gücümüz ancak harabeleri yıkmaya yetti.

Son asır Türkler'i kör kazmayı kaptılar, yıkılmadık ne resmi daire kaldı ne konak, dağılmadık ne eşya kaldı ne de döşeme, bereket versin Frenkler'den her şeyi bir şebek zekâsıyla kaptığımız gibi, son zamanlarda da eski şark eşyasının, silahlarının, halılarının zevkini kaptık, belki bu münasebetle bir gün kendi eşyalarımızı sevmeye alışırız!

İstanbul daha yüz sene evvel bütün kalıbı, kıyafetiyle bir Türk şehriydi. Bütün zevk ve kalp sahibi Frenk sanatkârlarının öğürürcesine iğrendiği "tatlı su" binaları bilhassa son devirde tıpkı güve güzel bir kumaşı yer gibi İstanbul manzarasını dişlek bir savletle yiyor. Bu gidişle bütün İstanbul Yüksek Kaldırım gibi müstekreh (iğrenç) bir bina kümesi olacak, bunun sebebini yalnız yangınlarda, artık imar edecek kuvvette olmadığımızı yoksullukta değil, biraz da yeniye olan iptilâmızda aramalı. Küçüksu Karakolu'nu yıkan kör kazma, kaza ve kaderin değil, bizim elimizdedir.6

SABAHATTÄ°N EYUBOÄžLU : "Yeni konutun kiÅŸiliÄŸi yoktur."
Başka konularda hep ilerici düşünceleri savunan Sabahattin Eyuboğlu'nun, mimarlık söz konusu olduğunda farklı bir tutum takındığını, örneğin eski evleri yenilere yeğ tuttuğunu, modernizmi yadsıdığını, işlevsel olmayan süslemeleri sevdiğini, kısaca söylemek gerekirse tutucu davrandığını görüyoruz. 1936 yılında yazdığı, "Yeni Konut ve Psikoloji" başlıklı denemesinde yer alan şu sözleri mimari eleştiri örneği oluşturmaktadır.

Yeni adamın konutu, beyaz bir kağıt kadar çıplak, bir geometri kadar soyuttur. Ne damında duyguların yuvalanmasına elverişli bir üslup, ne de yalçın duvarlarında onların tutunacağı bir kıvrım ya da bir leke. Eski ev, içinde yaşayanların bütün zevklerine bir köşe, bütün görüşlerine bir renk ve bir biçim verebiliyordu. Eski ev, bir çamaşır dolabı gibi, sahibinin ruhuna benziyordu. Kapısında, bacasında, saçaklarında, merdiveninde, bu nesnelerin gördükleri işlev ilgisi olmayan pitoresk yani asalak güzellikler vardı. Bacası tüten evin penceresinde (...) ihtiyar bir annenin temizliğini ya da ölü bir ruhun kasvetini görürdünüz.(...) Yeni konutun kişiliği yoktur (...) Apartman sahibinin hayat zevki, yeni mimarinin çıplak sütunlarında, kendine hiçbir tünek bulamaz olmuştur (...)

Yeni konutta, sahibinin ruhu ve sahiplik iddiası sezilmez. Kişiliği olmayan bir eve hiç kimsenin, "Benim" demeye dili varmaz. Apartman katları, iki Ford otomobil kadar birbirine benzemektedir. Birinci katın kiracısı, bir akşam şaşırarak ikinci kata girse, yatağına uzanıncaya kadar yanlışlığın farkına varmayabilir (...) Eskiden her konutu çabucak benimseyen insanlara "serseri" derlerdi. Eğer öyle ise, yer yüzü bugünkü kadar serseri görmemiştir! Yeni adam, bir vapur kamarasında, bir yataklı vagonda, bir otel veya apartman odasında kendini evinde hissetmektedir.

CENAP ŞAHABETTİN : "Binanın içinin bir kusuru da pek süslü olmasıdır."
1889 yılında askeri tıbbiyeyi bitirerek oradan doktor yüzbaşı olarak mezun olan Cenap Şahabettin, 1917-1918 yıllarında Tasvir-i Efkâr gazetesi tarafından Avrupa'ya gönderilmiş ve o gezideki izlenimlerini Avrupa Mektupları başlığı altında yayınlamıştır. Yazarın, Hac Yolunda, Evrâk-ı Eyyâm, Körebe, Tiryaki Sözleri başlıklarını taşıyan daha başka yapıtları da vardır.

