Köşe Yazısı

Her Canlı Mimarlığı Tadamıyor

Yazan: Evrim AltuÄŸ Tarih: 18 Haziran 2009
"Mimar evvelâ doktor olmalı, mühendis olmalı, âlim olmalı, fen adamı ve her şey; bütün bir hayat olmalı; ondan sonra san'atkâr olmalıdır. O cemiyette mevcut tek başına bir mahlûk bir medeniyet timsalidir. Onun eseri, medeniyetin aynasıdır. Onu tavsif etmek bunun için güçtür. Biz böyle kimselere mimar diyoruz." / Kimlere Mimar Diyoruz?, Mimar Behçet ve Bedrettin1

Bu yıl 8 Kasım'a kadar izlenecek olan 53'üncü Uluslararası Venedik Bienali'nin ana teması, İsviçreli küratör Daniel Birnbaum tarafından "Dünyalar Kurmak" olarak belirlendi. Bienalde ulus-devlet veya kıta düzeyinde teşhir ve temsil edilen kişi, kurum ve formlar, hâlâ modernist bir "klasikçi" yaklaşımla, "Pavyon" mantığı düzleminde "temsil" edilmekteler.

Bu kapsamda Bienal'in iki ana bölgesinden biri olan Arsenale'ye, son derece naif bir yaklaşımla, TC Dışişleri Bakanlığı ile TC Başbakanlık Tanıtma Fonu'nun katkıları eşliğinde -sponsorsuz olarak- kurulan Türkiye Pavyonu'nda, küratör ve akademisyen Başak Şenova'nın Lapses/* adlı projesi uygulandı.

Projeye Banu Cennetoğlu ile katılan iki sanatçıdan biri olan Diyarbakır doğumlu güncel sanatçı Ahmet Öğüt ise, bu kapsamda "İnfilak Etmiş Kent" (Exploded City) isimli bir tasarım ortaya koydu.

Olabildiğince sade ve bağımsız bir yapı olarak tasarlanan Türkiye Pavyonu'nun inşaatı için sanatçılar, küratör ve koordinasyon ekibi 24 Mayıs tarihinde Venedik'e gitti. İskele sisteminden oluşan naif pavyon binasında, sanatçıların eserleri birbirlerinden ayrılsa da iskelelerden oluşan arayüzlerle birbirlerine müdahale etmelerine olanak tanınmıştı. Sergide Cennetoğlu, bir ürün kataloğu olarak tasarladığı "Katalog 2009" çalışmasıyla yer aldı.

Ahmet Öğüt ise, "İnfilak Etmiş Şehir" yerleştirmesinde, Dünya ve Türkiye'nin yakın geçmişini işleyen ve "her bir yapının orijinal mimari özelliklerine dayanarak inşa edilmiş maketlerinden oluşan" bir nevi "yokşehir" modeli kurmuştu.

Öğüt'ün tasarladığı bu "zombişehir", öğrendiğimize göre kritik bir olaya mekân olmuş, harabeye dönüşmüş, unutulmuş ya da bilinçaltımızda çağrışımları olan yapıtların izini sürerek yapıların harabeye dönmeden önce ve sonra taşıdıkları anlamları ve değerlerini sorguluyordu. Şimdi, Öğüt'ün maketinde hemzeminde ve aynı anda buluşturulan bu yapıları, "tahribat" tarihleri eşliğinde yeniden analım:

- Madımak Oteli, Sivas, 2 Temmuz 1993
- Europa Oteli, Belfast, 1972 - 1994
- HSBC Bankası, İstanbul, 20 Kasım 2003
- Ferhadija Camisi, Banya Luka, 7 Mayıs 1993
- Mostar Köprüsü, Mostar, 9 Kasım 1993
- Su Kulesi, Vukovar, Ağustos - Kasım 1991
- Future-TV binası, Beyrut, 10 Mayıs 2008
- Ulusal Kütüphane, Saraybosna, 25-26 Ağustos 1992
- Postane, PriÅŸtina, 8 Nisan 1999
- Tikrit Müzesi, Tikrit, 27 Mart 2003
- Beslan Okulu, Kuzey Osetya-Alania, 1-2-3 Eylül 2004
- Alfred P. Murrah Hükümet Binası, Oklahoma. 19 Nisan 1995
- Paddy's Pub, Bali, 12 Ekim 2002
- Maxim Restoran, Hayfa, 4 Ekim 2003
- Filistin Yönetimi Dışişleri Bakanlığı, Gazze, 16 Temmuz 2006
- Al Mamoon Ticaret ve Telekomünikasyon Merkezi, Bağdat, Temmuz 2006
- Club El Nogal, Bogota, 7 Åžubat 2003
- Trident-Oberoi Oteli, Mumbai, 27 Kasım 2008
- BM Binası, Cezayir, 11 Aralık 2007
- Düğün Evi, Kakaral, 1 Temmuz 2002, Kandahar, 6 Kasım 2008
- İslam Üniversitesi, Gazze, 29 Aralık 2008
- Klinik Merkezi Dragisa Musovic, Belgrad, 20 Mayıs 1999.