Aşağıdaki metinde, bu hekim yazarın, Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da gördüğü bir kiliseye yönelttiği son derece yoğun ve biraz da ironik bir eleştirisi yer almaktadır.

Sofya'nın önemli mekânları Sobranya, saray, postahâne ve özellikle sonradan inşa edilen "Aleksandr Nevski" kilisesidir. Kremlin sarayından koparılmış bir parçaya benzeyen bu mabede bakınca aklınıza din ve ibadetten önce duvarcılar, bankerler ve ... şekerciler gelir. Dış görünüşü bakımından, mermerden (yapılmış) bir Moskof pastasıdır. Altın kaplı kubbeleri, çil lira gibi parlıyor. Bir büyük bankanın kasaları boşalmış sanırsınız. Duvarları meydana getiren mermer parçaları öyle birbirine uymuş ki, genel manzaraya bir bütünlük veriyor; bakana sanattan çok, gücü hatırlatıyor. Güzelliği özellikle sağlamlıkta arayan Bulgar zevkini burada da bulacaksınız: Eğer cansız maddelere sonsuz hayat vaad edilmiş olsaydı, bu tapınağa ölümsüz bir anıt diyebilirdim, o kadar sağlam... Ama sağlamlık bir binaya beraberinde ağırlığı getirmemeli. Oysa bu kilisede mermerin bütün ağırlığı duyuluyor. Altındaki toprak sanki ezilmiş! Binanın içinin bir kusuru da pek süslü olmasıdır. Süste abartı, paranın çokluğundan fazla, zevkin azlığını gösterir; sanata tutumluluk yaraşır, israf değil. Mermer, altın oymalar o kadar çok ki, binanın mimari güzelliğini kaçırmış. Bu servet gösterişini ben kuyumcu camekânlarında görmek isterim. Bir sanat anıtı bana darphaneyi hatırlatmamalı; bir mimari güzellik karşısında ben ancak güzelliğinin şiirini düşünebilmeliyim. Bundan başka, yapıda, bana öyle geliyor ki, malzemenin bir ruhu vardır. Tahta, biraz halkı; tuğla, sanatı; mermer, banker gibi söylendiği için bankerleri hatırlatır. Bu mermer kilise, sanki her geçene, "Bana baksana!" diyor, her gözden bir selâm bakışı istiyor.7

NİHAT SAMİ BANARLI : "Bir şehrin mimarisi, şunun bunun keyfine göre vücut bulamaz."

"Somyarkın" olan soyadını daha sonra "Banarlı" olarak değiştiren Nihat Sami, edebiyat tarihçisi ve gazetecidir. 1948-1963 yılları arasında Hürriyet gazetesinde "Edebi Sohbetler" adı altında yazılar yazmıştır. Ayrıca Banarlı'nın daha başka yazıları, şiirleri, tiyatro oyunları, romanları vardır. Bu yazarımızın oldukça tutucu olduğunu ve modernizmi, özellikle de modern mimarlığı onaylamadığını, onu kıyasıya eleştirdiğini, bu konuda çok sayıda yazı yazdığını ve bunları İstanbul'a Dair başlığı altında bir kitapta topladığını biliyoruz.

(...) İstanbul'un halk zevkiyle işlenmiş milli şehir dekorlarını olduğu gibi saklamak, medeni bir vazifedir. Bu şehri, âdi, Amerikan taklidi, çok katlı binalarla, böyle menfaat âbideleriyle, benliğinden uzaklaştırmak da, medeni bir cinayettir. (...)

Bir şehrin mimarisi, şunun bunun keyfine göre vücut bulamaz. Bu derin bir vukuf meselesidir. Milli mizâcın, şehir manzarasına nasıl işlendiğini yakından bilme meselesidir. (...)

Taksim'den, Fındıklı sahillerine inen bir cadde üzerinde, durmaksızın yapılan acâip binaları bâzen hayretle, bâzen hüzünle, bâzen dehşetle seyrediyorum. Bu binaların hemen hiç birisinde, ne şekil, ne mânâ, ne de sanat var. Ekserisi ticaret için, yâni yapılıp satılmak veya kiraya verilmek için kurulan bu binalar, içlerine girecek bedbahtları diri diri mezara sokmak vazifesi gören bir biçimde yapılmıştır (...) Ancak dükkân yapılacak kadar dar arsalar üzerine, bazen dört, beş, yedi katlı apartmanlar kuruluyor (...) Küçücük odalar hâlindeki iç âlemleri ve saçaksız, sabun kalıbı gibi kesilmiş dış manzaralarıyla, bu apartmanlar, insana sadece zevksizliğin ıztırabını vermekle kalmıyor, aynı zamanda, darlığın, havasızlığın, rutûbetin, yersizliğin, hafakan (yürek çarpıntısı) boğmasının cehennem azâbını tattırıyor.8

Eski âbidelerimiz, maddi ve mânevi çehreleriyle güneş gibi ışıldıyor. Fakat yeni yapılan binaların hepsinden memnun değiliz. Bâzılarından iğreniyoruz.9

Apartmanlardan bahsediyorum. Yan yana, üst üste, duvar duvara, kapı kapıya vererek, içindekilerin yalnız vücutlarını değil, ruhlarını da, en dar, en sıkıcı, en rahatsız edici bir beton kalıplılığı ve bir cemiyet yığınlanması içinde hapseden, yeni, medeni binalardan.10

Biz aydınlar (!) ve Amerikanistler, ne kadar "yakıştı" dersek diyelim, zevki ezelden ayarlı Türk halkı, hükmünü vermiş bulunuyor: Hilton binası (...) muhitine, semâsına, Türk'ün ve Türk İstanbul'un zevkine ve tabii mimarisine uygun düşmemiştir.11

VİCTOR HUGO : "Hiç kuşku yok ki, bu gün bile Notre Dame de Paris Kilisesi görkemli ve yüce bir yapıttır. (...) Bu antik kiliseye yapılan tahribatın çeşitli izlerini okuyucuyla birlikte, birer birer inceleme olanağını bulsaydık, bunda zamanın payının az olduğunu, insanlarınkinin, özellikle sanat adamlarınınkinin pek çok olduğunu görürdük."
Fransız edebiyatının romantik döneminin en ünlü yazarlarından biri olan Victor Hugo'nun 1831 yılında yayınlanan Notre Dame de Paris adlı romanının baş kahramanı Paris'in ortasında bulunan ve aynı adı taşıyan Gotik katedraldir. Victor Hugo bu uzun soluklu romanında yer yer bir mimari eleştirmen gibi davranmış, yalnızca o katedralle ilgili mimari bir söylem ortaya koymakla kalmamış; "Bu şunu öldürecek" ("Ce ci tuera cela") başlığı altında ilginç bir iddia ortaya atmıştır.

Hiç kuşku yok ki, bugün bile Notre Dame de Paris Kilisesi görkemli ve yüce bir yapıttır. Ne var ki, yaşlanırken güzelliğini bu kadar iyi korumuş olmasına karşın, zaman ve insanların el ele vererek, ilk taşı koyan Charlemagne'a da son taşı yerleştiren Philippe-Auguste'te de hiçbir saygı duymadan, bu saygıdeğer yaşlı anıta yaptıkları sayısız yaralamalar, verdikleri zarar ziyan karşısında iç çekmemek, öfkelenip üzülmemek pek güçtür. (...) Bu antik kiliseye yapılan tahribatın çeşitli izlerini okuyucuyla birlikte, birer birer inceleme olanağını bulsaydık, bunda zamanın payının az olduğunu, insanlarınkinin özellikle "sanat adamları"nınkinin pek çok olduğunu görürdük. "Sanat adamları" demek zorundayım, çünkü son iki yüzyılda mimar niteliğine bürünen kimseler oldu.

Bir kere, sadece en önemli birkaç örneği sayarak söyleyelim, hiç kuşku yok ki, bu kilisenin ön yüzünden daha güzel bir mimarlık yapıtı pek azdır. (...) Taştan muazzam bir senfoni dersiniz adeta. (...)

Şimdi buyurun bir de binadan içeri girelim: (...) Ermiş Christophane'un dev boyutlu yontusunu kim devirdi? Ya kubbe altının ve koro mahallinin bütün sütun aralarını dolduran, diz çökmüş, ayakta, at üzerinde, erkek, kadın, çocuk, kral, piskopos, jandarma, taştan, mermerden, altından, gümüşten, bakırdan, hatta balmumundan o binlerce yontuyu vahşicesine kim süpürüp götürdü? Zaman değil herhalde. (...)