Sanat eleştirmeni ve yazar, akademisyen Sezgin Boynik'e göre, Öğüt'ün yukarıdaki yapıları ihtiva eden "İnfilak Etmiş Kent" enstalasyonundaki "özgürlükçü imkân", bu binaların yıkılmadan önceki halleriyle temsil edilmelerinde yatıyor.

Boynik'e göre çimentoyla ayakta duran binalar, eğer sahiplerse, kendi politik ve özgürlükçü imkânlarını da ayakta tutuyor. Boynik ayrıca şuna da dikkat çekiyor: "Enstalasyondaki binaların bazıları, zaten inşa edilmiştir ve bazıları da defalarca inşa edilmiştir. Ama bu 'gerçek' bile, yıkılan binaları algılayışımızdaki sembolik politikayı değiştiremez." Yine Boynik'e göre, "..bu binalar bugün ayakta olsalar dahi, yaralıdırlar..."

İşte bu verilerin hayaletsi gölgesinde, mimarlık ve terör ilişkisi üzerine, terörün mimarisine dair yeniden düşünmeden edemiyor insan. Buna ek olarak, örneğin, yine bu bilgilerin kaynağı olan Lapses/* projesinin üç ciltlik kitabının ilk cildinde, düşünür Paul Virilio'nun şu sözü alıntılanıyor Boynik tarafından:

"Mekânı bilen kişi, artık ikâmet eden olmaktan çıkar; kendisi, yaşama ortamı haline gelir..."

İyi de, mekânı/kenti bilmeyen, aidiyet zafiyeti çeken bizler için, ikâmetsizlik, yaşarken ölüm halinde olmamızın bir delili sayılamaz mı, buradan? Kuramsal, yönetişimsel kaostan kaynaklanan üretimsel terörün böylesi aleniliği ve verdiği tahribatın bu denli açıkseçikliği karşısında, uslu uslu oturup, tüm çıkarcılığımız ve sinikliğimizle "terör"e sinen mimari potansiyeli tartışmaya açmaya çalışmak bile, yeterince etik dışı ve riskli değil mi aslında? Çünkü birileri bunu hemen mevcut anlatım ve tarz zenginliğinin hadım edilmesine yanlışlık ve garezle yorabilir pekâla.

O vakit şunu sorabiliriz: Beklenmedik olana, uygunsuz ve düzensiz mevcudiyetten yana durana "terör" demeli mi ? Düzenin, yaratmaya bile isteye muktedir olmadığı her "yapı", bir terör veya istikrarsızlık hali vesikası olabilir mi ?

İşte İstanbul'a da bu açılardan bakınca, Ahmet Öğüt'ün küresel ölçekli ama minyatür "İnfilak Etmiş Kent"inin kuramsal ve organizasyonel düzeyde bir mega ölçekli replikasına maruz kalıyor insan.

İstanbul'daki yeni yapılar, Baudrillard'ın bombalardan söz ettiği gibi, "yıkılmazlıklarıyla", geleceğe sevdalı, bol aynalı ve narsisist, yalınötesi kayıtsızlıklarıyla kendi kirliliklerini ilan ediyor.

Kentin gelenekle yatıp gelecekle kalkan şizoid mimari hafızası, günaşırı bir döngüyle aynı zamanda onun potansiyel üretim manyetizması haline geliyor. Bu da bir tür biçimsel ensestin, kentsel alanda "çarpık" ve fütursuz üremesine zemin kazandırıyor.

Aslında terör, mimarlıkla dünya tarihiyle eşit bir süredir yatıp, kalkıyor. İnsanın düzene hem sevdalı, hem kanlı bıçaklı tavrı, inşa ettiği her türlü yapıyı şu veya bu metotla hem yıkması, hem de üzerine kapaklanmasının ister istemez yolunu yordamını açıyor. Yıkılan antik kentler, devrilen kale duvarları, ateşe verilen şehirler, ele geçirilen temsili yapılar, kundaklanan saraylar, hatta içi doldurulan eski mağaralar... Hatta zamanından evvel eskiyen ve "restore" edilen binalar...

Terör, hafızanın artıklarıyla beslendiği kendi ilkel yaratısının amok koşusuyla, objeleştirdiği nefretinin koynunda hem dövünüyor, hem de ürkütücü bir baskıyla bundan övünüyor.

Öyle ki, geçelim yapıları, özel konutları, İstanbul'daki mezarlıklar bile, iyice bakıldığında Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, göç sürecinden kentsel planlamadaki kangrensi tıkanıklık haline dek, yer yer ucube bir uygarlığın soğukkanlı mimari modellerini andırıyor. Ne yazık ki bazı canlılar, ölseler de mimarlığı bu yüzden tadamıyor.

Ölümün, mevcut sınıfsal dengesizliklere teslim, kendi kendini tıkboğaz bırakan yığma mimarisi bile, yaşamın etik, demokratik ve ütopyacı tasarımını hayattaki insanlara anımsatmakta aciz kalıyor.

Bu yüzden çoğu insan, bedenini bile düşünmeden, hayatta yalnızca "başını sokacak" bir yer aramanın dar - kör/devekuşu çaresine kapılıyor.

Buna mukabil, kendi "düzen"inin terörünü replikalaşma virüsüyle başarılı biçimde estiren kent mimarlığını, hayatın dikine giden azgın ve devşirilmiş global kütleler de öyle kolay kolay aklamıyor.

Dikeyliğin totaliter ideolojisi, manzaradaki fetih hali orjisi hepimizce "çoktaaan" içselleştirildiğinden, birilerine, o da olmadı manzaraya 'hakim' olma arzusunun taşıdığı faşizan ve vahşi kapitalist ülkü, edinilen bu zevkle unutuluyor adeta.

Bundan olacak ki, birçok bina alt ve orta ölçekli yurttaşlara, bazıları da onlara daha da tepeden bakan kodamanlara çok benziyor. Her kademe, yapısal olarak da bir altındakine bakıyor olmanın bencilliğiyle kendi esrikliğinin küçük kutlamasını yapıyor.

Bu kent, dışarıdan gelen bir unsurla infilak ettiği veya edebileceği olasılığı için değil, daimi bir iç kanama, bir yapısal bulantı halinde olduğu için, kendi temelini idrak halinden, her "kot"un doğal varoluş hakkından yoksun kıldırılıyor.

Misal: 60 metrekareyi geçmeyen stüdyo tipi modernist dairemde, her nasılsa yedi kapı bulunuyor.

Bunların hiçbiri, o da kilitli olanı hariç, hayata açılmıyor.

Çakma mülkiyet ziyneti bu kapıları sökmeden, ya da her gün o tek kilitle kendi kendime gardiyanlık etmeden, yaşamla varlığım arasında samimi bir cereyan da oluşmuyor.

Mimarlık, insanın kendi içindeki özgür doğayı "özleyen" kabahatlilik duygusu oranında, dış doğasında ve onunla ya uygarlaşıyor, ya da ona zorla sahip olmaya çalışarak lümpenleşiyor veya ilkelleşiyor. Hiçbirinin tam manasıyla vuku bulmaması da, maruz kaldığımız bu üslûp ve kalite terörünün (yapanın, yıkanın, dikenin, vb.) yanına kâr kalıyor.

Hayat, insan, vicdan ve doğadan yana bir mimari ve sosyal "proje" ise eğer, zemin etüdünü daha eskiz aşamasında bile iyi yapmak lâzım geliyor. Aksi halde, insan kendi yazgısının içine, ta ki başına yıkılana dek farkına varmaksızın hapsoluyor.

1 Bülent Tanju, "Tereddüd ve Tekerrür - Mimarlık ve Kent Üzerine Metinler / 1873 - 1960", Metis Yayınları/Akın Nalça Kitapları Dizisi, s. 177

Yazara Görüşlerinizi Bildirmek İçin
Buraya yazacağınız görüşleriniz, Arkitera Forum bölümüne yansımayacak, sadece yazara ulaşacaktır. * İşaretli alanlar mutlaka doldurmanız gereken alanları belirtmektedir.
Sizin:
Adınız, Soyadınız *
E-Posta Adresiniz *
MesleÄŸiniz *
Telefon Numaranız Adres seçimi:
Adresiniz
Mesajınız:

ÝPUCU: büyük harf "D", küçük harf "b", sayý üç, sayý yedi, sayý üç, büyük harf "W"

Lütfen sol imajdaki resimde görülen dizgiyi yandaki kutucuğa giriniz.
Köşe Yazısı Arşivi
Dönem içindeki köşe yazarlarının listesi aşağıdadır. Yazısını okumak istediğiniz yazarı listeden seçiniz. Bütün yazarların listesini görmek için buraya tıklayınız