Merkezdeki cümle kapısının tam ortasına şu yepyeni ve biçimsiz pencereyi kim yonttu? Demirci ustası Biscornette'in elinden çıkma arabesklerin yanına XV. Louis tarzında işlenmiş şu yavan ve ağır tahta kapıyı oraya yerleştiren kim? İnsanlar, günümüzün mimarları, sanatçıları.12

HUNDERTWASSER: " Bireyin inşa etme arzusuna hiçbir yasak getirilmemelidir ! "
Son olarak Hundertwasser örneği: Hundertwasser bir ressamdır, resimler yapmıştır, ama bunlarla yetinmemiş mimarlık da yapmıştır. Mimarlığın herkes tarafından serbestçe yapılabilmesi gerektiğini söyleyerek bu konuda onunla aynı fikirde olmayanları, 1967 yılında yazdığı ve Münih'te Galeri Hartmann'da çırılçıplak soyunarak okuduğu bildirgeyle kıyasıya eleştirmiştir.

Resim sanatı ve heykel sanatı şimdi özgürdür, çünkü bugün, herhangi biri (bu sanatların alanında) herhangi bir çalışma yapabilir ve sonra onu sergileyebilir. Oysa mimarlıkta (...) bu temel özgürlük henüz yoktur; çünkü inşaat yapabilmek için kişinin önce bir diplomaya sahip olması gerekmektedir. Neden?

Herkes bina yapabilmeli; bu inşa etme özgürlüğü var olmadığı sürece bugünün planlı mimarlığı sanat olarak nitelenemez. Bizde mimarlık, Sovyetler Birliği'ndeki resim gibi denetim altındadır. (...)

Bireyin inşa etme arzusuna hiçbir yasak getirilmemelidir! (...) Böyle bir binanın, zaman içinde çökmesi tehlikesiyle karşılaşmayı göze almalıyız ve bu yeni inşa yönteminin neden olacağı bu yıkılma (...) bizi bu kararımızdan vazgeçirmemelidir. (...)

İçinde oturanlar tarafından yapılmış olan bu derme-çatma binalardan biri yıkılacak olsa, genellikle önce çatırdar; dolayısıyla, insanlar kaçabilirler. Bu olaydan sonra içindekiler, oturdukları binaya karşı daha eleştirel, daha yaratıcı olacaklardır ve eğer çok dingildek görünüyorsa, duvarları kendi elleriyle sağlamlaştıracaklardır. (...)13

Mimarlar benden tiksiniyorlar, adım anıldığı zaman deliye dönüyorlar, ama ben onlardan daha iyiysem ve resimlerimden çok evlerimle tanınıyorsam, buna benim yapabileceğim bir şey yok.14

1 Ahmet Haşim, , "Güvercin", Bize Göre Gurebâhâne-i Laklakan Frankfurt Seyahatnamesi, Hazırlayan: Mehmet Kaplan, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981, s. 157.
2 Ahmet Haşim, A.g.e., "Mürteci Mimari", s. 152.
3 Ahmet HaÅŸim, A.g.e., "Yeni Ä°stanbul", s. 26.
4 Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul, 1983, ss. 121,122.
5 A.g.e., s. 122.
6 Beyatlı, Yahya Kemal, "Kör Kazma", Aziz İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, ss.132,133.
7 Cenap Şahabettin, Avrupa Mektupları, Hazırlayan: Nurullah Şenol, Bordo-Siyah Yayınları, İstanbul, 2005, ss. 33,34
8 Banarlı, Nihad Sâmi, "Menfaat Harabeleri", İstanbul'a Dair, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 1986, ss. 90,91.
9 Banarlı, Nihad Sâmi, A.g.e.,"İmar Endişeleri", s. 134.
10 Banarlı, Nihad Sâmi, A.g.e., "Beton Yığınları", s. 84.
11 Banarlı, Nihad Sâmi, A.g.e., "Çizgiler", s. 95.
12 Hugo, Victor, Notre-Dame de Paris, Çeviren: Nesrin Altınova, Sosyal Yayınlar, İstanbul, 1999, ss.111,113.
13 Conrads Ulrich editör, Programmes and manifestoes on 20th-century architecture, Çeviren: Michael Bullock , MIT Press, Lund Humphries Publishers Limited, London, 1970, p. 157.
14 L'architecture d'Aujourd'hui, Sept. 89 no.264 s.104

Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: sayý sekiz, küçük harf "k", büyük harf "D", küçük harf "f", küçük harf "e", küçük harf "p"

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız